Simon Beckett – Mezarların Çağrısı

Bir. İki. Sekiz. Çürümenin sayıları. Büyük küçük bütün organizmalar bu orana göre bozulur. Havada, suda, toprakta. Hava şartlarının aynı olması kaydıyla, su altındaki bir cesedin dağılması yüzeyde bırakılan bir cesedinkinin iki katı zaman alır. Toprak altında ise sekiz kat daha fazla. Bir, iki, sekiz. Basit bir formül ve kaçınılmaz bir gerçektir bu. Bir şey ne kadar derine gömülmüşse, o kadar uzun süre sağlam kalır. Bir cesedi gömerseniz, onu ölü eti üzerinde gelişip semiren, leşle beslenen böceklerden uzak tutmuş olursunuz. Normalde yumuşak dokuları sindiren mikroorganizmalar hava olmaksızın işlevlerini yerine getiremezler ve karanlık toprağın soğutucu yalıtımı da çürümenin başlangıç evresini daha da sınırlandırır. Normalde bizzat hücreleri yıkan biyokimyasal tepkimeler, düşük ısı nedeniyle yavaşlar. Başka şartlar altında günler veya haftalar alacak bir süreç aylarca sürebilir.


Hattâ yıllarca. Bazen daha uzun. Işıktan, havadan ve sıcaklıktan tamamen yoksun olduğunda, bir cesedin neredeyse sonsuza dek korunması mümkündür. Soğuk yuvasının koruyucu kozasında, yukarısında geçip giden mevsimlere aldırmadan, hemen hemen durağan bir halde varlığım devam ettirir. Fakat her yerde olduğu gibi, burada da neden ve etki yasası geçerlidir. Tıpkı doğada hiçbir şeyin gerçekten yok olmadığı gibi, hiçbir şey tam olarak gizli de kalmaz. Ne kadar derine gömülmüş olurlarsa olsunlar, ölüler yi “isim nedir?” Kadın polisin yüzü soğuktu… her anlamda. Yanakları çatlamış ve kıpkırmızıydı; kocaman sarı ceketinin üstü, sanki toprağa bağlı bir bulut gibi çökmüş pustan kaynaklanan nemden dolayı boncuk boncuktu. Bana pek de saklamaya çalışmadığı bir antipatiyle bakıyordu… berbat havadan ve böyle bir havada bozkırda ayakta dikilmesinden beni sorumlu tutuyormuşçası-na. “Ben Dr. David Hunter. 11 Emniyet Müdürü Simms beni bekliyordu.” İsteksizliğini dışavurarak klipsli bloknotuna baktıktan sonra telsizine, “Burada Soruşturma Amirini görecek biri var. Bay David Hunter diye biri,” dedi. “Doktor,” diyerek düzelttim.

Bana bakışından umurunda olmadığını açıkça anladım. Telsizden parazit cazırtısı ve anlaşılmaz bir şeyler söyleyen bir ses geldi. Söylenilen her neyse polisin ruh hali düzelmedi. Son bir somurtuk bakışla yana çekilerek, geçmemi işaret etti. Kaba bir tonla, “Dümdüz ilerleyip diğer araçların park ettiği yere gidin,” dedi. “Teşekkürler,” diye mırıldanıp, arabamla o yöne devam ettim. 1 Ön camın ardındaki dünya yer yer pus perdeleriyle örtülüydü. Perde bölük pörçük ve öngörülemez bir şekilde bir an kalkıyor ve tekdüze, ıslak bozkırı gözler önüne seriyor, bir sonraki ansa arabanın etrafına sarılan beyaz bir tül gibi görüşü kapatıyordu. Biraz ileride, bozkırın nispeten düz bir kısmına polis arabaları için geçici bir park yeri oluşturulmuştu. Bir polis eliyle oraya gitmemi işaret etti. Boş bir yere park ederken engebeli zemin üzerinde Citroen sarsılıp sallandı. Motoru kapatıp gerindim. Direksiyon başında uzun bir yolculuk olmuştu, hiç mola da vermemiştim. Beklenti ve merak, durup dinlenme eğilimine baskın gelmişti. Simms beni aradığı zaman pek fazla ayrıntı vermemiş, sadece Dartmoor’da bir mezar bulunduğunu ve ceset çıkartılırken orada olmamı istediğini söylemişti.

Kulağa rutin bir işlem gibi geliyordu, yılda pek çok kez çağrılabileceğim türden bir vaka gibiydi. Fakat geçen on iki ay boyunca, ‘cinayet’ ve ‘Dartmoor’ sözcükleri sadece tek bir adamla eşanlamlı olmuştu. Jerome Monk. Monk, dört genç kadını öldürdüğünü itiraf etmiş bir seri katil ve tecavüzcüydü. Bu vakalar bilgimiz dahilindeydi. Kadınlardan üçü daha çocuk denecek yaştaydı ve cesetleri hiçbir zaman bulunamamıştı. Şayet bu mezar onlardan birine aitse, o zaman diğerlerinin de civarda olma ihtimali yüksekti. Böyle bir durumda, son on yılın en büyük mezardan çıkarma ve kimlik tespiti çalışmalarından biri olacaktı. Bu işin bir parçası olmayı kesinlikle istiyordum. O sabah acele acele hazırlandıktan sonra mutfakta karım Kara’ya, “Cesetlerden orada kurtulduğu zaten hep düşünülen bir şeydi,” demiştim. Bir yılı aşkın süredir, güneybatı Londra’da, Viktorya dönemine ait müstakil bir villada yaşıyorduk, ama hâlâ neyin nerede olduğunu onun bana söylemesi gerekiyordu. “Tamam, Dartmoor büyük bir yer, ama gömülmüş çok fazla ceset de olamaz ya.” Kara, kahvaltısını eden Alice’in olduğu tarafa anlamlı biçimde bakarak, “David,” deyince, yüzümü buruşturmuş ve sadece ağzımı oynatarak pardon demiştim. Normalde işimin tüyler ürpertici ayrıntılarını beş yaşındaki kızımızın önünde konuşmamam gerektiğini bilirdim, ama hevesime yenik düşmüştüm. “Ce-set ne?” diyerek söze girmişti Alice; kenarından ahu-dudulu yoğurt damlayan kaşığı ağzına götürürken bütün dikkatini verdiğinden, kaşları çatıktı.

Bu onun son zamanlardaki yemek modasıydı, mısır gevreği için fazla büyüdüğüne karar vermişti. “Babanın işi sadece,” derken, konuyu unutmasını ummuştum. Büyüdüğünde, hayatın karanlık yüzlerini öğrenmek için bol bol zamanı olacaktı nasılsa. “Niye gömülmüşler? Ölmüşler mi?” “Haydi tatlım, kahvaltını bitir,” demişti Kara. “Baban az sonra çıkmak zorunda, hem okula geç kalmanı da istemiyoruz.” “Ne zaman geleceksin?” diye sormuştu Alice. “Yakında. Sen gittiğimi bile anlamadan eve dönmüş olurum.” Eğilip onu kucağıma almıştım. Küçük vücudu sıcak ve saçma bir şekilde hafifti, ama sanki daha birkaç dakika öncesindeymiş gibi gelen bebekliğine oranla nasıl da ele gelen bir ağırhğa kavuştuğuna hayret etmiştim. Her zaman bu kadar hızlı mı büyüyorlar? “Ben yokken iyi bir kız olacak mısın?” “Ben her zaman iyi bir kızım,” demişti içerleyerek. Masanın üzerine bıraktığım notların üstüne hâlâ elinde tuttuğu kaşıktan yoğurt damlamıştı. “Ay,” diyen Kara kopardığı bir parça kâğıt havluyla yoğurdu silmişti. “Leke kalacak. Umarım önemli değildir.

” Alice dertli bir şekilde, “Özür dilerim babacığım,” demişti. “Zararı yok.” Onu öpüp yere bırakmış, sonra da notlarımı toplamıştım. En üstteki sayfada yoğurdun sıvaşmış lekesi vardı. Notlan bir dosyaya sokmuş ve Kara’ya dönerek, “Gitsem iyi olur,” demiştim. Çantamı bıraktığım salona kadar arkamdan gelmişti. Kollarımla onu sarmıştım. Saçları vanilya kokuyordu. “Seni sonra ararım. Ne kadar kalacağım gittiğimde az çok belli olur. Umarım sadece bir iki gecedir.” “Dikkatli sür,” demişti. İkimiz de evden uzakta olmama alışkındık. Ülkedeki az sayıda adli antropologdan biriydim ve nerede ceset bulunursa oraya gitmek işimin doğası gereğiydi. Son birkaç yıldır, İngiltere içindeki soruşturmaların yanı sıra, yurtdışmdakilere de çağrılmaktaydım.

Mutlaka yapılması gereken bir iş olsa da çoğu zaman tatsız bir işti benimki, üstelik hem maharetimle hem de gitgide artan ünümle gurur duyuyordum. Ama işimin sevmediğim bir yanı vardı. Yalnızca birkaç günlüğüne o beni uyarmalıydı, ama o kadar dalmıştım ki, biri bağırarak seslenene kadar fark etmedim. “Demek yolu buldun ha?” Dönüp bakınca arabadan inen iki adam gördüm. Biri ufak tefekti ve keskin yüz hatları vardı. Onu tanımıyordum, ama yanındaki daha genç adamı tanıdım. Uzun boylu ve yakışıklıydı; kendini bir atletin doğal özgüveniyle taşıyor, o fiyakalı yürüyüşüyle yaklaşırken geniş omuzları bir o yana bir bu yana salmıyordu. Terry Connors’ı burada görmeyi beklemiyordum, ama arabayı gördüğümde anlamış olmam lâzımdı. Cinayet masasının ortaklaşa kullanılan her zamanki sıkıcı arabalarından dağlar kadar uzak olan cart renkli Mitsubishi’si onun gurur kaynağıydı. Terry’yi her gördüğümde hissettiğim karışık duyguları yaşasam da gülümsedim. Kişisellikten uzak polis mekanizması içinde tanıdık bir yüz görmek iyi bir şeydi gerçi, ama öte yandan, nedense Terry ile aramızda hiçbir zaman tam olarak yok olmayan bir gerginlik vardı. “Senin de soruşturmada olduğunu bilmiyordum,” dedim, yaklaşırlarken. Terry sırıtınca yanak kasları toplandı ve ağzındaki kaçınılmaz sakız gözüktü. Onu son gördüğümden bu yana biraz kilo kaybetmişti, o yüzden kare şeklindeki çenesi şimdi daha barizdi. “Soruşturma amir yardımcısıyım.

Senin için kim referans verdi sanıyorsun?” Gülümsememi korudum. Terry Connors’ı ilk tanıdığımda Metropolitan Polis Teşkilatı’nda komiserdi, fakat iş dolayısıyla tanışmamıştık. Karısı Deborah ve Kara aynı doğum öncesi kliniğine giderken arkadaş olmuşlardı. Terry ile ben ilk başta birbirimize karşı ihtiyatlıydık. Meslek alanlarımızın örtüşmesi haricinde ortak pek bir şeyimiz yoktu. Hırslı, vahşi, rekabetçi ve çok gayretli bir sporcu olan Terry’nin kariyeri de başkalarından üstün olacağı bir diğer arenaydı onun için. Kendine güveni ve egosu zaman zaman sinir bozucu olabiliyordu, ama onun idaresinde çalıştığım ve başarıyla sonuçlanmış birkaç vakada ikimizi de rencide edecek bir şey yaşanmamıştı. Derken, bir yıldan biraz uzun zaman önce, Metropolitan’dan transfer olunca herkesi şaşırtmıştı. Nedenini hiçbir zaman bilemedim. Deborah’nm Exeter’daki ailesine daha yakın olmak istediği söylentisini işitmiştik, fakat polislik mesleğinin çok daha dinamik olduğu Londra’yı bırakıp Devon’a gitmesi, Terry gibi birinin kariyeri açısından esrarengiz bir hareket gibi görünmüştü. Onları son görüşümüz taşınmalarından kısa süre önceydi. Dördümüz yemeğe çıkmıştık, ama rahatsız bir ortamda geçmişti. Bütün akşam Terry ile karısı arasında güçlükle bastırdıkları, âdeta cızırdayan bir gerilim vardı; yemek bittiğindeyse hepimiz rahatlamıştık. Her ne kadar Kara ile Deborah daha sonraları da teması kesmemek için göstermelik bir çaba harca-dılarsa da, bu kaybedilmiş bir davaydı ve o zamandan bu yana Terry’yle ne görüşmüş ne de konuşmuştum. Ama bunun kadar büyük bir soruşturmada amir yardımcısı olduğuna göre, belli ki başarılıydı, çünkü böyle bir sorumluluğun bir komiserden daha kıdemli birine verilmesini beklerdim.

Üzerinde büyük bir baskı hissediyor olmalıydı, kilo kaybetmiş olmasına o yüzden şaşırmadım. “Simms’in benim adımı nereden bulduğunu merak ediyordum ben de,” dedim. Gerçi itibarlı bir polis danışmanıydım ve çalıştığım işlerin çoğunu tavsiye üzerine alırdım. Sadece bu seferki tavsiyenin Terry Connors’tan gelmemiş olmasını dilerdim. “Seni çok övdüm, beni hayal kırıklığına uğratma.” İçimden yükselen öfke alevini bastırdım. “Elimden geleni yapacağım.” Yanındaki daha ufak tefek adamı başparmağıyla işaret ederek, “Bu memur Roper,” dedi. “Bob, bu da sana bahsettiğim adli antropolog David Hunter. Çürüyen cesetlere bakıp, bilmek istemeyeceğin kadar çok şeyi söyleyebilir.” Pek bir şeyi kaçırmayacak gözlere sahip memur bana sırıtınca tütün lekeli çarpık dişleri göründü. Baş selamı verirken, kuvvetli bir dalga halinde ucuz tıraş losyonunun kokusu geldi. Yörenin kendine özgü aksanıyla ve genizden gelen bir sesle, “Bu vaka sizin için biçilmiş kaftan olsa gerek,” dedi. “Hele de düşündüğümüz gibiyse.” Terry ona hitaben, kestirme bir karşılıkla, “Ne olduğunu henüz bilmiyoruz,” dedi.

“Sen devam et Bob. David’le konuşmak istiyorum.” Onu başından savışı kabalık smırındaydı. Bu saygısızlık karşısında memurun bakışı sertleştiyse de, sırıtışı hiç bozulmadı. “Anlaşıldı amirim.” Terry onun gidişini yüzünü ekşiterek seyretti. “Roper’a karşı dikkatli ol. Soruşturma amirinin finosudur. O kadar dibinde ki, kıçım da o kaşıyacak neredeyse.” Aralarında kişilik çatışması var gibiydi, ama Terry insanlarla her zaman zıtlaşırdı zaten. Ayrıca iç politikaya karışmak niyetinde değildim. “Cesetle ilgili bir tartışma mı var?” “Tartışma yok. Sadece herkes cesedin Monk’unkilerden biri olduğunu umma konusunda çok istekli.” “Sen ne düşünüyorsun?”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir