Gritti’deki dairemde, saat sabahın yedisinde Dooley’nin telefonuyla uyanmıştım. Benimle buluşmak istiyordu. Durum oldukça acildi. Sesi buyurgan ve üsteleyiciydi ki bunu sevimli bulmadım. İkimiz de Venedik’i Kurtarma Uluslararası Komisyonu üyesiydik; Dukalar Kenti’nin hızla sulara gömülmekte olduğunu göz ardı etmemekle birlikte, ortada yine de bu ölçüde acil bir durum olabileceği düşünülemezdi. Cini Vakfı’nın toplantısı bir gün önce yapılmıştı; Dooley bana, toplantıya neden vaktinde yetişemediğini açıkladı. Son terörist saldırılar İtalya’da yirmi dört saatlik bir genel greve yol açmış, bu yüzden uçağı gecikmişti. “Boeing’imi Milano’da bırakmak zorunda kaldım, çünkü kontrol kulesinde çalışan kimse kalmamıştı. Ne helikopter vardı, ne de başka bir uçak. Arabayla geldim…” Ona hak verdim; saat dokuz buçukta barda randevulaştık; bu arada, bu onurun bana neye mal olabileceğini düşünmeden de edemedim. Onu çok az tamyordum. Aramızdaki ilişki benim adıma daha çok, onunla birarada olmaktan kaçınmaktan ibaretti: Aynı rakamları konuşmuyorduk. Jim Dooley, ABD’nin en müthiş servetlerinden birine konmuştu. Onunla ilk kez 1962’de, Saint-Moritz’de, kızak şampiyonasında karşılaşmıştık, ayrıca bu konuda oğlumla tartışmıştık. Teksaslılara özgü iri yapısıyla, kır düşmeye başlamış bukleli sarı saçlarıyla ve ellisini oldukça aşmış olmasına karşm, doğanın cömertçe koruduğu ince çizgileriyle bende hafif bir hayvansılık ve rekabet duygusu uyandırmıştı ki bu durum, bu duygunun yalnızca güzel hanımlarda uyanmadığının kanıtıydı. Başının üstünde, her kategoride dünya şampiyonu aylasıyla dolaşan bu zevk atletinin kazandığı başarıların ve sahip olduğu gücün belirli bir ölçünün üstünde olması, benim kendi başarılarımı, hatta bir bakıma kendi hayatımın anlamını alttan alta tartışma konusu yapmama neden oluyordu. Hiçbirimiz, hayatımızda düşlediğimiz başarıya ulaşamamışızdır, oysa Jim Dooley, insanlara özgü bu yasarım farkında değildi sanki. “Doğal olanın ötesinde…” İnsanoğlunun küçüklüğünü Home-ros’tan bu yana kafamıza kakan bu düşsel yasaya kendimi bütünüyle kaptıracak kadar ahmak değildim. Ne var ki, bu düşüncede az da olsa bir gerçek payı varsa, Dooley benim için, mutluluk ringinde karşıma çıkmış ciddi bir rakip sayılırdı. Kırmızı kazaklı bu iri yarı adamın, yarışı bitirip kaskını çıkardıktan sonra seyircilere dönüp, herkesi kendiliğinden avcunun içinde tutuyormuşçasma gülümsediğini gördüğümde, belirli ölçüde aşağılık duygusuna ve başarısızlık düşüncesine kapılmaktan kendimi alamadım; bu, hiç de beni yenmiş olmasından kaynaklanmıyordu; Amerikalmm karşısında kendimi eksik buluyordum, bana fazla, ulaşılması imkânsız gibi görünüyordu: Onun karşısmda kendimi katı ilkeci buluyor, neredeyse politik duyguya kaptırıyordum. Hoffun barında karşılaştığım bir gazeteci aym akşam bana, Jim Dooley’yle, onun yatında SaintTropez’de ‘görüşme’ yaptığını itiraf etmek zorunda kalmış ve… ” O işi sabaha kadar sürekli yapıyor, onu durdurmaya imkân yok,” demişti. Benzeri itiraflar, insanı genellikle o alanda efsane olmuş kişiyle boy ölçüşmeye ve elinden gelenin sınırına kadar gitmeye çıkarılmış davetiyedir. Neyse ki ben henüz yeterince gençtim ve o konuda kadınların içimi rahatlatmasına gerek duymuyordum. Ayrıca ben her zaman gizemli bahçelerin ve farklı dünyalarm sağladığı zevklerin peşinde koşmuşumdur. Yalnızca iki kişinin arasında kalan, onların dışında kimseyle paylaşılmayan suç ortaklıklarını severim. O alanda ‘ünlenme’ye yol açan herşey, benim gözümde, büyünün bozulması anlamına gelir. Aşkm gerçek yuvası, her zaman gizliliktir. Ayrıca, sadakat benim için, yalnızca benim tekelimde olan bir anlaşma değildi: Birlikte bağlanılan değerler doğrultusunda karşılıklı gösterilen özveri ve inanç birliğiydi. 1944 Mayısı’nda, Müttefiklerin Normandiya’ya çıkarma yapmasından birkaç hafta önce, gizli bir arazide keşif uçuşu yapmak üzere Lysander’imin kumanda koluna yapışmış giderken, uçak birden ters döndü ve bilincimi yitirdim. O sırada hayatımı ve savaşımlarımı benimle paylaşan kadın bir saat sonra, beni yarak olarak götürdükleri çiftlik evinde başucumdaydı. Allak bullak olmuştu. Oysa durumum, onu bu ölçüde heyecanlandıracak kadar ciddi değildi. Lucienne bana, kaza geçirdiğimi bildiren telefonu aldığında, bir otel odasında, arkadaşlarımdan biriyle yatağa girmek üzere olduğunu söyledi. Onu orada tek bir söz etmeden bırakıp bana koşmuştu. Buysa, sadakat sözünden benim tam olarak anladığım şeydi: aşkın, zevkten önce gelmesi. Tabii, başka türlü de düşünülebileceğini ve bu davranışın tam anlamıyla sevgisizliği ortaya koyduğunun ileri sürülebileceğini de kabul ediyorum. Hatta belki de benim ruh durumumda daha o zamandan gizli bir çatlak bulunduğunu ve bu çatlağın o günden bu yana giderek açılıp, beni bugün içinde bulunduğum duruma getirdiğini düşünmek daha uygun olur. Bu konuda hiç fikrim olmadığı gibi, kendime bahane aradığım da yok. Okuduğunuz bu sayfalarda bir savunma söz konusu değil. Üstelik, bu bir imdat çağrısı da değil; bu metni, denize atmak üzere bir şişenin içine de koymayacağım. İnsanoğlu düş kurmaya başladığından buyana, o kadar çok imdat çağrısı yapıldı, denize o kadar çok şişe atıldı ki, denizi hâlâ görebilmek, denizin yerinde bir şişe yığını görmemek insanı şaşırtıyor. 1963 yılı dolaylarında, onun sevimli milyarder imajıyla şurada burada boy göstermesine ve bunun ona ‘Batı dünyasının bir numaralı playboyu’ unvanını kazandırmasına epeyce sinirleniyordum herhalde. Gözde mankenler, dönemin vazgeçilmez eğlence yerleri olan Ferrari, Bahamalar ve paradan, yaptıkları hizmete karşılık para almayacak kadar gözleri kamaşmış dizi dizi genç ve güzel kadın… Öyle görünüyordu ki Amerikalı zevkten ve kişisel değer ölçülerinden yoksundu ve kendini bütünüyle başkalarının bakışlarına ve iştahına teslim etmişti: Onun için gerekli olan, başkalarınca arzu edilmeyi garanti altına almaktı. O sıralarda o kadar çok erkeğin Marilyn Monroe’yu düşlemesinin sebebi, kendilerinin dışında o kadar çok erkeğin Marilyn Monroe’yu düşlemesiydi… Jim Dooley ye son kez 1963 yılında, Sanayici Thiebon’un, Ospedaletti yakınındaki malikânesinde davetli olarak geçirdiğim birkaç gün sırasında rastladım. Burası, İtalyan kıyılarındaki özel plajların kuşkusuz en güzeliydi. Davetli olarak orada yirmi kişi kadardık. Thiebon o sıralarda altmış sekiz yaşındaydı. Yaşma karşın -belki de yaşı yüzünden- su kayağı şampiyonu olmayı kafasına takmıştı. Suyun üzerinde, insanı şaşırtan kolaylıkla arabeskler çiziyor ve yılların yüküne ve doğa yasalarına müthiş kafa tutarak, figürlerini yaparken bir yandan da bilbocfuet 1 oynayarak, kayaklara ne kadar egemen olduğunu kanıtlayıp, ağzımızı bir karış açık bırakmaktan hoşlanıyordu. Hayranlık uyandıran bir şeydi bu, ama işin bir de can sıkıcı yanı vardı. Ev sahibimiz, gösterilerine saat sabahın dokuzunda başlıyordu ve bütün davetlilerden orada hazır bulunmaları rica ediliyordu. Bu daveti, kibarlığı bozmadan -ya da acıma duygusundan vazgeçmeden- geri çevirmek imkânsızdı. Dolayısıyla da tam takım kumsala iniyor ve yaşlı adamın su üzerinde yaptığı numaralara nazikçe alkış tutuyorduk. Yandan, kel bir akbaba görünüşüyle ve sıskalığıyla suyun üstünde dans ederken, bilboquet’rûn topunu fırlatıp tahta çanağm içine sokuşuyla, bütünüyle dayanılmaz olması için, bir de çengi etekliği giymesi eksikti. Bu dehşette Goya’dan bir şeyler vardı. Çılgınca kahkaha atmakla acıma duygusu arasmda bocalıyorduk. Davetliler korosu yaygarayı basıyordu.
Romain Gary – Biletiniz Buraya Kadar
PDF Kitap İndir |