Paul Auster – Köşeye Kıstırmak

Açıklama; Paul Auster, otobiyografik romanı Cebi Delik’te, yazarlığa ilk başladığı yıllardaki sıkıntılı günlerinde takma adla bir polisiye roman yazdığından söz eder. Köşeye Kıstırmak (Squeeze Play) adlı bu roman Paul Benjamin imzasıyla yazılmış ve Cebi Delik kitabına ek olarak bu adla yayımlanmıştır. Okurlarımızı şaşırtmamak için kitabı Paul Auster’ın adıyla yayımlarken, yine okurlarımızı yanıltmamak için de bu açıklamayı yapıyoruz. George Chapman beni aradığında mayısın ikinci salısıydı. Adımı avukatı Brian Contini’den öğrenmiş. Bir soruşturmayı üstlenip üstlenemeyeceğimi sordu. Arayan bir başkası olsa duraksamadan hayır derdim. Zengin bir taşralı ailenin on dokuz yaşındaki kızını bulacağım diye üç haftadır canım çıkmıştı ve o anda isteyeceğim en son şey yeni bir müşteriydi. Aramadığım yer kalmamış; sonunda kızı Boston sokaklarında fahişelik yaparken bulmuştum. Kızın bana söylediği tek şey, “Siktir git polis bozuntusu. Benim anam babam yok, çakıyor musun? Sen geçen hafta köpeğin tekini düzmekle meşgulken ben daha yeni doğuyordum,” demek oldu. Yorgundum, biraz dinlenmeye ihtiyacım vardı. Aile, kızlarının yaşadığını öğrenince, bana fazladan bir para vermişti; o parayı Paris’te yemeye niyetleniyordum. Ama Chapman telefon edince, geziyi ertelemeye karar verdim. Benimle görüşmek istediği konunun, Louvre’daki tabloları seyretmekten daha önemli olduğunu sezdim.


Adamın sesinde bir çaresizlik vardı; konuyu telefonda açmak istemeyişi merakımı gıdıkladı. Chapman’ın başı beladaydı ve bu belanın ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Ertesi sabah dokuzda büroma gelmesini söyledim. Beş yıl önce, Chapman bir beyzbol oyuncusunun bir mevsim içinde yapabileceği her şeyi yapmış; vuruşlarında 0,348’lik ortalamaya ulaşmış, kırk dört tam tur, yüz otuz yedi ara devre atışını başarmış ve üçüncü kalede Altın Eldiven Ödülü’nü kazanmıştı. Bölge maçlarında, lig karşılaşmalarında ve Dünya Kupası’nda hep başarılı olmuştu. Mevsim sona erdiğinde, Chapman’a “Ligin En Değerli Oyuncusu” unvanı verilmişti. Olacak iş değildi. Hangi gazeteyi açsanız Chapman, ya tam tur atışıyla ya savunmadaki insanüstü performansıyla manşetlerdeydi. Çöp grevleri, siyasal skandallar ve kötü hava koşullarıyla çalkalanan o yıl boyunca Chapman dillerden düşmedi. Resmi o kadar sık yayınlanıyordu ki, uykuda bile yüzü gözünüzün önünden gitmiyordu. Aşağı Doğu Yakası’ndaki keşler bile onun adını biliyorlardı; hatta yerel bir radyo istasyonunun yaptığı ankette Chapman’ın adını bilenlerin sayısı, dışişleri bakanının adını bilenlerden daha çok çıkmıştı. Chapman, neredeyse gerçek olamayacak kadar kusursuz bir kahramandı. Boylu boslu, yakışıklıydı; gazetecilerle açık yüreklilikle konuşur; imzasını isteyen hiçbir çocuğu kırmazdı. Dahası, Dartmouth Üniversitesi’nde tarih öğrenimi yapmıştı. Güzel, görgülü, zarif bir karısı vardı.

Chapman beyzbol oynamaktan başka işler de yapıyordu. O deodorant reklamında oynatacağınız tipte biri değildi. Televizyona çıktığında ya Metropolitan Sanat Müzesi’nin tanıtımını yapar ya da göçmen çocuklar için bağış çağrısında bulunurdu. Chapman’ın yıldızının parladığı beyzbol mevsiminin ertesi kış, karısıyla birlikte bütün dergilere kapak oldular. Amerikalılar, Chapmanların hangi kitapları okuduklarını, hangi operaları izlediklerini, Mrs. Chapman’ın poulet chasseur’ü 1 nasıl pişirdiğini, ne zaman çocuk sahibi olmayı planladıklarını ezbere öğrendiler. O sırada Chapman yirmi sekiz, karısı yirmi beş yaşlarındaydı. Herkesin en sevdiği çift olmuşlar, herkesin gönlüne taht kurmuşlardı. Chapman’ın parladığı mevsim benim için hiç unutulur gibi değildi. O yıl her yönden kötü geçmişti. Evliliğim çıkmaza girmiş; Bölge Savcılığı’ndaki işim tatsızlaşmış; borç gırtlağa dayanmıştı. Ne yana dönsem belaya çatıyordum. İlkbahar geldiğinde, çocukluğumun kabuğuna çekilmeye başladığımı fark ettim. Dünyama biraz olsun düzen vermek için, yaşamın daha hâlâ umut taşıdığı bir döneme sığınıyordum. Yeniden ilgi duymaya başladığım şeylerden biri de beyzboldu.

Beyzbolun gerçeklikten kopuk oluşu beni avutuyordu. İçine battığım sıkıntılarla yüz yüze gelmemek için beyzbola sarılıyordum. Beş paralık soygunlar yüzünden yakalanmış Zenci delikanlılar için iddianame hazırlamaktan, boncuk boncuk terleyen şişko polislerle mahkemelerde sürtmekten, herkesi birer kurbana dönüştüren cinayet davalarından usanmıştım. Karımla didişmekten, evliliğimizi hâlâ yürütebilirmişiz gibi numara yapmaktan da sıkılmıştım. Bir köşeye gizlenmiş, gemiyi terk etmeye hazırlanıyordum. Mevsim ilerledikçe, ben de Americans takımının maçlarından başka şey düşünmez oldum; her sabah gazetelerde takımların skor listesine bakıyor, radyoda ya da televizyonda yakaladığım maçların hiçbirini kaçırmıyordum. Chapman öteki oyuncuların hepsinden çok ilgimi çekiyordu; çünkü üniversitedeyken rakip takımlarda birbirimize karşı oynamıştık. Chapman, Dartmouth takımının üçüncü kale sayısını yaparken, ben de Columbia’nın üçüncü kale sayısını yapmıştım. Geleceği parlak bir oyuncu sayılmazdım. Üniversiteden burs alabilmek için 0,245’ lik bir derece yaptım ve üç yıl aynı durumda idare ettim. Chapman üniversite sayı rekorlarını altüst edip büyük lig takımlarından biriyle sıkı bir sözleşme imzalamaya hazırlanırken, ben keyif için oynuyor ve sonunda Hukuk Fakültesi’ne geçmeye niyetleniyordum. Chapman’ı tırmanışa geçtiği o mevsim boyunca izlerken, onu kendimin ikinci kişiliği gibi görüyor; başarısızlıklara şerbetli bir parçam olarak bakıyordum. Aynı yaşta, aynı yapıdaydık, benzer bir eğitimden geçmiştik. Aramızdaki tek fark anatomikti. Dünya onun ayaklarının altındaydı, oysa benim gırtlağımı sıkıyordu.

Chapman stadyumda şeref kürsüsüne çıkıp kupa alırken öylesine coşkuyla bağırıp alkışlıyordum ki, kendi taşkınlığımdan utanıyordum. Sanki onun başarısı beni kurtarabilirmiş gibi geliyordu ve kendi geleceğim konusunda bir başkasına umut bağlamaktan da ürküyordum. Ama o yıl iyice dağıtmıştım. Chapman da öylesine başarılıydı ve başarılarını günden güne öylesine katlıyordu ki, bir anlamda dibe vurmamı önledi diyebilirim. Belki aynı zamanda onun cesaretinden, ataklığından nefret de ediyordum. Oysa o mevsim, Chapman’ın büyük liglerdeki son yılıymış. Ona karşı içten içe bir kıskançlığım vardıysa da, ilkbahar antrenmanlarından hemen önceki bir şubat gecesi, o duygu birdenbire yok oluverdi. Chapman, beyzbolculara verilen bir ziyafetten dönerken Porsche’si bir treylerle kafa kafaya çarpıştı. İlk başta Chapman yaşayacak gibi görünmüyordu. Sonuçta ölümü atlattı, ama sol bacağı yoktu artık. Kazadan sonraki bir-iki yıl George Chapman’la ilgili pek bir şey duyulmadı. Arada sırada “Chapman’a protez bacak takıldı” ya da “Chapman özürlüleri ziyaret etti” gibi kısa haberler yayınlanıyordu, hepsi o kadar. Ama tam akıllardan iyice silineceğini sandığınız sırada, Chapman başından geçenleri anlatan, büyük ilgi uyandıran, toplumun dikkatini yeniden üzerine çeken “Kendi Ayaklarımın Üzerinde Durmak” adında bir kitap yazdı. Amerikalılar ünlülere taparlar; ama yeniden nam salan eski şöhretlere daha da çok taparlar. Yetenekli ve güzel olanlar her zaman hayranlık uyandırır; ama onlar bizden biraz uzakta, gerçek dünyaya hiçbir zaman değmeyen başka bir âlemde yaşarlar.

Trajedi, bir yıldızı insanlarla daha eşit bir düzeye getirir; onun da bizler gibi incinebilir, bizler gibi kırılgan olduğunu kanıtlar ve o yıldız kendini toplayıp yeniden sahnedeki yerini aldığı zaman beynimizde, gönlümüzde özel bir yer kazanır. Chapman bunu gerçekten başarmıştı, hakkını yememek gerek. Kesik bir bacağı, yeni kariyer başarısına dönüştürebilmek her yiğidin harcı değildir. Ama Chapman yeniden üne kavuştuğu andan sonra spot ışıklarından bir daha hiç inmedi. Özürlülerin haklarını savunma hareketinde başı çekiyor; tekerlekli sandalye olimpiyatlarına sponsorluk yapıyor; bu konuyla ilgili parlamento oturumlarına katılıyor, özel televizyon programları yapıyordu. Senatoda bir yer boşaldığı için, önde gelen demokratların bir kısmı onun New York’tan senatör adayı olması için çalışıyorlardı. Denildiğine göre, Chapman da ay sonundan önce adaylığını açıklayacaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir