Marie Grubbe – Jens Peter Jacobsen

Jens Peter Jacobsen, Danimarka’nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan biridir. 7 Nisan 1847’de Thisted’de doğmuş, 30 Nisan 1885’te ölmüştür. Ününü daha çok “Marie Grubbe” ve “Nils Lyhne” adlı iki romanıyla yapmıştır. Zamanının dünya görüşünde büyük etkisi olan Darwincilik ve Fransız gerçekçi yazın okulu, kişiliğinin oluşmasında büyük bir rol oynamıştır. Gizemsel ikten dikkatle kaçınmaya çalışmış, ancak ince ruh çözümlemelerini, bilinçaltı araştırmalarını asla savsaklamamıştır. Yapıtlarında özel ikle Flaubert’in etkisi açık olarak görülür. Örneğin, “Marie Grubbe”, bir bakıma “Madam Bovary”yi andırır. Ama ne istediğini daha iyi bilen; içgüdülerine kapılıp gitmesine, acılara, yıkımlara uğramasına karşın asla pişmanlık duymayan, ağlamayan; istencine, kurduğu yaşama büyük değer veren bir Madame Bovary. Jacobsen, bu yapıtında da bütün büyük sanatçılarda gördüğümüz başlıca yeteneklerle belirir: Dış olaylardan çok iç dramı, iç devinimi, insanı kavrayıp yaşatmaya çalışır. Kahramanlarını bize bütün düşünceleri, zayıflıkları, güçlü yönleri, her türlü duygu ve hayal dünyalarıyla birlikte sunar. İnce, derinlere inen, ama çok güçlü bir insan çözümlemesi; insanın değişmeyen, bütün çağlarda aynı kalan yanlarını belirtmekte gösterdiği ustalık olağanüstüdür. Onun için romanlarını okuyunca yaşattığı bütün kahramanları artık bir daha unutmamıza olanak kalmaz. Çünkü onlarda kendimizi, kendi insanlığımızı bulur, onları da kendi varlığımıza katarız. Ve bu kahramanların her biri, bize içimizdeki dünyadan bir görünümü çizer, bizi bize tanıtır. Yaptığı dış dünya betimlemelerinde bile, Jacobsen insanoğlunu çizer gibidir. Bir fırtına, hatta sağanaklar bile, el eri ayaklarıyla kırıp koparırlar. Bacalara tırmanır, duvarları yalar, çatıları, çerçeveleri dökerler. Ve düşünür, duyar gibidirler; insan gibi ister, insan gibi istemezler. Bu betimlemelerde bugün için eskimiş gibi görünen ince ince bir didikleme, biraz uzuna kaçar gibi görünen sonsuz sayıda araştırma vardır. Ama bunlar ne kadar güzel, ne kadar da canlıdır! Okurken bıkmayız. Sabrımız tükenir gibi olsa bile tükenmez; canlı, yaşayan her şey gibi severiz onları; okumak, sonuna kadar hepsini yutmak isteriz. Bundan başka Jacobsen her zaman bir tarih dönemini gözlerimizin önüne serer. Romanlarında düzgün kesilmiş dilimler halinde ayrıntılı toplum ve zaman görünümleri bulunur. Bizi, olduğumuz gibi, yüzyıl ar ötesine götürür ve bir eski, güzel gerçekçilik içinde, bugün yaşayan bizde ölümsüz kahramanı canlandırır. Jacobsen ışıkları, çiçekleri, süsleri, mücevherleri çok sever. Gün ışığı, eski püskü giysiler üstünde bile taptazedir; çiçekleri, en hüzünlü dekor olarak bile, mis gibi kokar. Çünkü yaşamı sevmiş, ölümde bile onu bulup yaşatmıştır. Jacobsen, hiç kuşkusuz, kendi havası, dünyası olan yazarlardandır. Başka yazınlarda, özel ikle de Alman yazınında derin izler bırakmıştır. Dünya sanatında ün kazanmış bir sanatçıdır. “Marie Grubbe” ise, onun her zaman okunacak en güzel yapıtlarından biri sayılır. Selahattin Batu I BİRİNCİ BÖLÜM Ihlamur ağaçlarının taçları altında duran hava esmerdi; kırlar, susamış tarlalar üzerinden yavaşça kaymış, içi güneşten korlaşmış ve yol ardan kalkan tozlarla tozlanmıştı. Ama şimdi sık dal hevenklerinden geçerek temizlenmiş, taze ıhlamur yapraklarıyla serinlemiş ve sarı ıhlamur çiçeklerinin kokusuyla onu nemlenmiş, dolgunlaşmıştı. Böylece kımıltısız duruyor, hafif hafif titreyen yapraklarla, sarı beyaz kelebeklerin ışıltılı kanat vuruşlarıyla okşanarak açık yeşil kubbeye doğru sessiz ve neşeli parıldayıp yükseliyordu. Bu havayı soluyan insanın dudakları dolgun ve tazeydi; şişirdiği göğüsse genç ve körpe. Göğüs körpe, ayaklar körpeydi, boy bos ince, vücut boyluydu ve bütün duruşu bir tür hafiflemiş gücü gösteriyordu. Bol ve gür olan, yalnızca koyu altın rengindeki yarı bağlanmış ve yarı özgür aşağı sarkan saçlardı. Çünkü küçük, koyu mavi kadife bir şapka aşağıya kaymış ve düğümlü çene bağından ufakça bir rahip kukuletası gibi sırtının üstüne sarkıyordu. Giyinişinde manastırdakileri andıran bundan başka bir şey yoktu. Geniş ve devrik bir keten yaka, soluk mavi renkte kısa, geniş yırtmaçlı kol u, yünlü giysinin üstüne düşüyor, kol ardan da ince Hol anda keteninden yapılmış büyük kabarık yenler dışarı doğru taşıyordu. Göğsünde olduğu gibi ayakkabılarında da kıpkırmızı birer fiyonk vardı. El erini arkasına kavuşturmuş, başı önüne eğik, öylece yürüyordu. Ağaçlı yoldan yukarıya doğru yavaş yavaş, hafif, zarif adımlarla çıkıyor, ama öyle dosdoğru değil, zikzaklar çizerek yürüyordu. Bazen yolun bir yanındaki ağaçlardan birine çarpacak gibi oluyor, bazen karşı yandaki ağaçların arasından dışarı çıkıyordu. Ara sıra sessizce duruyor, yanaklarının üstüne düşen saçlarını geriye atıyor ve ışığa doğru bakıyordu. Koyulaşan parıltılar çocuksu beyaz yüzüne mat bir altın rengi veriyor, böylece gözlerinin altındaki mavimtırak gölgeler daha az beliriyor, kırmızı dudakları koyu lal rengini alıyor ve iri mavi gözleri hemen hemen siyahlaşıyordu. Gerçekten de çok çekiciydi. Alnı düz, burnu hafif kemerli, alt dudağı kısa ve ince kesilmiş, çenesi yuvarlak, güçlü, yanakları zarif, dolgun, kulakları küçücük ve kaşları duru, keskin çizgiliydi, Gülümseyerek, uçar gibi, tasasızca yürüyor, hiçbir şey düşünmüyor ve çevresinde gülümseyen her şeye uyarak o da gülümsüyordu. Ağaçlı yolun sonuna geldiğinde durdu. El eri hep arkasına kavuşuk, başı dik, bakışları ileriye dikili, ökçesinin üzerinde yarı sağa yarı sola dönmeye başladı; kesik kesik, tekdüze, yaptığı salıntılara tempo tutarak mırıldanıyordu. Orada iki kurşuni döşeme taşı duruyor ve bunlar aşağıdaki bahçeye, bahçedeki keskin, beyaz gün ışığına inmek için bir basamak oluşturuyordu. Maviye boyanmış bulutsuz gökyüzü, tam aşağıdaki bahçeye bakıyor ve varolan azıcık gölge, tıraş edilmiş şimşir çitin dibinden ayrılmıyordu. Işık gözleri kamaştırıyor, hatta çit bile parlak yapraklarının üzerindeki keskin parıltılarla çevreye ışık saçıyordu. Miskotları, açık kırlardaki koyunlar gibi, susamış kınaçiçeklerinin, güveyfenerlerinin, şebboy ve karanfil erin çevresinde beyaz kıvrımlarla ve yukarıya, aşağıya, içeriye ve dışarıya doğru başlarını kaldırıyordu. İlerde lavanta evleklerinin kıyısındaki bezelye ve baklalar, sıcaktan yere dökülme tehdidi altındaydılar. Nergisler her şeye razı olmuş, doğrudan doğruya güneşin gözünün içine bakıyorlardı. Haşhaş çiçekleri iri kırmızı taçlarını dökmüş, çıplak sakal arıyla öylece duruyorlardı. Ihlamurlu yoldaki çocuk, basamaklardan aşağı sıçradı, güneşte ısınmış bahçelerin içinden geçerken, başı öne eğik, yağmurlu bir havada avludan seğirtir gibi koşuyordu. Koyu renkli porsuk ağaçlarının oluşturduğu üçgene doğru yöneldi, ağaçlığın çevresinden hızla dolandı, sonra Belovlar zamanından kalma o büyük çardağa girdi. Burada geniş bir çember oluşturan karaağaçların dal arını yukardan el erişecek biçimde örmüşler, tepede kalan deliğe de latalar ve çatı kirişlerinden bir kafes yapmışlardı. Yaban gül eriyle hanımel eri, karaağaçları sararak yukarıya doğru fışkırmış, sık bir duvar oluşturmuşlardı. Ancak bir yandan da kurumuş ve yerlerine dikilen şerbetçi otları, karaağaçların dal arını bodurlaştırarak deliği kapayamamışlardı. Çardağın kapısının önünde beyaza boyanmış iki su aygırı duruyordu. İçerde de tahtadan yapılmış uzun bir sıra ve masa vardı. Geniş, söbe masanın üstü taştandı; ama büyük bir kısmı üç parça olmuş, yerde duruyordu, yalnızca dördüncü küçük parçası masa çerçevesinin bir köşesini örtüyordu. Çocuk buraya oturdu, ayaklarını sıranın üstüne koydu, arkaya dayandı ve kol arını kavuşturdu. Gözlerini de kapayarak tümüyle dingin, öylece kaldı. Alnının üstünde birkaç çizgi belirmişti, ara sıra kaşlarını oynatıyor, hafifçe gülümsüyordu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir