Steve Martini – Yargıç

LENORE GÜLE BENZERDİ: Koyu renk tenli, uzun ve ince. Pırıl pırıl gözlerle dişler ve zaman zaman kendine özgü tavırları ile batırdığı dikenleri. Davenport bölgesinde üç yıl önceki kısa süreli özel savcılık görevimden beri, Lenore Goya ile arkadaştık. Mahkemede karşı karşıya geldiğimiz bir iki küçük dava hariç, Nikki’nin cenazesinden beri onu görmemiştim. Birçok kere çeşitli nedenlerle aramayı düşünmüş ama her defasında bu isteğimi bastırmıştım. Karısını yeni kaybetmiş ve yalnızlık çeken adam görüntüsü vermek istemediğim için bütün arzularımı sessizce kontrol altına almıştım. Buna rağmen, beni aradığında sesimdeki heyecanı algıladığından emindim. O akşam, nehir kıyısındaki Angelo’nun Yeri’nde buluşacaktık. Angelo’nun Yeri, hafif esintilerin başınızın üstündeki Japon fenerlerini titreştirdiği, masaların suyun kenarındaki iskelenin üstüne kurulduğu canlı, neşeli bir yerdi ve yanındaki marinada kayıklar gider gelirdi. Her zamanki gibi şık giyinmiştim. Hazırlanması en az iki saatini almış biri gibi görünüyordum. Aslında bu buluşmanın eğlenceden çok iş için olduğunu hissediyordum ama yine de umutluydum. Onu gördüğümde içeri giriyordu. Bir kat üstümde, terastaydı. Lenore, pilili, çiçekli eteği ve yuvarlak yakalı, parlak pastel hırkası ile ortama uygun giyinmişti.


Lenore, bahar esintisi gibiydi. Beni gördü ve el salladı. Ben de aynı doğal, canlı ifadeyle karşılık verdim. Kendi kendime sadece yemek için buluşan iki iyi arkadaş olduğumuzu söylüyordum ama yine de kalbim çarpıyordu. Bu akşam, hem vücut hem de ruh olarak çok narin ve kıvrak görünüyordu. Lenore’ın heykeltıraş elinden çıkmış gibi düzgün olan elmacık kemikleri ve burnu, kendisi ile ilgili her konuda son derece keskin ve doğrudan konuştuğu izlenimini verirdi. Çoğu boş olan masalara doğru ilerledi. İnsanlar akşam soğuğunda üşüdükleri için içeride oturuyorlardı. Başkente doğru dürüst yaz gelmezdi hiç. Yaklaşırken birkaç baş ondan yana çevrildi. Lenore bulunduğu her mekânda odak noktası olabilen o çarpıcı kadınlardan biriydi. Akdeniz kökenli görünüşüyle, egzotik havasıyla sanki cennet bahçesindeki Havva’nın günah işlemeden önceki haliydi. “Ne kadar harika bir yer,” dedi. Yanağıma dokunurken kolumu hafifçe sıktı. “Çok uzun zaman oldu.

” “Biraz,” dedim. Sakin davranmaya çalışıyordum. Ona harika göründüğünü söyledim ve oturması için sandalyesini çektim. Sonra çantasının kenarından kıvrılarak zar zor kendi yerime geçtim. Bir eliyle ağzını kapatarak güldü. Gözlerimiz karşılaştı ve onun gözlerindeki kıvılcımı gördüm. Benimle alay edişinde bile büyüleyici bir şeyler vardı. Onu sık sık düşlerimde görürüm, ama pek alışılmış biçimde değil. Düşlerim yaşadığım o andan esinlenir: Adrian Chambers kocaman gövdesiyle üzerime çökmüş, metal bir kazığı göğsüme doğru savururken, Lenore havada şimşek gibi çakar. Eski zamanlardaki savaş tanrıçalarından biri gibi ateş ve rüzgârla birlikte gözleri kamaştırarak ortaya çıkar. Bundan söz etmedik, ama ne konuşursak konuşalım o korkunç olayı düşünmeden edemiyorduk. Lenore benim hayatımı kurtarmak için adamı öldürmüştü. Şakalar yaptık, eski ortak dostlarımızdan, hemen hemen aynı yaşta olan çocuklarımızdan konuştuk. Lenore’ın Sarah’dan biraz büyük iki kızı vardı. “Kızının boyu çok uzamış olmalı,” dedi.

“Her geçen gün daha çok Nikki’ye benziyor,” dedim. Hüzünlendi. Gözleri uzaklara daldı. Annesiz bir çocuğu düşünmek onun için çok üzücü olmuştu. Annelik duyguları güçlüydü. “Nasıl başarıyorsunuz?” Bu sorudaki “siz” kelimesi ile Sarah ve beni kastediyordu sanırım. “Alışıyoruz,” dedim. “Ama Sarah için çok daha zor.” “Ama onu özlüyor olmalısın,” dedi. “İsmini söylediğinde gözlerinden belli oluyor.” Söylediği doğruydu. Karşı çıkmadım. Ama konuyu başka bir yöne, Lenore’ın yeni işine çevirdim. Belli ki yanlış konu seçmiştim. “Bazen iyi oluyor,” dedi.

“Ama genelde pek memnun değilim.” Lenore bir yıl kadar önce savcı başyardımcılığı görevine getirilmişti. Belki de bu yüzden fazla görüşememiştik. Aynı ringin iki zıt köşesinde iplerin yanında zıplayan aptal boksörler gibiydik. Henüz mahkemede hiç karşı karşıya gelmemiştik ve bu gerçekleştiğinde arkadaşlığımızın bundan nasıl etkileneceğini merak ediyordum. Çalıştığı büroda fırtınaların kopmakta olduğu yolunda söylentiler vardı. Lenore’ı işe alan Duane Nelson yargıç olmak için bürodan ayrılmıştı. Yerine Coleman Kline adında daha sert ve güvenilmez birisi tayin edilmişti. Adam bölge müfettişlerinin politik uşağıydı ve ofise kendi adamlarını yerleştirmek için hummalı bir çalışma içindeydi. Lenore, her gün işe gittiğinde kapının arkasında kan lekeleri aradığını ve işine son verilen kişilere belgelerini dağıtan Wendy adındaki ölüm meleğinin, oradan geçip geçmediğini merak ettiğini söylüyordu. “Çok fazla insanın işine son verdiler,” dedi. Devlet koruması altında olmadığından ve göze batan bir kişi olduğundan dolayı Lenore da hedef kişi haline gelmişti. Geçen seçimlerde çalışan bir düzine dalkavuk şimdi Lenore’ın işine göz dikmiş, onu kapı dışarı etmek için fırsat kolluyordu. Garson geldi ve içkilerimizi söyledik. Kısa bir sessizlik oldu.

Bu sürede, nehrin yukarısına doğru seyreden motorlu bir teknenin suda bıraktığı yeşil ışığı seyreden Lenore’ı süzdüm. Tekrar bana döndüğünde bakışlarımı yakaladı. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Buluşmamızın onun iş yerindeki değişimden doğan sıkıntılar ile ilgisi olduğundan kuşkuluydum. “Beni çekici bulduğun için aradığına inanmak isterdim,” dedim. “Sen başka bir gizli nedeni olduğunu mu düşünüyorsun?” Güldüm. “Sen çok çekicisin.” Bunu söylerken gözleri iskelenin altından akan karanlık sular gibi parlıyordu. Yanaklarında gamzeleri belirmişti. “Ama?” dedim ve cümlenin sonunu getirmesini bekledim. “Yardımın gerek,” dedi. “Bir arkadaşım var. Başı dertte bir polis memuru… ” — BÖLÜM 1 İKİ SEÇENEĞİNİZ VAR,” dedi Acosta. “Adamınız ya itiraf eder, ya da…” “Ya da ne, işkence mi?” diye sordum. “Eğer isterseniz onu da yaparız,” der gibi yüzüme baktı.

Armando Acosta’nın aslında başka bir çağda hüküm sürmesi gerekirdi: Ona bakınca insanın aklına karanlık duvarlarından zincirler sarkan, titreşen meşalelerin aydınlattığı, havada yoğun bir küf kokusunun olduğu ve siyah başlıklar giyen, ellerindeki araçları bir an önce onun emriyle acı vermek için kullanmayı bekleyen, kıllı, varil göbekli adamların bulunduğu zindanlar geliyordu. “Cevizkafa”, zamanlaması kötü bir adamdı. Onun İspanyol Engizisyonu döneminde yaşamış olması gerekirdi 15. şubenin arkasında bulunan odasında ölü yaz havasını soluyarak oturuyorduk. Bu odanın kendine özgü bir kokusu vardı. Lise öğrencisinin kirli donunu tıktığı jimnastik dolabının küf kokusunun aynısı. Adliye binasına yapılacak ek bölümler için yedi milyon dolar harcayan ilçe yönetimi şimdi havalandırma filtrelerini değiştirecek parayı bulamıyordu. İşte, size hükümetin geri zekâlılığının mermerden bir anıtı. Acosta, püsküllü deri koltuğunun yastığına iyice gömüldü. Manikürlü elinin parmaklarından biriyle derin bir düşünüş içindeymişçesine dudağını kaşıyordu. “Onu tutuklatacağım,” dedi. “Ve hiçbir ayrıcalık tanımayacağım. Özel muamele yok!” Hâkimliğin, dokunulmazlık hakkı sayesinde, sistemimizde otoritenin hâlâ kötü amaçlı kullanılabildiği tek meslek olduğu gerçeğinin bir kez daha onaylanmış olması belli ki Acosta’nın çok hoşuna gitmişti. Özellikle burada, kendi özel odasının gizliliği içerisinde. “Hapishanemiz tıka basa dolu,” Bunu bir fırsatmış gibi söylüyordu.

“Ve koğuşta yatan bir aynasızın başına neler gelebileceğini de biliyorsun. İçerideki heriflerin hemen hemen hepsi birer hayvandır. Ona kim bilir neler yaparlar… ” Önündeki kâğıda asılmış bir adamın resmini çiziktirmeye çalıştı, ama çizdiği daha çok, bacağından çengele asılmış bir et yığınına benziyordu. Acosta’nın sözünü ettiği kişi olan müşterim Tony Arguillo, otuz yaşlarında, yakışıklı ve şehir polis kuvvetlerine dört yıl önce katılmış çaylak bir memurdu. Şimdi büyük jüri tarafından yargılanmayı bekliyordu. Lenore ile uzaktan akrabalığı vardı, kuzeninin kuzeni ya da onun gibi bir şey. Ama görünüşe göre, kan bağından öteydi bu yakınlıkları. Tony ile Lenore, Los Angeles sokaklarının zorlu koşullarında birlikte yetişmişlerdi. Belli ki Tony fiziksel güç, Lenore da beyindi. Arguillo şimdi Polis Birliği ile şehri yönetenler arasında oynanan ve giderek sertleşen bir masa tenisi oyunundaki pinpon topu olmuştu. Cevizkafa son olarak, Belediye Başkanı ve Şehir Meclisi sahasından yaptığı sıkı bir vuruşla müvekkilimi filenin ötesine, sendikanın sahasına göndermişti, hem de kıç üstü. Şehir yönetimi, polise yasadışı olarak aktarılan bir miktar parayı ortaya çıkarmıştı. Şüphe yok ki, sendika bu mavihastalığa hızlı bir tedavi bulmuş ve hastaları bir bir toplamış olsaydı, işin peşini hemen bırakacaklardı. Acosta, doğru olanı yaptığı takdirde kendisine seçimde destek verebilecek politikacılara yağ çekmekle meşguldü. Beceremezse ona çok çalışması gerekmeyen basit bir iş vereceklerdi.

Cevizkafa, polis sendikasını yıkmak istiyordu. Çünkü onlar gelecek seçimlerdeki rakibini destekliyorlardı ve kendi seçtikleri adaylarına büyük miktarlarda para akıtıyorlardı. Birçok yargıç için söylenenler doğrudur. Başlıca meziyetleri, valiyi tanıyan kanun adamları olmalarıdır. Nefret ettiğim bu yargıç, müvekkilimin yakasına fena yapışmıştı. Maalesef başlarda küçük, önemsiz miktarlarla işe başlayan Tony Arguillo işleri birdenbire büyütmüştü. Ortada bazı sendika aidatlarının ve emeklilik fonlarındaki paraların üst düzey sendika yöneticilerinin ceplerine gittiğine dair belirgin kanıtlar vardı. Olaylar, savcıların görmezden gelemeyeceği bir şekilde kamuoyunun gündemine gelmeye başlamıştı. Bu paraların esas miktarı hakkında konuştuk. Ben bunların dedikodu, varsayım, ya da asılsız iddialar olduğunu söyledim. Savcının kesin hesabı çıkarmamış olması için dua ediyordum. Acosta ahlaki çöküşe isyan eder gözükmeye çalışıyordu. Bu kendi sınırlı erdemleri ile hasır sapları kullanarak altından bir ağ örmeye çalışmak gibiydi. “İnanabiliyor musun?” dedi. “Polis memurları havaalanında bu şehrin güvenli olmadığını yazan el ilanları dağıtıyorlar.

Bu küstahlığa inanabiliyor musun?” Bunu fısıldayarak ve sımsıkı kapalı dişlerinin arasından tıslayarak söylemişti. Kapının dışında ayçiçeği çekirdeği çiğneyen ve kabuklarını halı kaplı zemine tüküren muhafızının söylediklerini duymasını istemiyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir