Diana Gabaldon – Guz Davullari – Kisim 2

“Hayır,” dedi net bir tavırla. Roger telefonu kulağında tutarak pencereden yağmurlu gökyüzüne bakmak için döndü. “Hayatta olmaz. Haftaya İskoçya’ya gidiyorum, söyledim sana.” “Yapma, Rog,” diye ikna etmeye çalıştı dekan. “Bu tam senin yapacağın türden bir iş. Programını da fazla bozmayacak; gelecek ay bu zamanlar İskoçya’da geyiklerini kovalıyor olursun, senin kızın Temmuz’a kadar gelmeyeceğini kendin söylemiştin.” Roger dekanın alaylı İskoç aksanı karşısında dişlerini sıktı, tam da yeniden hayır demek için ağzını açmıştı, ama yeterince hızlı davranamamıştı. “Hem de Amerikalılar, Rog,” dedi kadın. “Konu kızlar olunca Amerikalılar ile çok iyisindir,” diye ekledi ufak bir kıkırdamayla. “Bak şimdi Edwina,” dedi, sabırlı olmaya çalışarak, “bu tatilde yapmam gereken işler var. Ve Amerikalı turistlere Londra müzelerinde çobanlık yapmak bunlardan biri değil.” “Hayır, hayır,” diye temin etti onu. “Turistik kısımlar için gözetçilere para ödedik; senin tek yapman gereken konferansla ilgilenmek.” “Evet, ama- ” “Para, Rog,” dedi kadın, gizli silahını çekerek.


“Amerikalılar dedim. Bunun ne demek olduğunu biliyorsun.” Durdu ve ona asıl rehberleri hastalanmış bir grup Amerikalı akademisyen için, bir haftalık konferans boyunca çalışması karşılığında alacağı parayı düşüneceği kadar süre tanıdı. Normal maaşıyla kıyaslanırsa bu astronomik bir rakamdı. “Ee…” İnadının kırıldığını hissediyordu. “Bu aralar evlenmeyi düşündüğünü duydum, Rog. Düğün için fazladan para kazansan fena mı olur?” “Sana ne kadar kurnaz olduğunu hiç söyleyen oldu mu, Edwina?” diye sordu. “Asla.” Yine kıkırdadı, sonra patron moduna döndü. “Tamam o halde, pazartesi günü planlama için bir araya geliriz,” dedi ve telefonu kapattı. Roger telefon ahizesini çarpmak istedi ama onun yerine yavaşça yerine koydu. Belki o kadar da kötü değildir, diye düşündü kasvetli bir ruh haliyle. Aslına bakılırsa para umurunda değildi, ama yürütülecek bir konferans olması zihnini meşgul edebilirdi. Telefonun yanında duran buruşuk mektubu alıp düzeltti, gözleri paragrafların üstünde onları gerçekten okumaksızın gezindi. Çok üzgünüm, demişti.

Sri Lanka’daki mühendislik konferansına özel davetiyem var. (Tanrım, bütün Amerikalılar yazın konferanslara mı gidiyordu?) Bu değerli bağlantılar ve iş görüşmeleri anlamına geliyor. (Tanrım, biliyordu o asla geri gelmeyecekti!) Bu fırsatı kaçıramam. Çok üzgünüm. Eylül’de görüşürüz. Yazarım. Sevgiler. “Tabii,” dedi. “Sevgiler.” Sayfayı tekrar buruşturup etajerin üstüne attı. Gümüş çerçevenin kenarından sekip halıya düştü. “Bana doğrudan söyleyebilirdin,” dedi yüksek sesle. “Demek başka birini buldun, haksız mıyım? Sen akıllısın bense aptal. En azından dürüst olamaz mıydın, seni küçük kaltak?” Öfkesini boşaltmaya, karın boşluğundaki hissi giderecek bir şey yapmaya ihtiyacı vardı. Bu işe yaramıyordu.

Gümüş çerçevedeki resmi eline aldı, onu parçalara ayırmak, kalbine bastırmak istiyordu. Sonunda yalnızca ayakta durarak resme uzun süre baktı, sonra yavaşça yüzüstü geri bıraktı. “Üzgünüm,” dedi. Mayıs 1971 Konferansın son gününde sıcak basmış, yorgun ve Amerikalılardan bıkmış bir halde üniversiteye döndüğü vakit, kutular onu danışma kabininde bekliyordu. Beş taneydiler, üzerlerine parlak renkli uluslararası gönderi etiketleri yapıştırılmış büyük sandıklar. “Nedir bu?” dedi Roger kuryenin kendisine imzalaması için uzattığı kâğıda bakarken, bir yandan da cebinde bahşiş aranıyordu. “Nereden bileyim?” Sandıkları tüm bahçeyi geçerek danışma kabinine dek taşımaktan ter içinde kalmış ve aksileşmiş olan adam son sandığı da diğerlerinin üzerine pat diye koydu. “Hepsi senindir, dostum.” Roger en üstteki kutuyu şöyle bir yokladı. İçindeki kitap değilse, kurşun olmalıydı. Üstteki kutuyu itince alttakinin üzerine sıkıca yapıştırılmış bir zarfın kenarı göründü. Biraz zorlukla onu çıkarıp açmayı başardı. Bir seferinde bana babanın herkesin bir geçmişe ihtiyacı vardır dediğini söylemiştin, yazıyordu içindeki notta. Bu benimki. Seninkilerle bir arada saklar mısın? Selamlama ya da kapanış faslı yoktu; yalnızca kalın ve köşeli bir tarzda yazılmış “B,” harfi mevcuttu.

Gözlerini bir an nota dikti, sonra onu katlayıp gömlek cebine kaldırdı. Dikkatle çömelerek en üstteki sandığı tuttu ve kollarıyla kaldırdı. İsa aşkına, en azından otuz beş kilo ağırlığında olmalıydı! Roger sandığı ter içinde, kaldığı odaya çıkardı ve ufacık yatak odasına giderek oradaki bir çekmecenin içinde arandı. Bir tornavida ve bir şişe birayla donanmış halde kutuyla uğraşmak üzere geri döndü. İçinde yükselen coşkuyu bastırmaya çalışıyor, ama yapamıyordu. Seninkilerle bir arada saklar mısın? Kız sahip olduğu şeylerin yarısını ayrılmayı düşündüğü bir herife mi yollamıştı yani? “Geçmiş, ha?” diye mırıldandı. “Paketlemene bakılırsa müze kalitesindeler.” Kutunun içindekiler, aralarında talaş bulunan başka kutuların içine konmuştu. İçteki kutular açıldığındaysa, gazete kâğıtlarına sarılmış gizemli yumaklar ve başka küçük kutular çıktı meydana. Sağlam bir ayakkabı kutusu seçti ve içine baktı. Fotoğraflar; kenarları yıpranmış eski olanlar ve renkli, parlak olan yenileri. Stüdyoda çekilmiş büyük bir fotoğrafın köşesi göründü ve Roger onu dışarı çekti. Claire Randall’dı, onu son kez gördüğü haline epey benziyordu; ela gözleri ipek gibi kahverengi buklelerinin altından sıcak ve ışıl ışıl bakıyordu, mükemmel dudaklarında ise hafif bir gülümseme vardı. Kendini bir katil gibi hissederek onu kutuya geri soktu. Gazete kâğıtlarının arasından, durumuna çok uygun bir biçimde ismi Paçavra Ann olan bir bez bebek çıkmıştı.

Boyalı yüzü o kadar solmuştu ki ancak meydan okuyan bir tavırla boşluğa dikili bakan düğmeden gözleri seçiliyordu. Elbisesi yırtılmış fakat özenle onarılmıştı, kumaştan yumuşak gövdesi lekeli olsa da temizdi. Bir sonraki tomardan, kulaklarının arasında hâlâ duran pembe köpükten desteğiyle yıpranmış bir Mickey Mouse şapkası çıkmıştı. Roger onu açtığında “Gökkuşağının Üzerinde”yi çalan ucuz bir müzik kutusu. Sentetik kürkü parça parça dökülmüş oyuncak bir köpek. Rengi atmış, orta boy bir erkek tişörtü. Brianna’ya uyabilirdi, ama Roger bir şekilde onun Frank’a ait olduğunu düşündü. Koyu kahverengi ve yıpranmış bir kadın elbisesi. İçgüdüyle onu burnuna bastırdı. Claire’indi. Kokusu onu canlandırıvermişti; misk ve yeşilliklerin karışımı bir koku… Titreyerek elbiseyi bıraktı. Ivır zıvırların altında daha değerli hazineler vardı. Sandığın ağırlığının kaynağı büyük ölçüde tabanındaki üç yassı tahta kutudan geliyordu. Kutuların içinde pas önleyici gri kumaşa sarılmış gümüş yemek takımları vardı. Her bir kutunun içinde elle yazılmış, gümüşün kaynağını ve tarihçesini belirten birer not vardı.

Kenarlarına düğüm şekli verilmiş, zanaatkârının işareti DG olan ve 1842’de William S. Randall tarafından satın alınmış gümüş kaplama bir Fransız yemek takımı, III. George zamanından kalma eski bir İngiliz desenine sahip, 1776 yılında Edward K. Randall tarafından satın alınmış bir takım ve Charles Boyton tarafından üretilmiş mısır kabuğu desenli, 1903 yılında Quentin Lambert Beauchamp tarafından Franklin Randall ve Claire Beauchamp’a düğün hediyesi olarak alınmış bir başka takım. Roger büyüyen bir şaşkınlıkla, her bir objeyi yanındaki zemine özenle koyarak devam etti. Prestij belirtisi olan ve Brianna Randall’ın şahsi geçmişini belirleyen objeler vardı. Geçmiş, İsa aşkına, neden öyle demişti? Aklına bir düşünce geldiği an birden şaşkınlığı panikle bölündü. Kapağı hızla eline alıp adresi kontrol etti. Oxford. Evet, Brianna paketleri buraya göndermişti. Peki, Roger’ın bütün yaz boyunca İskoçya’da olacağını bildiği ya da düşündüğü halde neden buraya yollamıştı? Nitekim o son dakikada çıkan konferans olmasa, öyle de olacaktı. Bundan da ona bahsetmemişti zaten. Son köşeye küçük ama değerli bir kutunun içinde mücevherler konmuştu. İçinde çeşitli yüzükler, broşlar ve birkaç takım küpe konmuştu. Doğum günü için hediye ettiği bir broş da oradaydı.

Kolyeler ve zincirler de öyle. İki şey ise yoktu. Ona verdiği gümüş bilezik ve büyükannesinin incileri. “Tanrı aşkına.” Yeniden baktı ve tüm ışıltılı ıvır zıvırı masasının üstüne serdi. İnciler yoktu. Aralarına antik altın halkalar dizilmiş, barok stili İskoç incilerinden eser yoktu. Onları Sri Lanka’daki bir mühendislik konferansında takacak hali yoktu. İnciler alelade bir takı değil, ona kalan mirastı. Onları nadiren takardı. Bunlar onunla şey arasında bağlantı- “Yapmış olamazsın,” dedi yüksek sesle. “Tanrım, bana yapmadığını söyle!” Mücevher kutusunu yatağa attı ve fırtına gibi telefon odasına inen merdivenlere koştu. Uluslararası hattı düşürmek sanki sonsuza dek sürdü. Belli belirsiz elektronik vızıltıların arasından bağlantı sinyalini duyması daha da uzun zaman aldı, ardından hafif bir zil sesi geldi. Bir kez çaldı, iki kez, ardından bir klik sesi geldi, kalbi yerinden fırlayacaktı.

Evdeydi! “Üzgünüz,” dedi bir kadının hoş, ruhsuz sesi, “aradığınız numara kullanılmamaktadır.” Tanrım, yapmış olamazdı! Olabilir miydi? Elbette olabilirdi. Hangi lanet olası yerdeydi? Okyanus ötesi telefon çalar ve homurdanır, bağlantı kurulur, hastane santralinin ve sekreterlerin bitmek bilmez aptallıklarıyla uğraşırken, sürekli olarak parmaklarıyla sabırsızca uyluklarında trampet çalıyordu. Fakat sonunda kulağında tanıdık, tok ve derin bir ses vardı. “Joseph Abernathy.” “Doktor Abernathy? Ben Roger Wakefield. Brianna’nın nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu hiç girizgâh yapmadan. Kalın ses şaşkınlıkla yükseldi. “Sizinle. Öyle değil mi?” Roger’ı soğuk terler bastı, sanki böylelikle istediği cevabı elde edebilirmiş gibi ahizeyi daha sıkı kavradı. Olabildiğince sakin bir tonla, “Değil,” demeyi başardı. “Üniversitede derecesini aldıktan ve bir konferansa katıldıktan sonra, sonbaharda gelmeyi düşünüyordu.” “Hayır. Hayır, bu doğru değil. Programını Nisan sonunda bitirdi; kutlamak için onu yemeğe götürdüm.

O sırada diploma törenini beklemeden doğruca İskoçya’ya gideceğini belirtti. Bekleyin bir düşüneyim… Doğru ya, oğlum Lenny onu havalimanına götürdü… ne zamandı? Evet, salı günü… ayın 27’sinde. Yani şimdi oraya varmadığını mı söylüyorsunuz?” Doktor Abernathy’nin sesi telaşlıydı. “Buraya varıp varmadığını bilmiyorum.” Roger’ın boştaki eli sıkılı bir yumruğa dönmüştü. “Bana geleceğini söylemedi.” Kendini derin bir nefes almak için zorladı. “Nereye uçuyordu – hangi şehre, biliyor musunuz? Londra mı? Edinburgh mu?” Bir ihtimal onu ani bir sürprizle, beklenmedik gelişiyle şaşırtmak istemiş olabilirdi. Tamam, gerçekten de şaşırırdı, ama onun amacının bu olduğundan şüpheliydi. Aklından kaçırılmaya, saldırıya uğramaya, IRA bombalamalarına dair görüntüler geçti. Büyük bir kentte tek başına seyahat eden bir kızın başına her şey gelebilirdi. Ve başına gelebilecek şeylerin neredeyse tümü, Roger’ın içine doğan şeyden daha iyi sayılırdı. Lanet kadın! “Inverness,” dedi Doktor Abernathy. “Boston’dan Edinburgh’a, oradan da trenle Inverness.” “Ah, tanrım.

” Bu hem bir dua hem de lanetlemeydi. Eğer Boston’dan salı günü ayrıldıysa, perşembe günü civarı Inverness’e varmış olmalıydı. Cuma günü ise Nisan’ın 30’uydu, Beltane arifesi, kadim ateş festivali, eski İskoçya’nın tepeliklerinin arınma ve bereket ateşleriyle parıldadığı gün. Belki de Craigh na Dun’da kapının en açık olduğu gün. Abernathy’nin sesi kulaklarında bir ördeğinki gibi yankılanıyor, ona bir şeyler soruyordu. Dikkatini ona vermeye çalıştı. “Hayır,” dedi biraz zorlanarak. “Hayır, yapmadı. Ben hâlâ Oxford’dayım. Hiç bilmiyordum.” Aralarındaki boş hava titreşti, sessizlik dehşetle dolmuştu. Sormak zorundaydı. Başka bir nefes daha aldı; sanki aldığı her nefes için ayrıca gayret sarf etmesi gerekiyordu – ve terli elini pantolonuna silerek ahizeyi tutuşunu değiştirdi. “Doktor Abernathy,” dedi dikkatle. “Brianna’nın annesine, Claire’e gitmiş olması da mümkün.

Söylesenize, onun nerede olduğunu biliyor musunuz?” Bu defa sessizlik ihtiyatla doluydu. “Ah… hayır.” Abernathy’nin sesi yavaşlamış, gönülsüz ve dikkatli bir hale gelmişti. “Hayır, korkarım bilmiyorum. Tam olarak değil.” Tam olarak değil. İfade etmek için mükemmel bir yoldu. Roger eliyle yüzünü sıvazladı, hafifçe uzamış sakalları eline sürttü. “Size şunu sorayım,” dedi Roger dikkatle. “Hiç Jamie Fraser ismini duydunuz mu?” Hattan hiç ses gelmiyordu. Sonra derinden bir iç çekiş duydu. “Ah, Tanrım,” dedi Doktor Abernathy. “Demek yaptı.” *** Siz yapmaz mıydınız? Öyle demişti Joe Abernathy, uzun konuşmalarının sonunda; yanından son sürat geçtiği yağmurda flulaşmış trafik işaretlerine doğru düzgün bakmaksızın kuzeye doğru araba sürerken de kafasında işte bu soru yankılanıp duruyordu. Siz yapmaz mıydınız? “Ben yapardım,” demişti Abernathy.

“Eğer babanızı tanımasaydınız, onu hiç görmemiş olsaydınız – ve birdenbire nerede olduğunu öğrenseniz? Onunla bir araya gelmeyi, gerçekte neye benzediğini öğrenmek istemez miydiniz? Ben olsam merak ederdim.” “Anlamıyorsunuz,” demişti Roger, öfkeyle elini alnına sürterek. “Bu evlat edinilmiş birinin gerçek babasının adını öğrenerek, onun kapısında bitivermesi gibi bir şey değil.” “Bana tam da öyle bir şeymiş gibi geliyor.” Tok ses sakindi. “Bree evlatlıktı, öyle değil mi? Bana kalırsa eğer bunun Frank’e sadakatsızlık olacağını düşünmeseydi, daha önce giderdi.” “O değil, kapıda bitiverme kısmından bahsediyorum. Claire size oraya gelene kadar geçmesi gereken yoldan bahsetti mi?” Abernathy, “Evet, bahsetti,” diye sözünü kesti. Sesinin tonu sersemlemiş çıkıyordu. “Evet, pek de döner kapıdan geçer gibi olmadığını söyledi.” “Bu çok iyimser bir anlatım.” Craigh na Dun’daki taş anıtın düşüncesi bile Roger’ın kanını dondurmuştu. “İyimser bir anlatım mı? Siz nasıl bir şey olduğunu biliyor musunuz?” Uzaktan gelen ses ilgiyle incelmişti. “Evet, elbette biliyorum!” Uzun, derin bir nefes aldı. “Üzgünüm.

Bakın, ben… bunu açıklayamam, kimsenin yapabileceğini sanmıyorum. O taşlar… belli ki onları herkes duyamıyor. Ama Claire duyuyordu. Bree duyuyor ve ben de öyle. Ve bizim için…” Claire, Craigh na Dun’daki taşların arasından iki buçuk yıl önce, Kasım’ın ilk günü, Samhain’in kadim ateş bayramında geçmişti. Roger bunu ne zaman düşünse ensesindeki tüyler diken diken olurdu. “Demek herkes geçemiyor ama siz geçebiliyorsunuz.” Abernathy’nin sesi merak – ve belli belirsiz bir miktar da imrenme doluydu. “Bilmiyorum.” Roger bir elini saçlarından geçirdi. Gözleri sanki bütün gece ayakta kalmış gibi yanıyordu. “Geçiyor olabilirim.” “Şu var ki…” Sesini, ve onunla birlikte korkusunu da kontrol etmek için yavaşça konuşuyordu. “Eğer o geçitten geçtiyse bile, nereden ve hangi zamanda çıktığını bilmenin bir yolu yok.” “Anlıyorum.

” Tok Amerikalı sesi, şen şakraklığını yitirmişti. “O halde Claire’in de başarıp başarmadığını bilmiyorsunuz, öyle mi?” Başını salladı; Joe Abernathy’nin gözünün önündeki görüntüsü o kadar netti ki adamın kendisini görmediğini yine unutmuştu. Doktor Abernathy orta boylu, tıknazca, altın çerçeveli gözlükleri olan siyah bir adamdı, ama öyle otoriter bir havası vardı ki karşısındakini adeta sakin olmaya zorluyordu. Roger adamın varlığının telefon hatları aracılığıyla böylesine hissedilebilmesine şaşırmıştı, ama bu duruma müteşekkirdi. “Hayır,” dedi yüksek sesle. Şimdilik bırak böyle kalsın. Şu an telefonda, neredeyse tümüyle yabancı birine her şeyi anlatacak hali yoktu. “O bir kadın; o zamanlar kadınların ne yaptığıyla fazla ilgilenilmiyordu, başlarına cadılıktan yakılmak ya da cinayet işledikleri için asılmak gibi sıra dışı bir şey gelmediği sürece elbette. Ya da öldürülmedikleri sürece.” “Ha ha,” dedi Abernathy, ama gülmüyordu. “Yine de bunu yaptı, en az bir kere. Gitti ve geri geldi.” “Doğru, bunu yaptı.” Roger da bu olasılığa sığınarak kendini yatıştırmaya çalışıyordu, ama zihninin yüzeyine çıkan o kadar fazla başka olasılık vardı ki. “Ama Brianna’nın o derece geriye mi yoksa daha da mı geriye gittiğini bilmiyoruz.

Taşlardan kurtuldu ve doğru zamanda dışarı çıktıysa bile… on sekizinci yüzyılın ne kadar tehlikeli olduğundan haberiniz var mı sizin?” “Hayır,” dedi Abernathy kuru bir sesle. “Ama anladığım kadarıyla sizin var. Fakat Claire orada işini gayet iyi halletmiş gibi görünüyordu.” “O kurtuldu,” diye katıldı Roger. “Yine de şöyle bir tatil yeri sloganı pek tutmazdı: ‘Eğer şansınız varsa hayatta kalıp geri dönersiniz.’” Abernathy, sesinde sinirli bir havayla olsa da buna güldü. Sonra öksürdü ve boğazını temizledi. “Evet. Doğru. Şu var ki – Bree bir yere gitti. Ve bence siz nereye olduğu konusunda haklısınız. Demem o ki ben giderdim. Siz yapmaz mıydınız?” Siz yapmaz mıydınız? Sola çekti, ön farları yanık bir kamyonu geçti ve basmakta olan sise doğru ağır ağır ilerledi. Ben yapardım. Abernathy’nin kendinden emin sesi kulaklarında çınladı.

Inverness, 30, diye okudu tabeladan ve küçük Morris arabasını, ıslak zeminde kaydırarak aniden sağa savurdu. Yağmur asfaltı dövüyordu, yol kenarındaki çimlerin üzerinde bir sis oluşturacak denli kuvvetliydi. Siz yapmaz mıydınız? Gömleğinin göğüs cebine, Brianna’nın kare şeklinde bir fotoğrafının kalbinin üstünde durduğu yere dokundu. Parmakları annesinin madalyonunun yuvarlak sert hatlarına değdi; onu son anda, şans getirsin diye kapıvermişti. “Evet, belki de yapardım,” diye homurdandı, ön camında aşağıya gürül gürül inen suların arasından gözlerini kısarak bakarken. “Ama yapacağımı söylerdim. Tanrı aşkına kadın, neden bana söylemedin?” 2 Inverness’a Dönüş Koridordaki mobilya cilası, yer temizleyici, taze boya ve oda spreyi kokuları insanın genzini yakıyordu. Fiona’nın ev kadınlığı konusundaki büyük hevesinin bu belirtileri bile mutfaktan gelen nefis kokularla yarışamazdı. “Ne şanslı adamsın sen Tom Wolfe,” diye mırıldandı Roger, derin bir nefes alır ve çantasını koridora bırakırken. Lojmanın artık yeni bir yönetimde olduğu belliydi, ama buranın bir lojmandan pansiyona çevrilmiş olması bile temel karakteristiğini değiştirmek için yeterli değildi. Fiona tarafından büyük coşkuyla ve Ernie tarafından biraz daha azıyla karşılandıktan sonra, merdivenlerden çıkıp eski odasına yerleşti ve derhal araştırma işine başladı. Bu o kadar zor bir iş değildi; İskoçlar’ın yabancılara karşı olan merakının ötesinde, beline kadar inen kızıl saçları olan, bir seksen boyundaki bir kadın elbette dikkat çekecekti. Brianna Inverness’e Edinburgh’tan gelmişti. Bundan emindi, çünkü istasyonda görülmüştü. Emin olduğu başka bir gerçekse kızıl saçlı uzun bir kadının bir araba kiralamış ve şoföre kendisini kırsala götürmesini istemiş olduğuydu.

Şoför nereye gittiklerini tam olarak anlamamıştı; kadın birdenbire, “Tamam, burası, beni burada indir,” demişti. “Arkadaşlarıyla buluşacağını, bataklıklarda bir tur yapacaklarını söyledi,” demişti şoför, omuz silkerek. “Yanında bir çanta vardı, üstü başı da yürüyüş için kesinlikle uygundu. Bataklıklarda yürümek için çok yağışlı bir gün, ama bilirsin bu Amerikalı turistler ne delidir.” Eh, en azından bunun ne kadar deli olduğunu biliyordu. Kalın kafasına ve şeytani inadına lanet olsun, eğer böyle bir şey yapacaksa, neden ona söylememişti? Çünkü senin bilmeni istemedi aptal, diye düşündü öfkeyle. Neden böyle olduğunuysa düşünmek bile istemiyordu. Buraya dek ilerlemişti. Onu buradan sonra izlemek için tek bir yol vardı. Claire, o her neyse, onun en açık olduğu zamanın kadim güneş ve ateş bayramları olduğunu düşünüyordu. Görünüşe göre işe yaramıştı – kendi ilk seferinde geçitten Beltane zamanı, yani 1 Mayıs’ta, ikincisinde ise Samhain vakti, Kasım’ın birinde geçmişti. Şimdi de Brianna, Beltane vakti giderek annesinin ayak izlerini takip ediyordu. Bu durumda Kasım’a kadar bekleyecek hali yoktu – Tanrı bilir beş ayda başına neler gelebilirdi! Beltane ve Samhain ateş bayramlarıydı, ama arada bir de güneş bayramı vardı. Yaz gecesi, yaz gündönümü; sırada o vardı. Haziran’ın 20’si, dört hafta sonra.

Bekleyişi düşünerek dişlerini gıcırdattı. Aslında tehlikeyi göze alıp hemen şimdi gitmek istiyordu; ama Brianna’nın peşinden cesurca atılma isteği kendisinin ölümüne yol açacaksa bu kızın hiçbir işine yaramazdı. Şimdiye dek duyup gördüklerinden sonra, taş çemberlerin doğası hakkında yanılsamalara kapılacak durumda değildi. Gayet sessizce, ne hazırlık yapabilirse yapmaya girişti. Akşamları, nehrin üstünü sis bastığında ise, kafasını dağıtmak için Fiona’yla dama oynuyor, Ernie’yle birahaneye gidiyor – ve son çare olarak – hâlâ eski garajda yığılı duran düzinelerce kutuya girişiyordu. Garajın tekinsiz ve mucizevî bir havası vardı; kutular İsa’nın ekmekleri ve balıkları çoğalttığı gibi çoğalıyordu. Kapıyı her açtığında daha fazlasıyla karşılaşıyordu. Babalığının eşyalarını düzenleme işini herhalde ancak kendi ölmeden az evvel bitirebileceğini düşündü. Yine de o an için, zihnini dağıtıp beklerken kendini yiyip bitirmesini önleyen bu sıkıcı iş bir lütuftu. Bazı geceler uyuduğu bile oluyordu. “Masanda bir resim var.” Fiona ona bakmıyordu, dikkatini yıkamakta olduğu tabaklara vermişti. “Bir sürüsü var.” Roger dikkatle bir ağız dolusu çay aldı; sıcak ve tazeydi, ama ağzı haşlamıyordu. Nasıl beceriyordu bunu? “İstediğin bir tanesi var mı? Orada büyükannenin de birkaç pozu var – istediğini alabilirsin, yine de bana bir tane bıraksan iyi olur.

” Bunu duyunca başını kaldırdı, biraz şaşırmıştı. “Ah. Büyükannenin mi? Evet, babamız onları görmekten memnun olur. Ama benim dediğim büyük olandı.” “Büyük olan mı?” Roger onun hangi fotoğrafı kastettiğini düşünmeye çalıştı; çoğu Papaz Efendi’nin tarih öncesinden kalma Brownie’siyle çekilmiş siyah-beyaz pozlardı, ama birkaç tane de büyük resim vardı-biri ailesinin resmiydi, diğeri Papaz Efendi’nin büyükannesinin yas elbisesi içindeki bir dinozora benzediği bir fotoğraftı ve kadının yüzüncü yaş günü şerefine çekilmişti. Fiona onlardan birini kastediyor olmasa gerekti. “Kocasını öldürüp çekip giden o kadınınki.” Fiona’nın dudakları sıkılıydı. “Kocasını öl… Ah.” Roger çaydan koca bir yudum aldı. “ Gillian Edgars’ı kastediyorsun.” “İşte o,” diye yineledi Fiona inatçı bir edayla. “Neden onun bir fotoğrafı var sende?” Roger fincanını masaya koydu ve sabah gazetesini aldı eline, ne söyleyeceğini düşünürken doğal olmaya çalışıyordu. “Ah… Bana biri verdi.” “Kim?” Fiona genellikle ısrarcıydı, ama nadiren bu kadar direkt olurdu.

Canını sıkan neydi? “Bayan Randall, yani Doktor Randall. Neden ki?” Fiona cevap vermedi, onun yerine dudaklarını sımsıkı kapattı. Roger gazeteye olan tüm ilgisini yitirmişti. Onu dikkatle masaya bıraktı. “Onu tanır mıydın?” dedi. “Gillian Edgars’ı?” Fiona doğrudan cevap vermedi, ama çaydanlık örtüsüyle oynayarak hafifçe yana döndü. “Craigh na Dun’daki dikili taşlara gitmişsin; Joycie söyledi. Onun Albert, perşembe günü Drumnadrochit’ten dönerken görmüş seni.” “Gittim, doğru. Bu bir suç değil, öyle değil mi?” Bu konuda espri yapmaya çalışmıştı ama Fiona pek o havada değildi. “Biliyorsun orası garip bir yer, tüm çemberler öyle. Sakın oraya manzaranın tadını çıkarmaya gittiğini söyleme bana.” “Sana böyle söylemeyeceğim.” Roger ona bakarak sandalyesinde geriye yaslandı. Kıvırcık siyah saçları ayağa kalkmıştı; ne zaman telaşlansa eliyle saçlarını karıştırırdı, belli ki şimdi de epey telaşlanmıştı.

“Onu tanıyorsun. Doğru, Claire senin onu gördüğünü söylemişti.” Gillian Edgars’tan bahsedildiğini duyduğunda hissettiği küçük merak kıvılcımı, bir heyecan alevine dönmek üzereydi. “Onu nasıl tanıyayım ki? Ölü o.” Fiona boş yumurta kabını hızla alıp kaldırdı, gözleri içindeki kabuk kalıntılarına takılıydı. “Değil mi?” Roger uzandı ve bir eliyle kolunu tutarak onu durdurdu. “Öyle mi?” “Herkes böyle düşünüyor. Polis onun izini bulamadı.” Hafif İskoç aksanıyla kelime ağzından “palis” gibi çıkmıştı. “Belki de doğru yerde aramıyorlardı.” Kızın al al yüzündeki tüm kan bir anda çekildi. Bir yere gitmeye çalışmasa da, Roger tutuşunu sıkılaştırdı. Biliyordu, lanet olsun, biliyordu! Ama bildiği neydi? “Söyle bana, Fiona,” dedi. “Lütfen… söyle bana. Gillian Edgars – ve taşlar hakkında ne biliyorsun?” İşte o zaman kolunu çekiştirdi, ama gitmedi, yalnızca orada durdu ve yumurta kabını elinde sanki bir kum saaitiymiş gibi çevirip durdu.

Roger ayağa kalktı, o da utangaç bir tavırla geri çekildi ve ona korkulu gözlerle baktı. “O halde bir anlaşma yapalım,” dedi Roger, onu daha fazla korkutmamak için sakin bir sesle konuşmaya gayret ediyordu. “Sen bana bildiklerini anlat, ben de sana Dr. Randall’ın bana o resmi neden verdiğini söyleyeyim… ve neden Craigh na Dun’a gittiğimi.” “Düşünmem gerek.” Hızlıca eğildi ve kirli tabaklarla dolu tepsiyi aldı. Onu durdurmak için tek bir söz edemeden kapıdan çıkıp gitmişti bile. Yavaşça yeniden yerine oturdu. Çok güzel bir kahvaltıydı – Fiona’nın tüm yemekleri harikaydı – ama midesine bir mermer gibi oturmuştu. Fazla heveslenme, dedi kendi kendine. Bunun sonu hayalkırıklığı olurdu. Sonuçta zaten Fiona ne bilecekti ki? Yine de önceleri kendine Gillian – ve daha sonra Geillis – diyen kadının lafı bile onun dikkatini çekmek için yeterliydi. Kenara bıraktığı fincanını aldı ve tadına bakmadan yudumladı. Anlaşmaya uyarak ona her şeyi anlatırsa ne olurdu? Sadece Claire Randall ve Gillian değil, kendi ve Brianna hakkındaki her şeyi de. Bree hakkında düşünmek sanki yüreğindeki havuza atılan bir taştı, her yöne korku halkaları yayıyordu.

O ölü. Fiona, Gillian için böyle demişti. Öyle değil mi? Öyle mi? diye cevaplamıştı Roger, zihninde kocaman yeşil gözleri ve ateşten gelen sıcak rüzgârda uçuşan sarı saçlarıyla zamanın kapılarından uçmak üzere olan bir kadın görüntüsüyle. Hayır, o ölmemişti. En azından o zaman durum buydu, çünkü Claire onunla karşılaşmıştı – yoksa karşılaşacaktı mı demeliydi? Daha önce miydi? Sonra mı? Ölmemişti, ama ölü müydü? Artık ölmüş olmalıydı, yine de… bu karmaşaya lanet olsun! Bu konuda doğru düzgün düşünmek bile mümkün değildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir