Marie Lu – Sampiyon

ŞU ANA KADAR GİRDİĞİM BÜTÜN KILIKLAR İÇERİSİNDE EN sevdiğim buydu herhalde. Saçlarım her zamanki gibi altın sarısı değil, koyu kırmızıydı; omuzlarımı biraz geçecek şekilde kesilmiş ve atkuyruğu yapılmıştı. Mavi gözlerimin üzerinde doğal duran yeşil lensler vardı. Karanlıkta düğmeleri parıldayan, yarısı pantolonumun içine sokulmuş kırışık bir gömlek, ince bir ordu cekeƟ, siyah pantolon ve çelik topuklu botlar giyiyordum; boynumu, çenemi ve a ğzımı saran kalın, gri bir atkı takmıştım. Başımda alnımın ortasına kadar inen koyu renkli bir asker şapkası ve yüzümde de tanınmamam için yüzümün sol yarısını kaplayan kızıl bir dövme vardı. Bunun yanı sıra her zamanki gibi kulaklık ve mikrofon takmıştım. Cumhuriyet bu konuda ısrar ediyordu. Diğer şehirlerin çoğunda, bu kocaman lanet dövme yüzünden büyük ihƟmalle normalde olduğundan daha da çok dikkat çekerdim; pek göze çarpmayan birşey olmadığını itiraf ediyordum. Ancak burada, San Francisco’da kalabalığa rahatça karışıyordum. Sekiz ay önce Eden’la Frisco’ya taşındığımızda ilk fark eƫğim şey yerel trendlerdi: gençler yüzlerine kırmızı veya siyah dövmeler yapıyorlardı; bazıları küçük ve kibardı, örneğin alınlarına Cumhuriyet mührünü boyuyorlar veya buna benzer bir şey yapıyorlardı, bazılarıysa devasa ve yayılan türdendi, örneğin Cumhuriyet’in haritasını çizdiriyorlardı. Bense bu akşam oldukça sıradan bir dövme seçmişƟm çünkü suratımın tam ortasına bu sadakat işareƟni yapıştıracak kadar Cumhuriyet’e bağlı değildim. Bunu June’a bırakıyordum. Onun yerine alev desenim vardı. Bu da yeterince iyiydi. Bu gece yine uykusuzluğum tutmuştu, ben de uyumak yerine Marina denen bölgede tek başıma yürüyordum.


Anladığım kadarıyla burası LA’deki Lake bölgesinin Frisco’su, daha çok tepesi olan bir versiyonuydu. Gece serin ve oldukça sessizdi, yağmur şehrin koyundan hafifçe çiseliyordu. Sokaklar dar, ıslak ve delik deşikƟ ve iki taraŌan yükselen binalar -bunların birçoğu bu gece alçakta bulunan bulutların içinde kaybolacak kadar yüksekƟ- eklekƟk, solgun kırmızı, altın ve siyah renklere boyanmış ve her ay meydana gelen depremlere dayanabilmeleri için çelik kirişlerle desteklenmişlerdi. Birer blok arayla sıralanmış beş altı kat yüksekliğindeki JumboTron’lar her zamanki gibi Cumhuriyet haberlerini gürültüyle ilan ediyorlardı. Hava sanki duman ve fabrika atıkları deniz suyuyla birleşmiş gibi tuzlu ve acı kokuyordu, uzaktan bir yerlerden de kızarmış balık kokusu geliyordu. Bazen bir köşeyi döndüğümde botlarımı ıslatacak kadar suyun yakınına gelivermiş oluyordum. Burada toprak koyun tam içine doğru eğim kazandığı için ufuk çizgisinde yüzlerce binanın yarısına kadar su altında olduğu görülebiliyordu. Koya doğru baktığımda aynı zamanda Golden Gate Harabeleri’ni de görebiliyordum, bu eski köprünün çarpık kalıntıları kıyının diğer tarafına yığılmıştı. Arada bir yanımdan geçenler oluyordu ancak şehrin geneli uykudaydı. Orada burada yakılmış ateşler sokakları aydınlatıyordu; bunlar sokakta yaşayanların toplanma bölgeleriydi. Lake’ten çok da farklı sayılmazdı. Eh, artık bazı farklılıklar vardı tabii. Bir kere San Francisco Deneme Stadyumu artık boş ve kapalıydı. Yoksul bölgelerde daha az sokak polisi vardı. Şehirdeki grafiƟler değişmişƟ.

Yeni yapılan grafiƟlere bakınca insanların ne hisseƫğine dair fikir edinmek mümkündü. Son zamanlarda gördüğüm mesajların çoğu gerçekten de Cumhuriyet’in yeni Seçmenini destekliyordu. Duvara karalanmış mesajlardan birinde, O bizim umudumuz, yazıyordu. Başka bir tanesinde: Seçmen bizi karanlıktan kurtaracak, yazıyordu. Bana soracak olursanız biraz fazla iyimserdi ancak sanırım bunlar iyiye işareƫ. Anden doğru bir şeyler yapıyor olmalıydı. Ama dahası vardı. Arada bir, “Seçmen yalan söylüyor” veya “Beyni yıkanmış” ya da “Tanıdığımız Day öldü” gibi mesajlar da görüyordum. Bilemiyordum. Bazen Anden ve halk arasındaki bu yeni güven bağı sadece bir iplik gibi geliyordu… ve o iplik de bendim. Ayrıca belki de olumlu grafiƟler sahteydi ve propaganda yapan görevliler tarafından çizilmişlerdi. Neden olmasındı ki? Söz konusu Cumhuriyet olunca bundan emin olmak pek de mümkün değildi. Tabii ki Eden ve ben de Pacifica denen zengin bir bölgede bakıcımız Lucy’yle birlikte Frisco’da bir apartman dairesinde kalıyorduk. Cumhuriyet en çok aranan suçludan bir ulusal kahramana dönüşmüş olan on yedi yaşındaki gözdesine iyi bakmak zorundaydı, değil mi? Lucy’ye -katı, tıknaz, elli iki yaşında, klasik Cumhuriyet renkleriyle giyinmiş bir kadındı- Denver’da bize ilk geldiği zaman ne kadar kuşkuyla baktığımı hatırladım. Dairemize aceleyle girerken, “Cumhuriyet beni size yardımcı olmam için görevlendirdi,” demişƟ.

Gözleri hemen Eden’a kaydı. “Özellikle de küçüğe.” Evet. Bu benim pek hoşuma gitmemişƟ. Öncelikle Eden’ı gözümün önünden iki ay boyunca hiç ayırmadım. Hep yan yana yemek yedik, yan yana uyuduk, onu hiç yalnız bırakmadım. Artık tuvalet kapısında bile durmaya başlamıştım, sanki Cumhuriyet askerleri onu bir şekilde havalandırmadan çekip tekrar bir laboratuvara götürecek ve bir sürü makineye bağlayacakmış gibi geliyordu. Lucy’ye, “Eden’in sana ihtiyacı yok,” diye çıkıştım. “Ben varım. Ona ben bakarım.” Fakat bu ilk birkaç haŌadan sonra sağlığım inişli çıkışlı bir hal aldı. Bazı günler iyiydim; bazı günler ise baş ağrısından yataktan kalkamayacak hale geliyordum. Bu kötü günlerde yerime Lucy geçiyordu ve birkaç kavganın ardından keyifsiz de olsa kendimizi ruƟne b ıraktık. Gerçekten de bayağı lezzetli etli börekler yapıyordu. Frisco’ya taşındığımızda da bizimle birlikte gelmişti.

Eden’a bakıyor, ilaçlarımı düzenliyordu. Sonunda yürümekten yorulunca, Marina’dan çıkıp daha zengin bir komşu bölgeye kadar gelmiş olduğumu fark eƫm. Kapısındaki metal levhaya OBSİDYAN SALONU yazısının işlenmiş olduğu bir kulübün önünde durdum. Oturur pozisyonda duvara doğru yaslandım, kollarımı dizlerime koydum ve müziğin Ɵtreşimlerini hisseƫm. Pantolonumun kuma şından hisseƫğim metal bacağım buz gibiydi. Karşımdaki duvarda kırmızı spreyle Day=Hain yazıyordu. İç çekƟm, cebimden gümüş bir kutu çıkardım ve içinden uzun bir sigara aldım. Sigara boyunca yazılmış SAN FRANCISCO MERKEZ HASTANİEySazısı üzerinde bir parmağımı gezdirdim. Reçeteli sigaralar. Doktor vermişƟ, değil mi? Parmaklarım Ɵtreyerek dudaklarıma götürdüm ve yaktım. Gözlerimi kapadım. Bir nefes çekƟm. Yavaş yavaş kendimi mavi duman bulutları arasında kaybedip tatlı halüsinojenik etkilerinin beni yutmasını bekledim. Bu sefer çok uzun sürmedi. Durmak bilmeyen, donuk baş ağrısı çok geçmeden kayboldu ve dünya bulanık bir parıltıya büründü, bunun tek sebebinin yağmur olmadığını biliyordum.

Yanımda bir kız oturuyordu. Tess’di bu. Lake’in sokaklarından alışık olduğum şekilde sırıttı. Yolun karşısındaki bir ekrana doğru işaret ederek, “JumboTron’lardan herhangi bir haber aldın mı?” diye sordu. Ağzımdan mavi duman çıktı, yavaşça kafamı salladım. “Hayır. Yani Vatanseverlerle ilgili birkaç manşet vardı ama yer yarılmış da içine girmişsiniz sanki. Neredesiniz? Nereye gidiyorsunuz?” Tess cevap vermek yerine, “Beni özledin mi?” diye sordu. Onun parıldayan görüntüsüne baktım. Tam da onu sokaklardan hatırladığım gibiydi; kızılkahve saçları dağınık bir şekilde örülmüştü, gözleri kocaman ve ışıl ışıldı, nazik ve yumuşaktı. Küçük Tess. Vatanseverlerin Anden’a karşı düzenledikleri suikast girişimini sabote eƫkten sonra ona… en son ne demişƟm? Lüƞen, Tess; seni burada bırakamam. Ancak yaptığım şey tam da buydu. Arkamı döndüm ve sigaramdan bir nefes daha çekƟm. Onu özlüyor muydum? “Hem de her gün,” diye cevapladım.

Tess daha da yakınıma gelerek, “Beni bulmaya çalışıyorsun,” dedi. Neredeyse omzunun omzuma dokunduğunu hissedebildiğime yemin edebilirdim. “Seni gördüm, haberleri duyabilmek için JumboTron’ları ve yayınları taradığını, sokakta insanların konuşmalarını dinlediğini. Ama Vatanseverler şu anda saklanıyor.” Tabii ki saklanıyorlardı. Anden ikƟdara gelmişken, Cumhuriyet ve Koloniler arasında bir barış anlaşmasına varılmışken neden saldıracaklardı ki? Yeni amaçları neydi acaba? Hiçbir fikrim yoktu. Belki de yeni bir amaçları yoktu. Belki de artık varlıklarını sürdürmüyorlardı. Tess’e, “Keşke geri gelsen,” diye mırıldandım. “Seni tekrar görmeyi çok isterdim.” “Peki ya June?” Bunu sorarken Tess’in görüntüsü kayboldu. Onun yerine June geldi; uzun bir kuyruk yapılmış saçları ve ciddi, analizler yapan, her zaman analizler yapan altın parıltılı o koyu renk gözleri. June’un hayali bile göğsümün içine bir acı saplanmasına yeƟyordu. Kahretsin. Onu çok özlemiştim.

Eden’la birlikte Frisco’ya taşınmadan önce ona Denver’da nasıl veda eƫğimi hatırlıyordum. Aramızdaki garip sessizliği bozmak için mikrofonumdan ona, “Geri geleceğimizden eminim,” demişƟm. “Eden’in tedavisi biƟnce.” Bu bir yalandı tabii. Frisco’ya benim tedavim için gidiyorduk, Eden için değil. Ancak June bunu bilmiyordu, bu yüzden sadece, “Hemen gelin,” demekle yetindi. Bunun üzerinden sekiz ay geçmişƟ. O zamandan beri ondan haber almamıştım. Birbirimizi rahatsız etmekten çekindiğimiz için miydi, diğerimizin konuşmak istememesinden çok korktuğumuz için miydi yoksa ikimiz de ilk adımı atacak kadar umutsuz olamayacak derecede gururlu muyduk, bilemiyorum. Belki de artık o kadar ilgilenmiyordu. Ama zaten bu işler böyleydi. Önce konuşmadan bir haŌa geçerdi, sonra bir ay, arkasından o kadar çok zaman geçerdi ki artık onu aramam garip olurdu. Ben de aramadım. Hem ne diyecekƟm ki? Endişelenme, doktorlar hayatımı kurtarmak için mücadele ediyor. Endişelenme, ameliyat etmeye kalkışmadan önce beynimdeki sorunlu bölgeyi küçültmek için devasa miktarlarda ilaç veriyorlar.

Endişelenme, AntarkƟka daha gelişmiş hastanelerinde tedavi görebilmem için bana ülkeye giriş izni verebilir. Endişelenme, çok iyiyim. Ölecekken, âşık olduğunuz kızla iletişimde kalmaya çalışmanın ne anlamı vardı ki? Bu hatırlatma başımın arkasına keskin bir acı saplanmasına neden oldu. Kendi kendime yüzüncü kere, “Böylesi daha iyi,” dedim. Öyleydi de. Onu bu kadar uzun süre boyunca görmeyince nasıl tanıştığımızın anısı giderek bulanıklaşıyordu ve onun ailemin öldürülmesiyle ilgili bağlantısını giderek daha da az düşünür olmuştum. Tess’in aksine, June’un görüntüsü her ne sebeptense tek bir kelime etmiyordu. Parıldayan görüntüyü görmezden gelmeye çalıştım ama gitmeyi reddediyordu. İnatçının teki. Sonunda, ayağa kalktım, sigaramı kaldırımda söndürdüm ve Obsidyan Salonu’nun kapısından içeri adım attım. Belki de müzik ve ışıklar onu benim sistemimden atardı. Bir an için hiçbir şey göremedim. Kulüp zifirî karanlıktı ve ses sağır edici düzeydeydi. Hemen bir çift asker tarafından durduruldum. Biri elini sıkıca omzuma koydu.

“Adın ve birliğin?” Gerçek kimliğimi söylemeye hiç niyeƟm yoktu. Kafamdan bir isim uydurup aklıma gelen ilk “Onbaşı Schuster. Hava Kuvvetleri,” diye cevap verdim. Aklıma hep ilk hava kuvvetleri geliyordu, genellikle Kaede yüzünden. “İkinci Deniz Üssü’ndenim.” Nöbetçi başıyla onayladı. “Hava kuvvetlerinden gelenler arkaya, sola, tuvaletlerin oraya. Ve eğer ordu koltuklarındakilerle kavga çıkardığını duyarsam dışarı atılırsın ve sabah komutanının kulağına gider. Anlaşıldı mı?” Başımı salladım ve askerler geçmeme izin verdi. Karanlık bir koridordan ve ikinci bir kapıdan daha geçtim, sonra da içeride yanıp sönen ışıkların ve kalabalığın arasına karıştım. Dans pisƟ, kolları kıvrılmış dağınık gömlekler ve kırışık üniformalarla eşleştirilmiş elbiseler giyen insanlarla doluydu. Salonun arka tarafındaki hava kuvvetleri koltuklarını buldum. İyi, birkaç tane boş koltuk vardı. Koltuklardan birine geçƟm, ayağımı mindere dayadım ve başımı arkaya yasladım. En azından June’un görüntüsü yok olmuştu.

Gürültülü müzik düşüncelerimi dağıtmıştı. Daha koltuğa geceli birkaç dakika olmuştu ki kalabalık dans pisƟnden bir kız sendeleyerek bana doğru geldi. Sarhoş görünüyordu, gözleri parlak ve muzipƟ ve arkasına doğru bakınca bizi izleyip kikirdeyen bir grup kız gördüm. Kendimi gülümsemeye zorladım. Genelde kulüplerde ilgi görmek hoşuma giderdi ama bazen yalnızca gözlerimi kapamayı ve bu kaosun beni alıp götürmesini istiyordum. Kız bana doğru eğildi ve dudaklarını kulağıma bastırdı. Gürültünün içinden, “Affedersin,” diye bağırdı. “Kız arkadaşlarım senin Day olup olmadığını bilmek istiyor.” Daha şimdiden tanınmış mıydım? İçgüdüsel olarak geri çekildim ve diğerleri görebilsin diye kafamı hayır anlamında salladım. Alaycı bir şekilde sırıtarak, “Yanlış kişiyi buldunuz,” dedim. “Ama iltifatın için teşekkür ederim.” Kızın suratı neredeyse tamamen karanlıktaydı fakat o halde bile kıpkırmızı olduğunu görebiliyordum. Arkadaşları kahkahalara boğuldular. Hiçbiri bana inanmamış gibi görünüyordu. Kız, “Dans edelim mi?” diye sordu.

Omzunun üzerinden yanıp sönen mavi ve altın renkli ışıklara bir bakış atıp bana geri döndü. Bu da arkadaşları onu gaza getirdiği için yaptığı bir şey olmalıydı. Kibar bir şekilde geri çevirmek için doğru kelimeleri bulmaya çalışırken kızın Ɵpini inceledim. Kulüp onu doğru düzgün göremeyeceğim kadar karanlıktı ve tek görebildiğim, teninde ve uzun atkuyruğu saçlarındaki neon renklerdi. Parlatıcı sürülmüş dudakları bir gülümsemeyle kıvrılmıştı, bedeni ince ve pürüzsüzdü, kısa bir elbise ve ordu botları giyiyordu. Kelimeler dudaklarımda donup kaldı. Bu kızdaki bir şey bana June’u anımsatmıştı. June’un sekiz ay önce bir Princeps adayı oluşundan beri beni heyecanlandırabilen bir kız olmamıştı fakat şimdi bu gölgeler içindeki ikizi beni dans pistine çağırırken içimde umutların yeşermesine izin verdim. “Tamam, neden olmasın?” diye karşılık verdim. Kız kocaman gülümsedi. Koltuktan kalkıp elini tuƩuğumda, arkadaşlarının hepsi şaşkınlıkla nefeslerini tuƩular, sonrasında da yüksek sesle tezahürat yaptılar. Kız beni onların arasından geçirdi ve ben daha ne olduğunu anlayamadan kalabalıkların arasından geçip bütün aksiyonun döndüğü yerde kendimize ufak bir boşluk açmıştık bile. Kendimi ona doğru bastırdım, o da bir elini ensemde gezdirdi ve kendimizi ritmin vuruşlarına bıraktık. Bu ışık ve uzuvlar denizinde kör olmuş bir haldeyken kendime, kız sevimliymiş, diye iƟraf eƫm. Şarkı değişƟ, sonra bir kere daha.

Böyle kendimizi kaybetmiş bir şekilde ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum ama öne doğru eğilip dudaklarını benim dudaklarıma değdirdiğinde, gözlerimi kapadım ve bunu yapmasına izin verdim. HaƩa tüylerimin diken diken olduğunu bile hisseƫm. Beni iki kere öptü, dudakları yumuşak ve ıslaktı, dilinde votka ve meyve tadı vardı. Bir elimi kızın beline koyup bedenlerimiz birbirine yapışana kadar onu kendime çekƟm. Öpüşleri hızlanmıştı. İçimden, o June, diyerek bu hayale kendimi bırakmayı seçƟm. Gözlerimi kapadığımda, halüsinojenin etkisi altında bir an için buna inanabildim; burada beni öpenin o olduğunu, nefesimi sonuna kadar içine çekƟğini hayal edebiliyordum. Kız da büyük ihƟmalle hareketlerimdeki değişimi, biranda ortaya çıkan açlığımı ve arzumu hissetmiş olmalıydı çünkü dudaklarında bir sırıtma belirdi. O June’du. Yüzüme değen June’un koyu saçlarıydı, yanaklarıma dokunan June’un uzun kirpikleriydi, boynumdaki June’un koluydu, bedenime değen beden June’un bedeniydi. Ağzımdan hafif bir inleme çıktı. Kız, “Hadi,” diye fısıldadı. Ses tonundan yaramazlık akıyordu. “Biraz hava alalım.” Ne kadar olmuştu? Buradan gitmek istemiyordum çünkü bu gözlerimi açmak zorunda kalacağım anlamına geliyordu.

June kaybolacak ve onun yerine bu tanımadığım kız gelecekƟ. Fakat kız beni elimden çekince gözlerimi açıp etrafa bakmak zorunda kaldım. June tabii ki yoktu. Kulübün ışıkları yanıp söndü ve bir an için kör oldum. Kız beni pisƩe dans eden kalabalığın arasından ve kulübün karanlık koridorundan geçirip işaretsiz bir kapıdan dışarı çıkardı. Sessiz bir arka sokağa çıktık. Yolumuzun üzerine düşen birkaç zayıf spot ışığı yüzünden her şey tüyler ürperten yeşilimsi bir parıltıya bürünmüştü. Beni duvara doğru iƟp yeniden öpücüklere boğdu. Teni nemliydi ve ona dokunduğumda tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyordum. Ben de öpüşüne karşılık verdim ve bizi döndürüp onu duvara çivilediğimde, şaşkınlık içinde küçük bir kahkaha attığını duydum. Kendime tekrar tekrar, o June, diyordum. Dudaklarım açlıkla sigara ve parfüm kokan boynunda dolaşıyordu. Kulaklığımdan hafif bir staƟk sesi geldi; yağmur ve tavada pişen yumurta sesi. Gelen aramayı adamın sesi kulaklarımı doldururken bile duymazdan gelmeye çalıştım. Tam da sırası.

Ses, “Bay Wing,” dedi. Cevap vermedim. Git. Meşgulüz. Birkaç saniye sonra ses tekrar geldi. “Bay Wing, Denver On DördüncüŞehir Devriyesi’nden Yüzbaşı David Guzman konuşuyor. Orada olduğunuzu biliyorum.” Ah, demek arayan oydu. Bu zavallı yüzbaşı her zaman beni bulmakla görevlendiriliyordu. Oflayıp kızın üzerinden çekildim. “Affedersin,” dedim nefes nefese. Özür dileyen bir yüz ifadesiyle kulağımı gösterdim. “Bir dakika.” Gülümseyip elbisesini düzelƫ. “İçeride olacağım,” dedi.

“Beni bul.” Sonra da kapıdan geçip tekrar kulübe girdi. Mikrofonumu açtım ve sokakta yavaşça bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. Sinir olmuş bir şekilde, “Ne istiyorsunuz?” dedim. Yüzbaşı iç çekƟ ve mesajına geçƟ. “Bay Wing, yarın akşam Bağımsızlık Günü nedeniyle Denver’a gelmeniz isteniyor. Her zamanki gibi bu teklifi geri çevirebilirsiniz, genelde yaptığınız gibi,” diye fısıldadı. “Ancak, bu fevkalade önem taşıyan isƟsnai bir toplantı. Katılmaya karar verirseniz, sabah özel bir jet sizi bekliyor olacak.” Fevkalade önem taşıyan isƟsnai bir toplantı. Bir cümlede bu kadar süslü kelimeyi bir arada hiç duymuş muydunuz? Gözlerimi devirdim. Her ay başkenƩeki lanet bir organizasyon için daveƟye gelirdi. Örneğin yüksek rütbeli savaş generalleri için düzenlenen balo veya Anden’ın Deneme’lere son verdiğinde yapılan kutlama gibi. Ama benim bu şeylere katılmamı istemelerinin tek sebebi beni herkese gösterip, “Bakın, unuttuysanız diye söylüyoruz, Day bizim tarafımızda!” diyebilmekti. Şansını fazla zorlama, Anden.

Benden ses gelmeyince yüzbaşı son kozunu kullanırcasına, “Bay Wing,” dedi. “Şanlı Seçmenimiz sizin gelmenizi bizzat rica etti. Princeps adayı da.” Princeps adayı. Çizmelerim sokağın ortasında bir ezilme sesiyle durdu. Nefes alamadım. Fazla heyecanlanma, ne de olsa üç tane Princeps adayı var ve herhangi birinden bahsediyor olabilir. Birkaç saniye geçti ve sonunda sordum. “Hangi Princeps adayı?” “Sizin için önem taşıyan Princeps adayı.” Sesindeki alay yanaklarıma bir sıcaklık gelmesine neden oldu. “June mu?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir