Simon Beckett – Ölümün Kimyası

İnsan bedeni ölümünden dört dakika sonra ayrışmaya başlar. Bir zamanlar yaşamı barındırırken, şimdi son başkalaşımlarını geçirmektedir. Kendi kendini parçalama sürecinde, hücreler içten dışa doğru çözülür. Doku önce sıvıya, sonra gaza dönüşür. Canlılığını yitiren vücut başka organizmalar için hareketsiz bir ziyafettir artık. Önce bakteriler, sonra böcekler gelir. Ve sinekler… Yumurtalarını bırakırlar, ardından yumurtalardan larvalar çıkar. Bunlar besin değeri yüksek et suyuyla beslenir ve sonra göç ederler. Ölü bedeni düzenli bir şekilde terk ederlerken, daima güneye yönelen muntazam bir kortej halinde birbirlerini izlerler. Yön zaman zaman güneydoğu veya güneybatı olabilir, ama asla kuzey olmaz. Nedenini kimse bilmiyor. Bu evreye kadar, cesedin kas proteini yıkılmış ve ortaya güçlü bir kimyasal karışım çıkmıştır. Bu, bitkiler için öldürücüdür; larvaların yürüdüğü çimenler o yüzden ölür ve böylece geriye doğru izlenebilen yol, ölümle bir çeşit göbekbağı oluşturur. Yağmurun olmadığı kum ve sıcak ortamlar gibi uygun koşullarda metrelerce devam edebilen bu göbekbağı, birbirini izleyen tombul sarı kurtçukların konga dansı yapar gibi yalpaladıkları kahverengi bir hattır. Merak uyandıran bir görüntüdür ve meraklı olan biri için, olayın kaynağına ulaşmaktan daha doğal ne olabilir? Yates’lerin çocuklarının.


Sally Palmer’dan kalanları bulmaları da böyle oldu. Neil ve Sam, Farnham Ormanının bataklık sınırında sinek kurdu sürüsüne rast geldiler. Henüz temmuzun ikinci haftası olmasına rağmen, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen olağandışı bir yaz yaşanmaktaydı. Sonsuz sıcaklık, ağaçların suyunu buharlaştırıp renklerini yok ediyor, toprağı kavurup kemik gibi sertleştiriyordu. Çocuklar yörenin yüzme havuzu kabul edilen, sazlık bir gölet olan Willow Hole’a gidiyorlardı. Orada arkadaşlarıyla buluşup pazar gününün öğleden sonrasını, dalları gölete doğru uzanan bir ağaçtan ılık, yeşil suya atlayarak geçireceklerdi. En azından öyle sanıyorlardı. Onların sıcaktan bunalmış, uyuşmuş ve birbirlerine karşı sabırsız olduklarını görüyorum. Kardeşinden üç yaş büyük olan on bir yaşındaki Neil, Sam’in biraz önünde yürüyerek sabırsızlığını belli ediyor. Elindeki çubukla yolunun üzerindeki sapları ve dalları kırbaçlıyor. Sam arkasından yorgun, argın gelirken arada bir burnunu çekiyor. Serin bir yaz günü olduğu için değil, saman nezlesi yüzünden; gözleri, de bu yüzden kızarıyor. Hafif bir antihistamin iyi gelirdi, ama bu evrede bundan haberi yok. Yaz boyunca sürekli burnunu çeker. Her zaman ağabeyinin peşinden gölge gibi giden Sam, başı aşağıda yürüdüğünden sinek kurdu sürüsünü Neil değil, o fark ediyor.

Durup inceliyor, sonra Neil’e sesleniyor. Neil ağırdan alıyor, ama Sam’in bir şey bulduğu açık. Etkilenmemiş gibi davranmaya çalışsa da, dalgalanan bir kuyruk halindeki kurtçuklar kardeşi kadar onun da ilgisini çekiyor. İkisi birden kurtçukların üzerine eğiliyor, birbirine benzeyen yüzlerine düşen siyah saçlarını geriye itiyor ve duydukları amonyak, kokusuyla burunlarını kırıştırıyorlar. Her ne kadar sonraları, ikisi de kurtçukların nereden geldiğine bakmanın hangisinin fikri olduğunu hatırlayamasa da, ben Neil’in fikri olduğunu sanıyorum. Sinek kurtlarının yanından görmeden geçip gittikten sonra, otoritesini yeniden kurmak istemiştir. Bu yüzden bence işi başlatan Neil’di; larvaların sazlıktaki bir küme sararmış otun arasından çıktığını görüp o tarafa yöneldi ve Sam de başı çeken ağabeyinin peşinden gitti. Yaklaştıkça kokuyu mu fark ettiler? Herhalde. Sam’in tıkalı sinüslerinden bile geçecek kadar güçlü bir kokudur. Ve herhalde neyin kokusu olduğunu anladılar. Ne de olsa şehirli çocuklar değiller, yaşam ve ölüm döngüsüne aşinalar. Uyku getirici vızıltıları sıcak havayı adeta dolduran sinekler de onları uyarmıştır. Ama buldukları ceset, umdukları gibi bir koyun veya geyik, hattâ köpek cesedi bile değildi. Güneşin altında çıplak ve tanınmaz halde yatan Sally Palmer’ın cansız vücudu, sanki derisinin altında kabarıp keptirerek ağzından, burnundan ve bedeninde sonradan oluşmuş açıklıklardan dışarıya dalga dalga yayılan istilacıların hareketiyle kaynıyordu. Sally Palmer’dan saçılan kurtçuklar önce toprakta öbekleniyor, ardından da çocukların geldiği yöne doğru devam eden o kuyruğa katılıp ağır ağır i Ama aslında olaylar o keşifle başlamamıştı.

Aramızda yaşayan şeyin o yaza kadar asla farkında olmamıştık, hepsi buydu. 2 Manham’a üç yıl önce, yağmurlu bir mart günü akşamüzeri geldim, ıssızlığın ortasında küçük bir platformdan ibaret olan tren istasyonuna vardığımda karşılaştığım ağır yağmur almış doğa parçasında, sanki ne yükselti çizgileri vardı ne de insan yaşadığına dair bir iz. Bavulumla ayakta dikilmiş etrafımdaki manzarayı algılamaya çalışıyordum, yakamdan içeri sızan, yağmurun farkında bile değildim. Dört bir yanımda uzayıp giden bataklık arazi ile düzlükler, yalıtılmış gibi duran ormanlık parçalar tarafından ancak yer yer kesiliyor ve bu çizgisel topografya ufka kadar devam ediyordu. Bu benim Norfolk’a, Düzlüklere ilk gelişimdi. Benim için olağanüstü yabancı görünüyordu. Geniş mi geniş açıklığa iyice baktım; nemli, serin havayı içime çektim ve asgari düzeyde de olsa bir şeylerin çözülmeye başladığını hissettim. Sevimsiz bir yer olabilirdi, ama hiç değilse Londra değildi. Beni kimse karşılamadı. İstasyondan sonra yola nasıl devam edeceğimi kararlaştırmamıştım. O kadar ötesini planlamamıştım. Her şeyle birlikte arabamı da satmış ve köye nasıl gideceğimi hiç düşünmemiştim bile. O günlerde pek berrak düşünebiliyor değildim henüz. Ama bir şehirlinin kibiriyle düşünecek olsaydım, taksilerin, dükkanların, ne bileyim bir şeylerin olduğunu varsayardım. Fakat taksi durağı (ilan yoktu, hattâ bir telefon kulübesi bile yoktu.

Bir an cep telefonumu başkasına verdiğime hayıflandım, sonra bavulumu yerden alıp yola doğru ilerledim. Yolda iki seçenek vardı, sola ya da sağa gitmek. Hiç tereddütsüz sola yöneldim. Sebebi yoktu. Birkaç yüz metre sonra, rengi atmış, tahtadan bir yol işaretinin olduğu bir kavşağa ulaştım. Tabela yan yatmış olduğundan sanki ıslak toprağın altında bir noktayı işaret ediyordu. Ama en azından, doğru yönde ilerlediğimi söylüyordu. Nihayet köye vardığımda hava kararmak üzereydi. Yürürken yanımdan bir iki araba geçti ama durmadılar. Onlar dışında gördüğüm ilk yaşam belirtisi, birbirlerinden uzak ve yoldan epeyce içeride kalan birkaç çiftlikti. Sonra grileşen havada ileride bit kilisenin kulesini gördüm, yarısı sanki çayıra gömülü gibi görünüyordu. Buralarda kaldırım vardı. Her ne kadar dar ve yağmurdan kayganlaşmış olsa da, tren istasyonundan beri yürüdüğüm yol kenarındaki çimenlikten ve çalı çitlerin arasından daha iyiydi. Yol bir kez daha kıvrıldı ğında, tesadüfen karşınıza çıkana kadar neredeyse gizlenmiş halde duran köy gözünüzün önüne seriliyordu. Pek de kartpostallardakı köylere benzemiyordu, içinde çok fazla yaşanılmış, çok fazla yayılmış hali, İngiliz köyü imgesiyle uyumsuzdu.

Dış kesimlerinde savaş öncesinden kalma evler vardı, ama biraz ileride bunlar yerlerini duvarları iri çakmaktaşlarıyla döşeli taş kulübelere bıraktı. Köyün içlerine iyice yaklaştıkça evler yaşlandı, her adımım beni tarihte daha da geriye götürdü. Çiseleyen yağmurla cilalanan, bir araya toplanmış kulübeler yaşamsız pencerelerinden bana ifadesiz bir kuşkuyla bakıyordu. Bir süre sonra yol kenarında kapalı dükkanlar belirdi, arkalarında ıslak akşam alacasına karışan daha başka evler vardı. Bir okulun, sonra bir birahanenin önünden geçip köy parkına ulaştım. Park nergislerle ışıl ışıldı; yağmur altında öne arkaya sallanırlarken çan şeklindeki sarı çiçekleri, sepya tonlarına bürünen dünyada insanı şok edecek kadar canlı renkteydi. Parkta bir kule gibi yükselen ihtiyar, devasa atkestanesi ağacının çıplak siyah dalları alabildiğine uzanıyordu. Onun arkasında, yan yatmış, yosunlanmış mezar taşlarıyla dolu bir mezarlığın çevrelediği, kulesini yoldan gördüğüm Norman kilisesi vardı. Diğer eski yapılar gibi onun da duvarları çakmaktaşıyla döşeliydi; sert, yumruk büyüklüğünde taşlar doğa şartlarına meydan okumuştu. Ama etraflarındaki daha yumuşak harç havanın ve zamanın etkisiyle bozulup yıpranmış ve kilisenin pencereleriyle kapısı yüzyıllar içinde zemin kaydıkça hafifçe yamulmustu. Durdum. İleride yolun daha başka evlere götürdüğünü görebiliyordum. Belli ki hemen hemen bütün Manham bu kadardı. Bazı pencerelerde ışıklar görülüyordu, ama başka yaşam belirtisi yoktu. Yağmurun altında duruyordum, ne yöne gideceğimden emin değildim.

Sonra bir ses duydum ve mezarlıkta iki bahçıvanın çalıştığını gördüm. Yağmuru ve havanın kararmaya başladığını fark etmemiş gibi, eski mezar taşlarının etrafındaki otları tırmıkla toplayıp temizlik yapıyorlardı. Ben yaklaşırken de kafalarını kaldırıp bakmadılar, işlerine devam ettiler. “Doktorun muayenehanesi nerede, söyleyebilir misiniz?” diye sordum yüzümden sular damlarken. İşlerini bırakıp bana baktılar; büyükbaba ve torun olmalıydılar, aralarındaki yaş farkına rağmen birbirlerine çok benziyorlardı. İkisinin de yüzünde aynı durgun, meraksız ifade vardı, peygamberçiçeği mavisi sakin gözlerle öylece bakıyorlardı. Yaşlı olan, parkın diğer tarafındaki iki yanı ağaçlı dar patikayı işaret ederek, “İşte orada.” dedi. Şivesinden bir kez daha anladım ki, artık Londra’da değildim, sesli harfleri birbiriyle kaynaştırması şehirli kulaklarıma yabancı geliyordu. Ben teşekkür ederken, onlar işlerine geri dönmüştü bile. Patikaya ilerledim, yola doğru sarkan dalların arasından damlarken yağmurun sesi yükseliyordu. Biraz sonra dar bir araba yolunun girişini kesen geniş bir kapıya ulaştım. Kapı dikmelerinden birine çakılmış tabelada ‘Bank House’, altındaki pirinç plakanın üzerindeyse ‘Dr. H. Maitland’ yazılıydı.

İki yanında porsukağaçlarının yükseldiği araba yolu önce bakımlı bahçelere doğru hafif bir yokuşla yükselip, sonra George dönemi tarzı gösterişli bir evin avlusuna doğru iniyordu. On kapının bir tarafındaki eskimiş dökme demir çubuğa tabanlarımı sürterek ayakkabılarımın altındaki çamuru kazıdıktan sonra, ağır tokmağını kaldırıp kapıyı gürültüyle çaldım. Tam bir kere daha çalmak üzereydim ki, kapı açıldı. Saçları tamamen koyu gri olan, orta yaşlı, etine dolgun bir kadın bana dikkatle bakarak, “Buyrun?” dedi. “Dr. Maitland’i görmeye gelmiştim.” Kadının kaşları çatıldı. “Muayenehane kapandı. Ve korkarım doktor şu an ev vizitesine gitmiyor.” “Yo… şey, kendisi beni bekliyordu.” Bu lafıma hiçbir karşılık gelmeyince, yağmur altında bir saat yürüdükten sonra ne kadar pejmürde göründüğümün farkına vardım. “İş için geldim. David Hunter?” Kadının yüzü aydınlandı. “Ah, çok özür dilerim! Anlayamadım. Sandım ki… içeri girin lütfen.

” Geri çekilip beni içeri aldı. “Aman Tanrım, sırılsıklam olmuşsunuz. Çok mu yürüdünüz?” “İstasyondan buraya kadar.” ‘Tren istasyonundan, mı? Ama kilometrelerce uzakta orası!” Bu arada paltomu çıkarmama yardım ediyordu. “Treniniz geldiğinde niye bizi arayıp haber vermediniz? Sizi alması için birini gönderirdik.” Yanıtım yoktu. Doğrusu bu hiç aklıma gelmemişti. “Bekleme odasına buyrun. Orada ateş yanıyor. Ah, hayır, bavulunuzu burada bırakabilirsiniz, kimse çalmaz;’ dedi paltomu asmış geri gelirken. Gülümseyince yüzündeki gerginliği apaçık ilk o zaman fark ettim. Daha önce kibarlıktan az ve öz konuşuyor sanmıştım, ama asıl sebep yorgunluktu. Beni ahşap panelli, geniş bir odaya götürdü. Zamanla yıpranmış, deri yüzlü bir Chesterfild kanepe, kor halinde bir odun yığınının olduğu şöminenin karşısındaydı. Yerdeki iran halısı eski ama hala güzeldi, kıratından gözüken çıplak döşeme tahtaları koyu toprak renginde cilalanmıştı.

İçerideki çam ve odun dumanı kokusu çok hoştu. “Lütfen oturun. Dr. Maitland’e geldiğinizi haber vereyim. Bir fincan çay ister miydiniz?” Bu da artık şehirde olmadığımın işaretlerinden biriydi. Şehirde kahve diye sorarlardı. Kadına teşekkür etlim ve o odadan çıktıktan sonra gözlerimi ateşe diktim. Dışarının soğuğundan sonra, odanın sıcaklığı uykumu getiriyordu. Fransız pencerenin dışındaki dünya şimdi tamamen karanlıktı. Camda yağmur damlalarının pıtırtısı vardı. Kanepe yumuşak ve rahattı. Gözkapaklarımın kapanmaya başladığını hissediyordum. Tam kafam düşüyordu ki, neredeyse panikle ayağa fırladım. Bir anda kendimi yorgunluktan bitmiş, hem fiziksel hem de zihinsel olarak tükenmiş hissettim. Ama uyuyacağım korkusu daha da büyüktü.

Kadın odaya geri döndüğünde hâlâ ateşin önünde ayakta dikiliyordum. “Gelmek ister misiniz? Dr. Maitland çalışma odasında.” Koridorda onu takip ederken ayakkabılarımız döşeme tahtalarını gıcırdatıyordu. Kadın koridorun sonundaki bir odanın kapısını hafifçe tıklattı ve cevap beklemeden doğal bir aşinalıkla açtı. İçeri girmem için geri çekilirken bana yine gülümsedi. “Bir iki dakika içinde çaylarınızı getiririm,” dedi kapıyı çekip dışarı çıkarken. Çalışma odasında masada bir adam oturuyordu. Bir an birbirimize dik dik baktık. Oturduğu yerden bile uzun boylu olduğunu anlayabiliyordum; güçlü bir kemik yapısı, derin çizgili bir yüzü ve griden çok beyaza yakın denebilecek sık saçları vardı. Ama siyah kaşları zayıflığı akla getirebilecek her şeyle çelişiyordu ve kaşlarının altındaki keskin ve uyanık bakışlı gözleri bir çırpıda beni süzdüğünde, aldığı izlenimin ne olabileceğine dair hiçbir tahminim yoktu. Pek iyi görünmediğim için ilk kez hafifçe rahatsızlık duydum, “Yüce Tanrım, sırılsıklamsınız!” Bağıran sesi sert ama dostçaydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir