Jean Bell – Kosem Sultan, Topkapida Bir Gelin

Güneş, olanca görkemiyle parlıyordu. Boğaziçi’ne ve Halic’e yüksekten bakan imparatorluk konutunu ve minareleri, amber renginde bir ışık, yalayıp geçmekteydi. Sabah, çok güzel geçeceğe benziyordu, zarafet ve umursamazlıkla dolu. Mazgallar boyunca, sımsıkı tunçtan zırhlar içinde, yüzleri, miğferlerinden inen çelik ağla yarı örtülü okçular, nöbet tutuyorlardı. Köşklerin mavimtırak çinkoyla kaplı sütun başlarında Kuran’dan âyetler, Đslam’ın gücünü dile getiriyordu. Üç gümüş ay ile bezeli bir al bayrak, rüzgârda gururla dalgalanıyordu. Orkidenin ve Đzmir yasemininin taht kurduğu çiçek bahçelerini, çepeçevre gürgenler kuşatıyordu. Gizemi içine kapanmış Harem, eşi bulunmaz bir zerafet örneğiydi. Çıkma kuleler somaki mermerden, sundurmalar verniklenmiş kiremittendi. Fidanlıklardan tatlı bir bakam ağacı ve sarısabır kokusu yayılıyordu. Haremin bitişiğindeki avluda, ak serpuşlu haremağaları, büyük bir telâş içindeydiler. Yerleri arı sütüyle cilalıyorlar ve Eyüp halılarını seriyorlardı. Cuma namazı biter bitmez Sarık ve Sorguç töreni, halifenin, geceleri kendisine eşlik edecek olanı seçtiği tören yapılacaktı. Sopalar havada, düdükler dudaklarda, çavuşlar bakireleri, tören salonunda “evrenin seslerinin yankılandığı alanda” topladılar ve değişmez bir protokol uyarınca sıraya dizdiler. Aralarında Rum bir çırak, Kösem adında biri olmasaydı, kızların mutluluğuna diyecek yoktu.


Bu kız, küstahın tekiydi, hayal gücü Şehra-zad’ınkinden de geniş, sanki Đblis’in ordusundan, Şeytanın sağ kolu. Baskılara hiç gelemez, inatçı, alaycı, son derece uzlaşmaz biriydi. Hınç onun için esin kaynağı, başkaldırı ise zafer demekti. Duyduğu öfkenin etkisiyle, padişah divanının yerine bir saman yığını koyacağına, başkentin sokaklarını ortadan kaldıracağına and içiyordu, öyle ki Osmanlılar, kenti ancak yirmi yıl arayıp taradıktan sonra bulabileceklermiş. Güzelliğinin, bir aynanın öğütlerine hiç ihtiyacı yoktu. Đnce bir arabistan yününden biçilmiş bir örtü, mavimtırak perçemleriyle, ipek gibi simsiyah saçlarını örtüyordu. Gülüşünün dünyada üzerine yoktu denebilir. Đnanılmaz bir menekşe rengindeki gözler, yüzünü aydınlatıyordu. Bu yüzde doğa, buz ile ateşi, mavimtırak emaye kıvılcımlarla pembemsi dalgaları bir araya getirmiş, bağdaştırmıştı, güç ve yaşam fışkırıyordu. Renk dalgalanmaları şaşılacak gibiydi: Marmara Denizi’nin kasım ayındaki çelik şimşekleri ya da doğal ortamı içindeki bir zambağın saflığı. Kader yoldaşları onu, kafeslerin en büyüğüne kapatıldığı halde, vahasına yeniden kavuşabilme umuduyla çırpınan ve kış gelip çattığında ölen küçük kuş bülbüle benzetiyorlardı. Kâhya kadınlar ona güvenmiyorlardı. Kendini beğenmiş ve yola gelmez buluyorlardı. Kösem öylesine büyüleyiciydi ki, kadınlar, Süleymani-ye camisinin müftüsüne bile, onu ardarda üç gün yanında alakoyacak olursa mutlaka abayı yakacaktır diye meydan okuyorlardı. Bol bol kullanmaktan çekinmedikleri sopa, gündelik harçlığı, dik başlıların dibini boyladığı Boğaziçi onun sonu olacaktı herhalde.

Altın kelebek gözlüklerinin arkasından, onlara gözlerinde bir tür sessiz ve kibirli parıltıyla meydan okuyan Kösem’i soğuk soğuk süzüyorlardı. Yüksek Ermeni nalınlarının üzerine tünemiş genç Rum kızı koyu renk krepten kabarık bir şalvar giymişti. Al işlemeli bir kuşak, dans etmekten incelmiş belini sımsıkı sarıyordu. Bez yeleğinin üzerine, Rumeli işiyle işlediği bir ibare, tek başına, Tahtı aşağılama sayılırdı: “Namus, kendi zamanını kendi seçer ve zora gelmez.” Çevresine daha iyi meydan okumak için, Balkanların giydiği fesi bir yana bırakmış ve saçlarını, yas tutan bir cariyeye yaraşır biçimde, kara bir türbanın içine sokuşturmuştu. Küstahlık öylesine kanına işlemişti ki, kâhya kadınlar onu azarlamaktan çekiniyor sonunda he] Kösem, I kayıtsız kalıy raydan, dedi şeyi gizleyen, trikalara ve a: Geçmişiniı için ve kendir kapatması yet Bir şiir Son nokta yine şiirle. Yine aşk üzen-ne Nihat Behram’ın yeni kitabı Kun-dak’tan (Gendaş, Şubat 2000, istanbul) Bir Aşk Öncesinin Sızısı şiirinden bir ° “An yine mi gönlümde benim / kuş uçar yana yana / su akar döne done? // Filizlerin yaralısı aşkların / sır – sınır tanımayan düşleri /yine »M teni / asmalarda sürgünlerin belalısı işlerse? // Gizleyemem: / bir yanım duruşundan sığırcık / bir yanım bakışından tomurcuk. // Neyleyim ki: /su ömrümde doyamadı hasretlerin surusu, / aide – gele yol üstünde kanarım; / ne gurbette ne sılada duruldum / ona yai\, çünkü asi kız şişirdiği törene aynaştığı şu sa-kadınlardan, her pi ilerleyen, en- )rdu. “liden yaşamak Đlk için gözlerini Yaşama gözlerini açması bu denli kargaşa içinde olan pek az insan vardır. Anası onu dünyaya getirirken ölmüştü. Babası Theofilos, Atina yakınlarında yoksul bir köyün papazıydı. Aralık ayında bir gece, kızını uyandırarak, bulundukları kilisenin Türk haydutlar tarafından kuşatıldığını haber vermişti. Ona ağlamaması için yalvardı ve bir battaniyeye sardı, sarmaladı. Aynı zamanda hem ekmek fırını, hem oda olarak kullandığı salonda, hamur teknesine tırmanmasına yardım etti. Kız karşı çıkmadan, unun içine gizlendi.

Birden yağmacılar içeri daldılar. Gizlendiği yerden Kösem, babasının haykırışlarını işitti. Herhalde saldırganlara karşıkoyarken öldü. Haydutlar köylüleri kılıçtan geçirdiler, kadınlara el koydular ve zevklerine oyuncak ettiler. Sonradan, onlar uykuya daldığında kız, hamur teknesinden çıkmak istedi, ve talihsiz bir biçimde su testisine çarptı. Türkün biri, onu bacaklarından yakalayıp kendine çekti ve çıplak bedenine sıkıca bastırdı, öyle uyumaya zorladı. Saatler boyu kız, onun soluğunun ve koltukaltlarının pis kokusunu duymak zorunda kaldı. Sabah olunca kızı sımsıkı elinden tuttu. Bir ata atlayıp onu da önüne bindirdi. Sesler, bağrışmalar, birkaç komut ve köy, ateşe verilmişti. Kendine geldiğinde hiçbir şey ona gerçekmiş gibi görünmedi. Yollar bataklığı andırıyordu ve terkisine sımsıkı bağlandığı beygirin ayağı zaman zaman fena halde kayıyordu. Uzakta, bir kervan gördü, kimi develerin eyerlerine sivri tepeli Moğol çadırları açılmıştı ve sarsıla sarsıla ilerleyen bineklerde birbirine sokulmuş, üstü başı dökülen çocuklar göze çarpıyordu. Kösem, sıkı bir gözetim altında, Bosna’nın tüm konak yerlerinden ve kervansaraylarından geçti. Köle pazarıyla ün yapmış bir limanda, onu kaçıran adam, satmaya karar verdi.

Orada toplanmış bulunan alıcılara övüyordu: “Şu kızın tatlılığına bakınız hele! Yay gibi çekilmiş kaşlarına, kalkık burnuna ve kıvır kıvır, lepiska saçlarına bakınız. Doğu’nun hiçbir değerli taşında şu leylak rengi gözlerin parıltısını bulamazsınız.” Güzellik açısından Kösem, acınası bir durumdaydı, saçları uyuzdan dökülmüş, tırnakları bir hastalıktan bembeyaz kesilmiş. Efendisi ona, edepsiz hareketlerle kıvrılıp bükülmesini buyurdu, oradan geçenlerin dikkatini çeksin diye. Kimi zaman yaşlıca kadınlar orasını burasını yokluyorlardi; avuçlarını inceliyor ya da saçlarını çözüyorlardı. Đşi daha ileri götüren kimi kadınlar ise ayaklarını yerden kesip göğüslerine bastırıyor, henüz tomurcuklanan memelerinin sertliğini denetliyorlardı. Gözlerinin rengine kapılan Bosna paşası kızı, satın aldı ve köle pazarının yakınındaki iskeleye götürdü. Orada bir kalyonun ambarına atılan kız, iğrenç görünümlü başka tutsaklarla karşılaştı. Đstanbul’a gelir gelĐ narım. mez, onu padişaha sunmak isteyen paşa, hareme kadın toplayan görevliye teslim etti ve başka söze gerek görmeden çekip gitti. Kösem, saraya girişini hiçbir zaman unutmayacaktı. Haremağaları onu çırılçıplak soydular, kafasını ve kaşlarını tıraş ettiler. Sabunladıktan sonra, yağmur gibi akıtılan kaynar suyun altına ittiler ve çığlıklarına aldırış bile etmediler. Đlk geceler hizmetçilerin bölümünde kaldı. Her hıçkırığında babasının adını anıyordu.

Günler geçip de hıçkırıkları dinmeyince kâhya kadınlar onu Ağlama odasına kapattılar ve gerçekten Topkapı’da yaşamaya değer biri mi diye kuşkuya kapıldılar. Burada keder yasaktı ve her türlü çılgınlığa izin vardı. Uzayıp giden koridorlarda, yolunu bulmaya yarayacak hiçbir işaret noktası yoktu. Odalar adam^1″”1 l™=tn Bir şiir nın eşiğinde, kızın gözlerini bağladılar, onu aralıksız gü kendi ekseninde döndürüp durdular. Gece, gardiyanlar riyorlar, uyuşturucu bitki köklerinden kaynatılmış içe-bunlar onu uyuşturuyor, belleğini yitirmesine yol açıyor Bu uygulamanın sonucunda, başka biri için dayanıln ma uyum sağladı çaresiz. Günün her saatinde yanır okuyan kadınlar, eğitimiyle ilgilendiler. Dininden dönrr tükürmesini buyurdular ve adını unutmasını öğrettiler. Kederli Yürek, kimi zaman Huzursuz Ruh, kimi zaman nü diye adlandırdılar. Geleneklere pek bağlı oldukları nefret etmesini istediler. Olur da, rastlantı sonucu ana görecek olursa (gardiyanı olan kadınlar ana babasını yorlardı), başını çevirmesini ve ona dokunarak veya ö] ne asla izin vermemesini öğütlediler. Madem ki harer de burada onların işine geldiği biçimde yaşamak, başl mak, boyun eğmek ve söz dinlemek zorundaydı. So kez Müslüman gibi abdest alıp, dua etti. Harem cami vazlarıyla sandal ağacından teşbih taneleri arasında gizleriyle tanışmaya başladı. Bunu izleyen aylarda pe Kuran yazısıyla içli dışlı olduğu gibi, bu yazı, çocuk b miş bakışları altında dans eden, eğilip bükülen, küçücük ağızlara benzetildi. Eğitmenleri bu öğrenme hevesini Đslama boyun eğiş olarak yorumladılar ve Türkçeyi kullanışını düzeltmeye uğraştılar, çünkü onlara göre berbat bir Rum şivesiyle konuşuyordu.

Belinin ince olması gerekiyordu, bu yüzden ona sımsıkı bir korse giydirdiler. Yaşı nedeniyle ayaklarını kü8 Son nokta yine şiirle. Yine aşk üzerine Nihat Behram’ın yeni kitabı Kun-dak’tan (Gendaş, Şubat 2000, istanbul) böTüm* Öncesinin Sız,s, şiirinden bir “Ah yine mi gönlümde benim / kus uçar yana yana / su akar döne döne? // Filizlerin yaralısı aşkların / sır – sınır tanımayan düşleri / yine mi sarmış teni / asmalarda sürgünlerin belâlısı işlerse? // Gizleyemem: / bir yanım duruşundan sığırcık / bir yanım bakışından tomurcuk. // Neyleyim ki: / şu ömrümde doyamadı hasretlerin sürüsü, / gide – gele yol üstünde kanarım; / ne gurbette ne sılada duruldum / ona yananm.” cücük tahta kunduralara hapsetmemeye karar verdiler. Kendinden daha genç olan kader yoldaşları bu acımasız işlemden kurtulamamışlardı. Kâhya kadınlar onların ayak parmaklarını kıvırıp sarıyorlar ve acı duymasınlar diye de uyuşturucu ilaçlar içiriyorlardı. Ayaklar oniki yaşındaki bir çocuk ayağı büyüklüğüne hapsedilince harem kadınlarının doğru dürüst yürümesi olanaksızlaşıyordu. Saraydan kaçmaları yasaktı ve Topka-pı’nın koridorlarını uzun süre arşınlamak da kaslarının uyuşmasına neden oluyordu. Günler geçtikçe harem, Kösem’in gözüne, hayaletlerin kol gezdiği bir dünya gibi görünür oldu. Sonbaharda gerçekten hiçbir yeri yaşanılır olmuyordu, hava rutubetliydi, koridorlar küf kokuyordu. Kış onu, en basit ısınma gereçlerinden yoksun, ateşsiz, battaniyesiz yakaladı. Kanını harekete geçirmek için, bir oraya, bir buraya sallanıyor, halfa saplarıyla kendini kırbaçlıyordu. Gece, kendi yatağıyla yanındaki :ın yatağı arasına bir haremağası uzanıyordu, birbirlerine dokunma-ılar diye. On altı yaşına geldiğinde, yeniden özgürlük tutkusuna kaptırdı kendi-ve “üstlerinin” haksızlığına başkaldırdı.

Onlara meydan okumak ve |saygısına yeniden kavuşabilmek için kaçamaklar, kurnazlıklar, sataş-ılar, her yola başvurdu. Kâhya kadınlar haremdekileri üç sınıfa ayırır-kh: siyahlar, sanlar ve maviler. Sarılarla maviler en gözde olanlardı. Dsem ise düzen için bir tehlike oluşturan siyahlar sınıfındandı. Sayısız [ftiş görüyordu ve gardiyanları onun üzerinde yaşatma ve öldürme ıkkına sahiptiler. Kimliklerini ortaya çıkarmaksızın onu zehirleyebilirindi. Gece yer değiştirmesini önlemek için döşeğini serdiği zevcime be-iaz toz döküyor ve her sabah ayak izlerini denetliyorlardı. Asla ödün [ermeyecekleri bir konu vardı: bekâreti. Köle niteliği ve geçmişteki başkaldırı tutkusu yüzünden gedikliler, ya-ıi “evrenin seslerinin yankılandığı avluda” padişaha sunulmak üzere eği-ilen kadınlar arasına girememişti. Boyu da fazla uzundu. Đbrişimle ölçül-lüğünde beş ayak, üç parmak* geliyordu. Bakıra çalan teni, kıvırcık saçan ve gözlerinin garip rengi yüzünden büsbütün yadırganıyordu. Bu oizden bakire yaşayıp bakire ölmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Gel gör ti kader yoldaşları onu, gedikliler arasına yükselebilmek için talihini denemeye razı ettiler. Heyecanlanmıştı, önerilerini geri çevirmedi.

Bir yıl sonra, sarayın en güzel kadınının seçildiği Güller savaşında, altın yaban gülünü kazanmayı ve gedikliler arasına girmeyi başardı. Doğru dürüst giyeceği olmadığından, arkadaşları, bulunduğu konuma yaraşır bir çeyiz * 1,74 m. ‘7H uzun hazırlamak için aralarında para topladılar. Otuz meteliklik gündeliklerinden ona ipekli ve saten giysiler sağlayacak parayı ayırdılar. Đşte o zaman Kösem, inanılmaz, akıl almaz şeylere inanmayı öğrendi. Geçmiş zamanın hayaletlerini uyandırmaktan korkan Kösem, bir daha hiç görmemek üzere yitirdiği, Atina’daki küçük kilise üzerine ve babası Theofilos’un anısına and içti ki, alacağı öç, uğradığı aşağılanmayla eşit düzeyde olacaktır. Haremağaları, padişahın tören salonuna geldiğini haber verdikleri zaman gururla doğruldu, başını dik tuttu. – Dikkat! diye bağırıldığını duydu. Sultan Birinci Ahmed Hazretleri! Padişah, ipek şalvarını hışırdatarak ilerledi, elleri pırlanta yüzüklerle pırıl pırıldı, ince meşin kemerine üç tane hançer sokuluydu. Sinek kovalayıcı-ları saygılı bir aralıkla peşinden geliyorlardı. Đçoğlanlar, saray görevlisi delikanlılar, onu, gümüş saçaklı ve püsküllü bir krmızı ipek şemsiyeyle koruyorlardı. Hiçbir komutan, yüzünden gülümse’ />•’ -;U olmayan bu yakışıklı sultan kadar parlak bir üne sahip değild’ bir tutam saç dalgalanıyordu ve gözleri duru b’ Arabistan’ın az bulunur kokuları yayılıyordu ve bezenmişti. Son derece çekici, gönül çelme geziyor, yolculuk yapıyor, ünlü kişilerle dostlu’ kadaşları arasında çağının en ünlü şairleri gittiği zaman açık renk giyinirdi. Üzücü bir kan kırmızı bir kaftan geçirirdi sırtına ki, r şanın vay halineydi. Bakirelerin gözleri deydiler.

Ellerini göğüslerine kavuşturm rek selam veriyorlardı. Sadece Kösem ya özen gösterdi ve padişaha küstah ‘ kılıcı önünde diz çökmesini, sonra muş gibi elleriyle gözlerini kapatç yapmaya yanaşmadı. O upuzun b radan çıkıp hafif yan döndü ki r demekti. Her zaman pek çabuk parl: sında yumuşar gibi olmuştu. Genç lüyor, hem şaşırtıyordu. Onun az rastlanır aı_ tan çıkartıcı olarak gücünün pekâlâ bilincinde bir k.*. yordu. Zambak tenini büsbütün belirten koyu renk giysiye Da. lı ve geniş alnı, az bulunur bir zekânın belirtisiydi. Çenedeki çukur, ıı<-. ı gücüyle yaşamda kalmayı başarmış olan bu yeniyetme kızın sert yaradı10 lışını yeterince anlatıyordu. Çatılmış kaşları haremde pek çok kötülük görmüş ve hemen hemen tümünü de anlamış olan pırıl pırıl gözlere büsbütün dikkat çekiyordu. Đlk bakışta gönlünü kaptıran padişah, Kuran’da öylesine tatlılıkla sözü edilen o hurilerden biriymiş gibi seyrediyordu kızı. Kendilerine bir kez bakması için adeta dilenen, haremdeki onca gedikliden, canının istediğini seçebilirdi.

Gel gör ki o, herkesi şaşırtan bir davranışta bulundu, sırma işlemeli mendiliyle asi kıza dokundu, böylelikle onu gözdesi yapmış ve gece bastırırken dairesine gelmesini istemiş oluyordu. Hükümdar ayrılır ayrılmaz Kösem, Başkahya kadının, karşısında yerlere dek eğildiğini gördü, kadın, önüne düşüp onu hünkâr hamamına götürdü. Sonradan olan bitenler öylesine çabuk geçti ki, belleğinde bulanık bir iz bıraktı. Mağrip’teki bir sokaktan kaçmışa benzeyen, Sudanlı iki natır, onu soyup lavanta suyu dökülmüş bir banyoya soktular. Büyük bir ustalıkla meme uçlarını ve dişlerini, soluk pembeye boyadılar. Gün boyunca Kösem, kendini Kapalı-Çarşı çocuklarını pek sevindiren o akıllı kukla Karagöz sandı. Kına yakan kadınların elinden kurtulur kurtulmaz, bu kez de dikiş odasına sürüklediler. Orada giysilerini sırtına geçirdi: bir saten içetek, iki dantel gömlek ve içinde boğulacak gibi olduğu, bağcıklı bir korse. Kahyalar açıkladılar: – Gelenektendir, korsenin bağcıklarını çözme ayrıcalığı padişaha aittir. Đşte akik yeşili incilerden altı dizi gerdanlığın. Gerdek odasına girer girmez gerdanlığı imparatorluk yatağının kenarında kopartacaksın. Padişah hazretleri önünde diz çökecek, incilerin dağılmasını önleyecek ve yeniden ipek ibrişime dizecek. Ne olursa olsun sultan, bu sınavdan kaçamaz. Bu gelenek ona, seni kazanmak için gereken sabır, alçakgönüllülük ve çabayı öğretecek.* Kösem, bu geleneği çok iyi biliyordu ama bir türlü Birinci Ahmed’i inci dizerken gözlerinin önüne getiremiyordu.

Đçin için, kahyaların onu bağışlanmaz bir yanlış yapmaya sürüklediklerine inanmaya başlıyordu. Önsezisinin doğruluğundan kuşkusu yoktu, kahyaların odadan çıkmış olmalarından yararlanarak terzi kızları ala-koydu. Onlara dedi ki: – Acaba kaftanımın bağcıklarının üzerinde gizli bir delik açabilir misiniz? Kahyalar bir saatten önce dönmezler. Namaz kılacaklar, akşamın hazırlıklarına bakacaklardı. Bu da size işinizi görmeniz için zaman kazandırır. Saray kadınları sizi hor görüyorlar; sizin hizmetlerinizden ya- * “Geceyi inci dizerek geçirme”, halk deyimi bu garip uygulamadan esinlenmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir