Paul Christopher – Michelangelonun Defteri

Evin karanlık bir köşesinden bir adam fırladı. Tam aynı anda Finn karanlıkta adamın elinde ışık saçan bir nesne gördü ve elleriyle gözlerini kapattı. Kalbi adeta ağzından dışarı fırlayacakmış gibi heyecanla çarpıyordu. “Neler oluyor?” bunlar Peter’in söylemeye vakit bulabildiği tüm sözcüklerdi. Hızla üstlerine gelen ayak sesleri ve adamdan yayılan ucuz tıraş losyonu kokusunu hissettikten hemen sonra başına sert bir cisimle vurulan Finn, dizlerinin üstüne çökmek zorunda kaldı. O ışık el feneri miydi acaba? Çünkü şu an her yer karanlığa gömülmüştü. Peter’ın kendisine yardım etmek için koştuğunu fark etti ve bayılmadan saliseler önce korkunç bir çığlık ve arkasından bir sıvının aktığını duydu; bu korkunç sesin sahibinin kim olduğunu merak ederek bilincini yitirdi. 22 Temmuz 1942 La Spezia, Ligurian Sahili Kuzey italya Maggiore Tiberio Bertoglio, Mussolini’nin Kara Tugaylarının, siyah şeritli, kan kırmızı gümüş renkli, yakası gümüşi siyah kafatası ve kemik sembolleriyle süslü üniformasını giymişti. Ancak toz içindeki Lancia marka resmi arabanın arka koltuğunda kollarını Duce stilinde göğsünde kavuşturarak otururken kendini hiç de dıştan göründüğü kadar muhteşem hissetmiyordu. Üzerindeki üniforma sahteydi. Orduda falan değildi ama ordudan daha f “Buna hiç şaşırmadım. İhtiyar.” Diğer adam gülümsedi ve ilk kez konuştu. “Ona her ihtiyar dediğinde masrafın anacaktır. Çünkü kendisi bir keçi kadar dinç olduğunu düşünüyor.


Ve manastırdaki tüm rahibelerin kendisiyle sevişmek istediklerinden emin.” Yaşlı adam ağzındaki yarım düzine çürük dişi göstererek güldü. “O lanet olası rahibeleri rahip Bertole’ye bıraktım,” dedi. “O yaşlı kadınları bıyıklarıyla gıdıklamayı sevebilir ama ben kıyıdaki genç tazeleri tercih ederim.” “Zaten onlar da seni istiyorlar.” “Kaç para?” diye sorarak sözlerini kesti Bertoglio. “Bu senin kaç paran olduğuna göre değişir.” “Sadece 200 metrelik bir yol var.” “Maggiore. Belki de İsa gibi suyun üstünde yürüyebilirsin.” Bertoglio elini ceketinin cebine attı, bir tomar liret çıkartıp içlerinden altı tanesini uzattı. Yaşlı adam kaşlarını kaldırınca altı tane daha verdi. “Yeterli sayılır,” dedi yaşlı adam. Paraları buruşuk eliyle çabucak cebine attı. “Prenslere layık gondoluma buyurun.

Size manastıra kadar eşlik edeceğim,” dedi. Bertoglio acemi hareketlerle sandala atladı ve yavaşça tahtanın üzerine oturdu. Yaşlı adam hemen arkasından binip, uzun kürekleri aldı. Küreklerden birini kullanarak tekneyi iskeleden uzaklaştırdı. Sonra da küreklerin ikisini de yerlerine yerleştirip, yavaşça çekmeye başladı. Bertoglio kıpırdamadan oturuyor, eliyle sandalın kenarını sıkıca tutuyordu. Sahilden uzaklaşmaya başladıklarında yavaş yavaş midesinin bulanmaya başladığını hissetti. Yanında, koca bir kovanın içinde yüzen kahve renkli jelatinimsi bir şeyler vardı. Kovadan berbat bir koku yayılıyordu. Bertoglio’nun zaten kalkmış midesi giderek ağzına geliyordu. “Kalamar kafası,” diye açıkladı yaşlı adam. “Onları sevişip, zevk içinde yüzeye doğal çıkarlarken yakalarsın. Spermlerini püskürtme fırsatı bulamadan kafalarını koparır ve güneşte bir iki gün bekletirsin. Yem atıp beklemekten daha kolay bir yol.” Bertoglio hiçbir şey söylemedi.

Manastırın girişi giderek yaklaşıyordu. Burası uzun, alçak bir binaydı. Manastırın, önündeki dik kayalıklardan çıkmayı kolaylaştırmak için, taş merdivenler oldukça düzensiz bir biçimde inşa edilmişti. Arka tarafında dik bir arazi uzanmaktaydı. Bir de beyaz boyalı demir işlemeli parmaklıkların çevrelediği küçük bir mezarlık göze çarpıyordu. Aslında mezarlık birkaç zeytin ağacının gölgesine tek tük dikilmiş taş ve haçtan ibaretti. Yaşlı adam balık kalıntıları içindeki sandalın kenarına doğru sarkıp elindeki halatı uzatarak manastırın giderek yaklaşan küçük iskelesine doğru fırlattı. İskeleye iyice yaklaştıkları sırada küçük yüzünün etrafına doladığı beyaz atkısıyla lacivert cüppeli yaşlıca bir kadın ellerini önünde kavuşturarak ön kapıdan çıkıp iskeleyi izlemeye başladı. Bertoglio yaklaşırken de sakince durup bekledi. Bir süre için, çünkü çocukken bu tür yaratıklar onun evreninin merkezi halindeydi, Bertoglio içini dolduran endişe ve utanç duygusunun etkisine kapıldı. Buna midesinin bulanması da eklenince Bertoglio balıkçı sandalından atlayıp, iskeleye ayak basarken kendini daha da kötü hissetmeye başladı. Kadın ona baktı, sonra bir tek kelime bile etmeden arkasını dönerek, manastıra girdi. Bertoglio da onu izledi. Bir süre sonra Bertoglio kadının peşi sıra taş binanın serin ve karanlık koridorlarında ilerliyordu. Ortada yapay hiçbir ışığın olmadığı anlaşılıyordu.

Bertoglio gözlerini kırpıştırdı. Rahibe birden diğerlerinden hiçbir farkı olmayan karanlık bir tünele saptı, ardından da duvarlarında birkaç raf dolusu kitabın, geniş bir tahta masanın, birkaç iskemlenin ve taş bir şöminenin bulunduğu bir dinlenme odasına girdi. Odanın tahta panjuru kapalı tutulan küçük bir penceresi olduğunu gördü. Bertoglio geniş tahta aralıktan aşağıdaki sahili ve iskeleyi görebiliyordu. Yaşlı balıkçı iskelede değildi, yolu çoktan yarılamıştı bile. Bertoglio küfretti. “Caccati in mano e prenditi a schiaffif’ (Seni bir yakalarsam) Yumruğunu avucuna hızla vurdu. “Bir şey mi söylediniz, efendim?” Kısa, hoş yüzlü, kırk yaşlarında bir rahibe şöminenin yanındaki karanlık bir geçitten çıkarak yanına geldi. Kendisini buraya getirenin aksine bu rahibenin elbisesinin üst kısmı tahta boncuklarla bezeliydi. Boynundaki bir zincire geçirilmiş iri bir haç kolye de sarkık göğüslerine kadar iniyordu. “Bir şey söylemedim,” eledi Bertoglio.” Peki, siz kimsiniz?” diyerek kaba bir şekilde sordu. Çenesini öne uzatarak yaptığı bu soruş tarzı, istemeyerek de olsa sık sık alaya alınan Duce duruşunun tam bir kopyasıydı. “Ben baş rahibeyim. Rahibe Benecletta.

Siz de büyük bir ihtimalle bize geleceği bildirilen kişisiniz.” “Ben Maggiore Tiberio Bertoglio: Altıncı bölümden,” diye kendini tanıttı Bertoglio. “Gizli polisten birilerini bekliyordum,” dedi Rahibe Benecletta. “İtalyada gizli polis yoktur,” dedi Bertoglio. “Ve siz de aslında burada değilsiniz. Maggiore. Ben hayal görüyorum.” Kadın bıkkın bir şekilde gülümseyerek “Sanırım bir Gestapo her iki ülke için de yeterli sayılır,” dedi. “Çocuk için geldim,” dedi Bertoglio. Elini cebine atarak ağzı Vatikan damgası ve bir haç işaretiyle mühürlü küçük bir paket çıkardı. “Yükseklerde dostlarınız var anlaşılan,” dedi Rahibe Benedetta. Kısacık işaret parmağını mührün altına sokup çekti, paketi açtı. Paketin içinden bir doğum sertifikası, Vatikan, İsveç hükümeti ve Nazi Göçmen Kurumu tarafından verilmiş bir seyahat belgesi çıktı. Pakette adı belirtilmeyen bir yetişkin içinde aynı belgeler vardı. “Bunlar Frederico Botte adına hazırlanmış,” dedi.

“Çocuğun adı bu.” “Hayır, değil. Sizde bunu biliyorsunuz Maggiore.” “Artık adı bu. Onu getirin.” “Eğer size bu manastırda Frederico Botte adında biri yok dersem ne olur?” “Bu soruya yanıt vermemeyi tercih ederim Başrahibe. Çünkü her ikimiz için de iyi olmaz. Eğer çocuğu gizler ve derhal buraya getirmezseniz, çok büyük sorunlarla karşılaşılacaktır,” dedi ve sustu. Ardından “Sadece bana verilen talimatı yerine getirmek için buradayım Başrahibe. Bu benim de hoşuma gitmiyor. Sizi temin ederim.” “Pekâlâ.” Rahibe Benedetta şöminenin üstündeki küçük zili alıp çaldı. Zil sesi odada çınladıktan birkaç saniye sonra etek, bluz ve süveterli halinden pek memnun gözükmeyen genç bir kadın geldi. Üç yaşlarında bir erkek çocuğunun elini tutuyordu.

Çocuk kısa pantolon, beyaz gömlek giymiş, kısa bir de kravat takmıştı. Saçları suyla ıslatılarak geriye taranmıştı ve de çok korkmuş gözüküyordu. “İşte çocuk bu. Bu da Rahibe Filomena. Çocuğun bakımını o üstlenecek. Hem Almanca hem de İngilizce konuşabildiğinden çocuğun ihtiyaçlarını da kendi ihtiyaçlarını da karşılama konusunda bir sorunla karşılaşmayacaktır,” dedi. Onlara doğru yaklaşarak genç kadını iki yanağından da öptü ve onlara doğum belgesiyle, seyahat evrakını verdi. Rahibe Filomena belgeleri alıp, oldukça sıradan görünüşlü hırI ıııı m cebine yerleştirdi. O da çocuk kadar korkmuş gözüküyordu. Bertoglio onun korkusunu anlıyordu. Eğer kendisi de Rahibenin gönderildiği yere gitmek zorunda kalsaydı aynı derecede korkardı. “Beni getiren sandal gitmiş. Karşıya nasıl geçeceğim?” “Kendi ulaşımımızı kendimiz sağlayabiliyoruz,” dedi Rahibe Benedetta. “Rahibe Filomena’yla git, sana göstersin.” Bertoglio başını salladı.

Topuklarını hızla birbirine vurdu. Tam Fascisti selamı vermek üzere kolunu kaldırıyordu ki bunun yerine kısa bir baş selamı vermenin daha yerinde olacağını düşündü. “İşbirliğiniz için teşekkürler Muhterem Rahibe.” “Bunu sadece çocuk için yaptım. Bu çılgınlığın ortasında o, hepimizin aksine son derece masum bir varlık. Hoşça kalın.” Başka bir şey söylemeden Bertoglio topukları üstünde dönerek odayı terk etti. Rahibe Filomena’yla çocuk da onu uysallıkla takip ettiler. Çocuk kapının eşiğinde durup omuzlarının üstünden sessizce arkasına baktı. “Hoşça kal Eugenio,” diye fısıldadı Rahibe Benedetta. Çocuk artık gitmişti. Pencerenin yanına gidip, tahtaların arasından iskeleye doğru yürüyen üç kişiyi izledi. Koroya yardım eden, kasabanın gençlerinden Dominic iskelede bekliyordu. Çocuğun manastırın sandalına binmesine yardım etti. Ardından da aynı yardımı Filomena için yaptı.

Bertoglio ise komik üniforması içinde Delaware’ı geçen Washington’a benzer bir pozda yerine yerleşti. Birkaç saniye içinde adadan ayrılarak yola koyuldular. Rahibe Benedetta çocuğu görebildiği son ana dek onları izledi. Sonra odayı terk ederek uzun koridordan, birbirinden ayrılmış odacıklardan geçti. Sonunda binanın daha alçak bölümüne, banyo ve tuvaletlerin arka kısmına ulaşıp, binadan dışarı çıktı. Akşamüstü saatlerinin giderek azalan güneş ışığı altında dar bir patikadan yukarı, tepedeki mezarlığa kadar çıktı. Orada fazla durmadan biraz daha ileriye karanlık içindeki ağaçlara doğru yürüdü. Sonunda çiçekli, çam kokulu bir vadiye ulaştı. Bu etkileyici manzarada yürüyüşünü sürdürdü. Bir yandan rüzgârın sesini diğer yandan da dalgaları dinliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir