Mario Luzi – Simone Martini’nin Dünyevi ve Semavi Yolculuğu

Şairin yolcu ile özdeşleştirildiğini hepimiz biliriz: çoğu zaman bir odada, bir yazı masasında, papirüsün ak, opak yüzünde çıkar yola, sancılı dönenir hem, ve döner sonra; tekrar ayrılmak üzere. Yazıya sürgündür; yaşar, sınar ve öğrenir. Hayatın akışında, o tuhaf, anlaşılmaz mayasında çoğu zaman pusulasız ilerlerken kelimeye tutunmayı, ona sığınmayı, Dil ile diller, Kelâm ile kelime, bütün ile parça arasında, med ve cezir, onun yüreğinde bir duruş, bir hiza aramayı dener kendisine. Avrupa Simgeciliğinden XX. yüzyılın sonuna gelip dayandığımız bu bir asırlık zaman diliminde, ‘kelime’nin kirliliğinden arındırılıp kaynak anlamına kavuşturulması, ya da çağımızın dilleri ve gürültüsü içinde kirlenmeye terkedilmesi yolunda birçok güzergâhı denedi Batı şiiri. İtalya’da kalacak olursak, altı ana çizgide ilerledi şiir: Campana ile imgenin dönüştürme gücü, Ungaretti ile kelimenin arındırılması, Luzi ve Hermetikler kuşağı ile bir söylem kurulması, her iki kuşak arasında kendisine özel bir yer açan Montale ile “olanaksız bir söylem “, ve 14 “şiir Parm alat’tır”1 diyerek, şiirin reklâm dili dahil bütün dillerle içiçe yaşadığını, ve çağdaş şairin ellerini kirletmekten korkmaması gerektiğini savunan Zanzotto ile ‘kelime’nin bir ‘gösteren’ler denizinde yasaklı bir söylem2 içine sindirilmesi gibi yolları sınadı şiir. 1950’ler kuşağı ise, örneğin Milo de Angelis, unufak bir dünya karşısında simetriden yoksun bir söylem kurarak sessizliği kelimenin yüreğinde duymaya, Valerio Magrelli, geçmişte simgeleme gücü yüceltilen nesne’yi, şiirin içinde bütünüyle güçsüz kılabilmeyi, Giuseppe Conte ise mitos’ta çıktığı yolculuğu sürdürmeyi deniyor. Mario Luzi, 1989 yılında benimle yaptığı bir söyleşide “İmanın nesnesi nedir?” diye soruyordu kendi kendisine, ve şöyle yanıtlıyordu: “Bilirsiniz Dante cennette iman sınavından geçerken, San Bernardo’ya bu sorunun cevabını verir. Şahsen ben, bu nesnenin gerçekte ne olduğunu bilmiyorum, ama kendi adıma şunu söyleyebilirim: İnsan gelecek zamanı, kendisinden farklı olanı ve çeşitliliği yaşamalı. Ben, görünürde bizi çevreleyen şeylerin sınırları içine kapatmadım kendimi. Hic et nunc’u seçmedim. Laik kişi böyle bir seçim yapabilir. Ben Tanrıya inanıyorum.” Mario Luzi’nin pusulası hep bu iman oldu: yolculuk çoğullukta başladı hep, ve Tek ve Bir olana kavuşmaya çabaladı. Onun şiiri Kelâm ile kelime’nin yüzleştiği bölgede örüldü: Tarih’in içinde çoğala, dönüşe bozulan kelimenin yüreğinde Kelâm’ın tek’liğine, biricikliğine duyulan iman ile çıkılan seferin öyküsü oldu.


Gene aynı söyleşide, şiirini kuran temel kaygıyı şöyle açıklıyordu Luzi: “…modem dünyanın önerdiği bu çoğulluğu, bu varsayımlar ormanını bir bütüne, bir birliğe ulaştırabilme kaygısı bırakmıyor yakamı. Eziyetli bir tutku bu. Dante’nin bir doktrini vardı ona yardım eden, bir felsefesi, bir imanı vardı onu yatıştıran, güçlü kılan; dünyayı, modern insanın sahip olmadığı bambaşka silâhlarla göğüslüyordu, doğal olarak. Bunların eksikliği karşısında ya hayıflanmak, ya da hayal etmeliyiz: benim durumum biraz böyle; birleştirici bir neden bulmanın azaplı arzusunu taşıyorum. Öyle bir neden olmalı ki bu, dünyayı yeniden eski uyumuna kavuşturabilmek, onu, bizim algıladığımız gibi, şiddet ve çatışma içinde paramparça değil, bütünlüğünde gösterebilmeli.” Mario Luzi’nin 1935’de yayımlanan ilk şiir toplamı La barca (Tekne) bu bütünlüğe bir çağrıdır aslında; parça’dan bütüne varabilmenin sancısını taşır. Dante’nin, Guido ve Lapo’yu aynı tekneye, ortak bir esrimeye çağırdığı ünlü sonesini anımsatan, “Dostlarım, bir tekne bekliyor bizi” dizeleriyle çıktığı yolculuk, 1963’te yayımlanan Nel magma’ya (Magma’nın içinde) kadar, bir diyalog ara­ 15 yışını, ve küçük öykülerde kavranan, serimlenen hayat ile, varlıklarıyla şairin ben’ini besleyen, ona, değişime yazgılı, karmaşık bir kimlik sunan figürlerle ilişki kurma tutkusunu öne çıkarır. Bu 28 yıllık dönemde Luzi şiiri, kitapların adlarından3 da anlaşılacağı gibi, dışa açılma ve içe kapanma, umutla umutsuzluk arasında gidip gelir gelmesine, ama ‘ben’ ve dünya, iç ve dış, birlik olarak ben ile parçalanmışlık olarak dünya arasındaki uyumu arar hep. “Kendi imgelerim yakmış, tüketmiş, savaşın eşiğinde duran, sıfır noktasında bir adamdım” dediği dönemin ürünü olan Avvento notturno’da birlik arayışı doruğuna çıkar; nitekim şair İsa’nın zuhrunu gece beklemektedir. Anne figürü, kozmik açılımda önemli bir görev yüklenir. Gelecek bir bilinmezdir, gövdesiz, cisimsiz, uçucu, bir görünüp bir kaybolan figürlerle doludur kitap. Zamanın akışı, değişim ve başkalaşım, dişi figürlere bağlanır. Fonda gecenin koyul lâciverdi, ve İsa’nın görünüşüyle belirecek o köredici ışığın umudu vardır. Luzi şiirinin hücrelerine sinen bu ışık tutkusu, son kitaba, Simone Martini’nin Dünyevî ve Semavî Yolculuğu’na kadar yoğunluğunu koruyacaktır. Un brindisi 4 savaş yıllarının kitabıdır: Tuhaftır, Quasimodo ve Montale gibi birçok şairin kabuğuna çekildiği bu dönemde Luzi, diyaloğa açılmıştır.

O dönemi şöyle anlatır: “Sonradan savaş, kendimi kapattığım bu çemberde büyük bir gedik açacak, ben de bu gedikten kafamı dışarı uzatıp, cevapsız sorularıma cevaplar arayacak, ağır ağır konuşmaya başlayacaktım. Belki de bu dönemde yoğun bir kişisel dil arayışı içinde oluşumun nedeni, bu konuşma ihtiyacıydı” Nitekim Luzi bu dönemde imge üzerinde çalışır, imge söylemsel bir işlevi yüklenmiştir; bütün diğer söylemlerin yerine geçer. Metnin iç hareketi ise şeylerin sabitliği ve hareketliliği arasında kurulur: ben’in, şeylerin dinamiği içindeki akışını aktarır yazıya. Ritimden imge doğuran Eliot’un aksine, Luzi imgelerden doğurur ritmi. Diyalog ihtiyacı, “henüz tanımadığı” (dokunulmamış, tertemiz, ve dolayısıyla o “ilk değeri bozulmamış”) kadın, dişi bir “sen” karşısında sürer. “İnsanda, insanla ilgili her şeyde kalıcı, sağlam, gelip geçici olmayan ne varsa tümünün kadınsal bir niteliği olduğuna inandım hep” diyen Luzi’nin ilk yazdığı dizeden, bugüne, Simone’nin Yolculuğu’ndaki en önemli dramatik kişilerden Giovanna’ya kadar, “insanla doğa, insanla tüm evren arasındaki ilişkinin can dam an” olarak kabul ettiği kadına, ve doğası “dişi” olan5 şeylere yüklediği sorumluluğun kökleri Stilnovizm geleneğine dayanır, ancak Luzi’de dağınık, unufaktır bu figür, hep kaybolmaya yazgılıdır. Hermetiklerin anahtar sözcükleri “bekleyiş” ve “yokluk” hakimdir bu yılların şi­ ı6 irine. Ve Luzi, bütünlük arayışını şiirin dili üzerinde yoğunlaştırmaya başlar. 1952’de yayımlanan Primizie del deserto’da Luzi, Çorak Ülke’yi anımsatan bir üslup ve tınıyla çağdaş dünyanın ıssızlığını, içinde yaşadığı uygarlıktan duyduğu tedirginliği sorgular. Bu çölden, bu çorak topraklardan, turfanda (bu sözcükle kastedilen element’in kaynaktaki değeridir), erken ürün yeşertecektir Luzi. Diverıire, yani değişerek olma, başka bir şey haline gelme, hep kaynağın temel değerine, yani hafıza’ya bağımlı olarak sorgulanır. Ancak, kaynağa uzanabilecek kadar güçlü değildir hafıza: Primizie del deserto’da, “onanmaz zamanına bak portakalın, / ve bademin kısacık süresine, unutmaya taşıdığım günlere, / savurduğum buğdaya, dönüşerek” diyen Luzi, Campana’nın “hatırlamayan hatıra” ile tanımladığı “unutuluş bölgesi”ni kastetmektedir aslında. Kaynak ile şimdi, asıl ile sûret arasında salınan sisli, puslu sarnıçtır bu. Simone’nin Yolculuğu’nda sözü edilen “beyhude hafıza”dır. Onore del vero ilginç bir tezatla mühürlenir: Hakikatle yalan yüzyüze bakar burada: “huzursuzum, seni çağırıyorum ruhum, bildik ve bilmedik her yerden/ …/ rüzgârın bir yerinde, /ebedî kasırganın bir yerinde;/ zayıflık de, alçaklık de istersen /…/ yalan söylüyorum…” diyen Tıen’ hakikate varma uğruna yalan söylemektedir.

Luzi’nin 5 yılda yazdığı 26 liriği içeren bu tenha kitap, bir anlamda teslimiyetin işaretidir: şeyler ve biz değişiriz; değişmeliyiz de, ancak geldiğimiz kaynağı ve onun önemini unutmamalıyız: Kitap, yarım yamalak işaretler, silik izler taşır. “Aslında” anlamına da gelen kitabın adı ile büyük bir tezattır bu. Latince kökeni “confiteur”dan yola çıkarsak anlarız ki bu kitaptaki ben “inanarak söyler”; derine, çok derinlere gömülü günahını itiraf eder. Bu itiraf tınısı ve sırdaşlık tonu bir sonraki kitapta6 da varlığını koruyacaktır, ancak Luzi, dinlemeye büyük fırsat tanır bu dönemde, hayatın içinde ve şeyler arasında saygıyla dolaşır, ve dinler. Hayat, yaralayan olgular bütünüdür: “hayat” ve “yara” sözcükbirimleri ve im alanları, yoğunlukları azalmadan sürer bir kitaptan diğerine. Yıllar sonra, Simone’nin Yolculuğu’nda, çok özlediği bütünlüğün, “yekpâre uzam” ve “yekpâre zaman”ın karşısında yanıtsız, ıssız bir soru, durur: “Yeniden kuruyor dünya kendisini, birleşiyor: / maksadı tamamlamak mı beni, yaralamak mı? – / Simone hâlâ esrik, kapılmış / çocuksu, çocuksu soruyor kendisine.” Luzi şiirinde Nel magma (1963) ikinci dönemi başlatan önemli 1 7 bir kavşaktır: çoğulluğun sorgulanması ağırlık kazanır: şair, magmanın ortasında, büyük bir heyecan/heyelan içinde tanıklığını üstlendiği bitimsiz bir başkalaşımın merkezine yuvalanır, iki kişinin sanki yapayalnız oldukları metafizik bir ton içinde her türlü olgu ve olayı, içerdikleri karşıtlık ve çelişkiyle, bir bütün olarak kavramayı dener. “Biçimden yoksundur dünya henüz”, bir kıvamdır sadece; zaman ise bir akı. Bu magmaya, bu akıya biçim verecek, süre biçecek tek şey ‘kelime’ olabilir ancak. Bu noktadan ileriye, bugüne kadar Luzi hep dibe, derine, sokulur; görünm ezi7 arar. İki ateş arasında bocaladığı, ‘ben’in bir bütünün küçücük parçası olarak öne çıktığı, dünyanın oluşumunu, kaynağını, varlığın önlenemez dönüşümünü, biçimsel düzlemde, cevapsız sorular, yatık, askıda kalan yarım dizeler, tamamlanmamış şiirlerle sorguladığı Al fuoco della controversia, 1978 (Karşıtlığın Ateşinde) adlı toplama kadar bilgi’nin yüreğinde dinmez bir hastalanmayı yaşar, zamanın ve tarihin biribirinden kopardığı, karşılıklı düşürdüğü her şeyi bütünlemeyi dener, kendi psikolojik öznelliğinden feragat ederek çoksesli bir bilincin sözcülüğünü üstlenir. Yolculuk sürmektedir: “yaşlı ve genç, / bir yazgıda buluşmuşuz” dizelerine benzer dizelerde Luzi’nin yanında hep bir yol arkadaşı, itiraflarını yönelttiği alter-ego’su vardır, onunla konuşur. Bu dönemin şiirine, sorgulayan bir düşünce başat olur: kaos, yaratma edimi için gerekli bir ilkedir; nitekim metinde hareket yüklü fiiller yoğunluk kazanırlar. İzlek giderek esenlik umuduna doğru kaymaktadır. Bir bütünün dağılmış parçaları olan bizleri vaftiz ritüelinin güzelim anlamında8 esenliğe götürmeye soyunur.

Dünya ile yeni, güçlü bir dayanışma içindedir, şiiri kuran sözcüğün birleştirici gücüne inanır. Doğa ve Tarih’in çağdaş insanın bilincine durmadan yönelttiği, çoğu zaman çözümsüz kalan kuşkulan sorularla taşır metne. Battesimo’nun merkezinde yer alan bölüme Bruciata la materia del ricordo (Anıların Özdeği Kül Olmuş) adını vermesinin nedeni, insanın önlenemez değişimi karşısında yenilgi duymak yerine yeni bir bütünlüğe, yeni bir yekpâreliğe açılmayı denemektir, diye düşünüyorum. Başka bir deyişle hatıra, ben’in hatırladığı, doğrudan, psikolojik ve belirli bir şey olmayabilir pekâlâ, daha geniş, daha yaygın, her şeyi kapsayan ve kavrayan bir şey de olabilir: “Ama gene de Şubat, ya da Mart sonu: / bahar yok henüz,/ ürperen, tılsımlı o bulut var,/ havada o beyaz yalaz, / o yelkensi tül, ipek ve sim, / her şey; anlamın, yılın bu kıvrımında / olsun istediği her şey; / ilk tekne, salkım söğütlerin ilk yeşili, / suda ilk rota / yarış teknesinin kırdığı ı8 dümende. / Her şey var, her şey, / her şey, hayretlere düşürecek biçimde” Yolculuk sürer sürmesine, ancak gençlik yıllarının “tekne”si, başka bir deyişle “anıların özdeği”, yeni bir rotayı denemektedir burada: şair, hayatı, her şeyi bütünlüğünde saran, sarmalayan yeni bir sevgi kantos’unu, varoluşun içindeki bir uyum, bir allure olarak kavramayı öğrenmiştir artık. Bu yekpare şarkıda Luzi’nin kelime’ si, dinlemeye, yani sessizliğe büyük özen göstererek dünya ile bir âhenk kurmaya çalışır. Luzi’nin parça’dan bütün’e yolculuğu, reductio ad unum’a, yani Tek ve Bir olana varma çabası, bir sonraki kitapta giderek sessiz kalm a/söz alma ikileminde yoğunlaşacaktır. Tek olanın yanında mı, çoğul olanın yanında mı yer alacaktır Luzi? Frasi e incisi di un canto salutare, 1990 (Esenlik Şarkısının Cümleleri ve Notaları) bu ikilemi hem körükleyip, hem dindiren, Dionigi Areopagita’dan bir alıntı ile açılır: “Biricik sevgiden nice sevgiler çıkardık biz”. Bir tek addan, o ilk adı kemiren ve çürüten, şairin kendisini giderek daha yakın hissettiği o ilk sessizliği zedeleyen, onu bir kaosa dönüştüren adlar türemiştir. Ağrıyı körükler, çünkü bozulmayı imler; dindirir, çünkü Luzi’nin dediği gibi, “zaman zaman ayaklanan bu birkaç kelime, bu sevgi şarkısı, görünürde bölünmüş olan her şeyi biribirine kavuşturur yeniden” Nitekim kitap doğru bir dili yakalama, ve o büyük sessizliği, metin içinde “dürtü”ye dönüşen “cümleler” ve “notalar” ile usulca katetme uğraşısı üzerinde odaklanır. Luzi’nin tiyatroya ilgisi9, söz ve susku, çokseslilik ve çeşitlilik, diyalog ve karşıtlık üzerine düşündüğü yıllara rastlar. Luzi’nin, Dante geleneğine bağladığı bu “şiir içi oyun yazarlığı”, ayrı amaçları, ayrı coğrafyası olan bir tiyatro değildir Luzi için: onun dramadan talebi, farklılığa bir şans tanımak, sesini başka seslere ödünç vermek, lirik şairin genelde feda etmek zorunda kaldığı kişilere, şeylere, durumlara söz hakkı tanımaktır. 1984 yılında Santa Croce’de yaptığı II silenzio e la voce adlı konuşmada şöyle diyordu: ‘Tiyatro zihnin mekânıdır. Kelime söylenir orada, doğacak yeni bir kelimeye, ya da, gene ona geri dönen sessizliğe sungudur – ama sessizliğin kendisi de kelimedir, özellikle tiyatroda. Ete kemiğe bürünme önemlidir orada; kişiler, maskeler, kişilikler.

Ama onların hepsi birçok sesi taşır gırtlaklarında (tek bir sesten kopan, çoğalan seslerdir bunlar), ve bilginin kapısını tıklatan o biricik sese kavuşmak üzere birleşmeye uğraşırlar” 19 Yolculuk sürer; ve Mario Luzi seksen yaşında, drama ve liriği bünyesinde eritmiş bir kitapla, Simone Martirıi’nirı Dünyevî ve Semavî Yolculuğu ile varır bize. Bir moladır. Sürecek, ve yolculuğu sürdürecektir Mario, bundan hiç kuşkum yok. Esrar ve Mühür Simone M artininin Dünyevî ve Semavî Yolculuğu karşısında Mario Luzi okuru önce birkaç izdüşümü üzerinde düşünmeli, diyorum: ressam ile şair, madde ve biçim, dünya ve sema, ve her şeyi tek bir seste deriştiren yolculuk. Luzi’nin sanat eleştirisi konusunda kalemşör’lüğe soyunmadığını biliyoruz. Yılların içinde, sergi kataloglarına dostları için yazdığı önsözler, sergi açılışlarında yaptığı duyarlı, isabetli, sayıları oldukça kabarık konuşmalar birikmiştir yalnızca. Hemen hepsinde Luzi’nin vurguladığı ana unsur renk ve imge ilişkisinin yaratı sürecindeki temel işlevidir: renklerin adlarını telâffuz etmeksizin, kâğıdı rengârenk kılabilen Leopardi’ye göndermeleri vardır. Rengi, sürekli ayrılıp birleşen çizgilerle yarattığı, hep semaya doğru biriken figür öbeklerinin, gözü bir çekip bir iterek yaşattığı gerilimi dile getirdiği o huzursuz, narin ve seçkin duyarlılığına malzeme edinmiş Pontormo’ya; ustası Gustave Moreau’nın “renkler düşünülmeli, düşlenmeli, imgelenmelidir” sözlerinden de yüreklenerek, rengin tek başına imgeyi yaratabileceğine inanan Matisse’e göndermeleri vardır. YVagneıün “bütün sanatlar bir bütünlüğe doğru akar” (bu alıntıyı bir konuşmasında kendisi kullanmıştı) sözlerinden hareketle Luzi’nin varmak istediği, yaratı sürecinin, nesnel gerçeklikten yola çıkan şiirsel duyarlılığın ve kromatik yoğunluğun biribirini bütünleme süreci olduğudur. Bu buluşma bilinçaltında gerçekleşir. İşte bu tekvin noktasında durur, Mario Luzi. Toscana’lı ünlü ressam ve yontucu, yakın dostu Venturino Venturi için yazdığı10 güzelim lirikte: “Orada olmak, esrarların ilk / ve en çıplağı – soruyorum / hum m alı, neden, / niçin, soruyorum. O, kayıyor / profiline doğru, / ete kemiğe büründüğü yontunun, altında kayboluyor / dalga dalga karanlığın” dizeleriyle Mario Luzi, Venturino’nun figürünün, esrarın ve muammanın kişileştikleri o yaratım ânına bir vasıta olduğunu, o ânın ise “dalga dalga bir karanlık”, bütün mantıksal açıklamalardan taşan bir “bilinmez” olarak esrarını koruduğunu anlatıyor. Ve biz, “dalga” im ala­ 20 nının kurulmasıyla tekrar başlara, “tekne” yıllarında, hayatın enginliğine açılmaya hazırlanan o genç adama, kendi oluşumlarından hayrete düşen yaratım süreçlerinin meydana gelişlerindeki o “karanlığa” geri dönüyoruz. Şöyle sürüyor şiir: “Farkettiğim / düşünceler, havada / titreşen, dipdiri, / dokunulmamış taşla / biçimli taşın arasında.

Ey atölye.” İşte bu iki nokta arasında, biçimini arayan madde ile, biçimine, yeniden değişmeye yazgılı biçimine kavuşan madde arasında olup biter her şey: sürpriz, hayret, ilk çıplaklığın, Fransisken anlamda doğabilmenin, sanatsal yaratımın derin ediminde, dünyanın yeniden ve yeniden doğuşuna duyulan büyük arzudur. Esrarın ve muammanın nesneye ve biçime dönüştükleri anda bile, özdeğin kaynağındaki ilk biçimsiz’liğin izini taşıması, Luzi’deki derin din duygusunu besleyen en önemli unsur olarak yerini korumuş, koruyacaktır. Simone Martini’nin Dünyevî ve Semavî Yolculuğu ile Luzi büyük bir senteze soyunur: fanî ile ebedî olanın ete kemiğe bürünerek kelimeye dönüştüğü ânı kayda düşebilmeyi, insanın zaman ve anlam içindeki dönüşümünün, başkalaşımının esrarını, “o mahrem akı”yı, “insan ve kutsal’ın plazmasını” şiire aktarabileceği bir alfabeyi dener. Dramaya yaslanan yapısıyla kitap, Dante geleneğinin özünü oluşturan çeşitliliğe, diyalog ve karşıtlığa olanak tanır. “… kişiler, maskeler, kişilikler. Ama onların hepsi birçok sesi taşır gırtlaklarında (tek bir sesten kopan, çoğalan seslerdir bunlar), ve bilginin kapısını tıklatan o biricik sese kavuşmak üzere birleşmeye uğraşırlar” diyordu Luzi. Simone’nin Yolculuğu, bölümlemeleri açısından tıpkı bir drama’nın dağılımını anıştırır: Örneğin « Estudiant» kısa bir süre, yalnızca başta ve sonda, önce girişi sağlamak, ardından da teyid etmek üzere, öykünün içinde ve dışında oluşunun nedenlerini açıklamak için oradadır; bu yolla, hayatın belli belirsizlik, ele avuca gelmezlik sorunsalını, Goethe’nin goliardia izleğini hatırlatırcasına, gözler önüne sermektedir. « Kervan » adlı bölümde Simone’nin hastalığı, bir karanlık ve bungunun dibine çeker onu (Saint Jacques hospitalier); ardından Lied-Aubade, ve onu izleyen diğer şiirlerle iyileşme başlar, ağır ağır kuşların şarkılarına, ışığa varılır. Bu iyileşmede Giovanna’nın alçakgönüllü ve tahammüllü, gizemli kadın doğasının büyük etkisi vardır. Simone, evrensel bir pietas soluğunun kolektif “tohum u”nun, insan yazgısının sesidir, bu kitapta. Bu uzun gövdeli şiirde, insanın ve kutsalın içiçeliği, hayatın anlamı ve insanın yazgısı üzerinde düşünür. Kitap, seslerinin her birinde, ayrı bir nabız gibi atar, ancak Simone’nin öyküsü biyolojik açıdan 21 canlı bir organizmadır, ve her bir sesle, ayrı bir uyum kurar. Luzi, var gücüyle mistik bir teslimiyetin yalınlığına ve dinginliğine varmaya çalışmaktadır bu kitapta. “Doğaüstü bir huzur” noktasıdır aradığı, varlığın dansına uysal ve ağırbaşlı ayak uydurmak, boyunduruğa boyun eğmektir: ancak her defasında, dönüşümün, fizik ve metafizik bütün aşamalarını ağrıyla kateder yeniden.

Bu ağrının tonları, ritimdeki çeşitlemeleri getirir beraberinde: kasılma ve çözülme, tıkanma ve akışkanlık arası sürer metin. Mısralar, edebî her türlü kristalleşmenin ötesinde, “bitimsiz kucağın” derinliğinden gelecek olayların gerçekleşeceği ânı kavramak istercesine unufak olmuştur. Luzi’nin kelimesi, hepimizin içinde, başkaları adına söz alan ruhun çoğul sesine kendi yüreğinde yer açabilmek için korlaşır, dağılır, kendisini sorgular, hatta zaman zaman silinir de. Yalnızca şairin yüreğinden, yalnızca onun sesinden yükselmez dünyanın sözü; “asırların oyduğu /olaylardan biçim almış” bir sözdür, her bir seste, kendi kendisiyle konuşan dünyanın sesi vardır; Tanrı orada arar kendisini, orada bulur. Hayat, kutsalı ve insanıyla hayat, kozmosun yüreğinde konuşur. Ölümle ve yıkımla, ağrıyla ve kuşkuyla içiçe de olsa şiir, yaşadığımız sürece hayatı, bengi bir bilginin yalın, tartışılmaz ilkesi gibi kabul etmemizi önerir. Kendisiyle birlikte bu heyecanı paylaşmamızı, yaradılışımızın özündeki bu kırılganlığı sevmemizi talep etmektedir Luzi bizden. Luzi’nin dizeleri, oximoron ve neolojizm’lerle alabildiğine kapanıp açılan bir dilin içinde bir dem dağılıp bir dem derişerek varlığı ararlar. Her şey, özgür ve gemlenemez görünen, kasılmış bir enerjinin titreşimi ile katedilir; her yaratığa can veren, onu sürükleyen, ve lebalep dolduran bir akıdır bu. Her hayatın yüreğinde yaşanan dramdır. Luzi, nefes nefese Tanrı’yı arar bu kitapta, ve onu, yaratma denen edimin gündelik seyrinde bulur. Kendisi ve bütün benzerleri için Luzi’nin dilediği, arzulanan, ancak bir türlü ulaşılamayan o “som uyumun” vaftizidir. Ve Simone’nin öyküsü, bütün ihtilâfların ötesinde, tek bir nabızda atan, “biricik seste” bütünleşen, çoğul esenliğin beklentisi ile sona yaklaşır: “Işığın zuhrunu / bekliyoruz hepimiz, / bizi özgür, biribirine bağlayan.” Mario Luzi, Simone Martini’nin Dünyevî ve Semavî Yolculuğu ile, hayat denen çoğulluk ve karmaşıklıktan ilk gençlik yıllarını geçirdiği Siena’ya dönüyor. Siena, Simone’nin de doğup büyüdüğü, ve Luzi’nin hayalinde Avignon’dan geri dönmek üzre yollara koyulduğu şehirdir.

“Kaybederim seni, ve bulurum izini” diyor Luzi Siena için, “bir daha, bir daha kaybederim, durduğum yer, / vara- 22 madiğim. / Uçup gider / uzaklığının maviliğinde Siena, adına çekilir, / kapanır onu yaratan fikre, yakar / kendisini, kendisinin tözünde, / ve ben, yanarım onun gibi, onunla birlikte, / kaybolurum / onun ve benim tarihimde…Ah, yüce/ ve biricik safiyet. Ah, mutluluk…” Evet, Siena’ya varış, “safiyet” ve “mutluluğa” varıştır Luzi için; ilk gençliğin temizliğine, heyecanına, bozgunu tatmamış umutlara, güvenin kıvamına, “beyhude hafıza”ya varıştır. Unutuluş bölgesidir burası. Her şeyin yılların içinde gelip gelip biriktiği, hatları belirsiz, adsız sansız varolduğu yarı gölgelik bir mekân. Ancak işlevi önemlidir bu mekânın: acı ve ağrının dindiği, karşıtlıkların yatıştığı, oraya giren her imgenin, “eskil” bir kıvamda arınarak, temiz ve saf bünyesiyle yeniden, yeni bir imgede can bulduğu bir mekân olmasıdır. Seksen yaşındaki şairin dönüş yolculuğunun rotasını böyle bir mekâna doğru kırmasının anlamı, dünyaya, insana, hayata ve yazgıya o arılıktan, o safiyetten bakma, bakabilme tutkusundan başka bir şey olamaz, diye düşünüyorum. Simone’nin, henüz yer ile göğü biribirinden ayırmayan bakışı, -R ö ­ nesans insanı bunu öğrenecektir- aynı saf, çocuksu hayreti, aynı esrikliği taşımaz mı? Ressam ile şairin bu yolculuğa birlikte çıkmış olmalarının nedeni, coğrafi bir mekânı kendilerine yaşlılıkta demirlenecek liman olarak seçmelerinin ötesinde, “dünyevî ile semavî” olanı yazıya ve resme aktarışlarındaki benzerliktir, diye düşünüyorum. Simone’nin dilini anlatmaya davrandığı noktada, kendisinden, kendi şiirinin yaratım sürecinden söz eder gibidir Luzi: “Evet, yazılı da / o alfabe / hayâl meyâl / hangi yazıdaydı? / ışıkla / imgeyle yazıyordu / Simone bir kısmını, / altınla, lâcivert / ve kırmızıyla / tevazuunu, şaşaasını, / bu doğru da, çözmüyordu / şifresini anlamın, bozmadan, dokunmadan / katediyordu esrarı” Luzi’nin kitabını Simone’nin resmi ile yanyana okuyun: papirüste ve duvarda, tahtada patlayan o parlak, o köredici ışık alacaktır gözünüzü; Luzi’nin, “ben değil o, o değil ben / ama biz, bizim karşılıklı, dilegelmez kamaşmamız” dizelerinde sözünü ettiği kamaşmadır bu. Luzi’de kromatik sıfatlardan, Simone’de altının ve simin, ebruli taşların ve mücevherin ve o şeffaf boyanın yoğunluğundan doğar ışık. Luzi Simone’nin renklerini, lapis’i, erguvanı, lâciverdi, altını ve yaldızı, maviyi ve kırmızıyı, Meryem’in o esrarlı saydamlığını inanılmaz bir ustalıkla sindirir şiirine. Luzi’nin Giovanna’yı anlattığı birkaç dize var bu kitapta; ve Simone’nin, Siena’da, Palazzo Pubblico’da, koskoca bir duvarı kaplayan, restorasyonu, kitabın yayımlandığı günlerde tamamlanmış ünlü fresko- 23 su Maestâ. Kitabın ilk tanıtımı bu salonda yapılmıştı, tam bu freskonun altında. Aktör Sandro Lombardi’nin o iliklerinize işleyen sesi ve diksiyonuyla okuduğu parçalarla üstelik. Bugün gibi hatırlarım: “Ama kadın, çiçek açmış yüzüyle / zarif sap üzerinde / hakimdir her şeye, biraz / oval, / granit erguvan / her şey ona içre, / başdönmesi ve huzurdan / taht kurmuş kendisine” dizeleri okunup bittiğinde fonda duran Meryem’in, Nergis’in suya vuran aksi gibi Luzi’nin kitabında yansıdığını görmüş, ürpermiştim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir