Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba – Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik

Hem Türkiye’de hem de dünyada, hepimizin bir zamanlar az veya çok bel bağlamış olduğu ilerici ve özgürleştirici modernlik söylemlerinin artık tarihe karıştığı hüzünlü bir zamanı yaşıyoruz. Öte yandan, şimdiye kadar bastırılmış yeni seslerin ilk kez duyulduğu, hayatın her boyutunda yerleşik kabullerin kökünden ve sanıyoruz ki geri dönülmez biçimde sorgulandığı, çok hareketli ve çoğulcu bir ortam içinde olduğumuz da inkâr edilemez. Bugünün en hareketli kuramsal tartışmalarının özünde yatan meseleyi herhalde şöylece özetleyebiliriz: Hem Aydınlanma çağının modernlik projesini kökünden eleştirmek, hem de bu projenin hümanist ve özgürleştirici öncüllerinden vazgeçmemek mümkün mü acaba? Toplum bilimlerinden antropolojiye, sanat ve mimarlık tarihinden kültürel çalışmalara kadar pek çok disiplin, kendi alanlarında modernlik projesini eleştirip onun ötesinde yeni alternatifler ararken, ne “geleneğe dönüş” biçiminde bir antimodernliğe, ne de “global disneyland”larda ifade bulan bir postmodernliğe düşmemeye özen gösterenler de var. Çünkü, Appleby, Hunt ve Jacob’un uyardığı gibi, modernliğe tümden sırt çevirmek, “deneyleriyle doğanın sırlarını keşfetmeye, diğer insanlarla birlikte çalışarak daha yeni ve daha iyi bir dünya kurmaya muktedir, özgürce hareket eden ve özgürce bilen birey” düşüncesinden de tamamen vazgeçmek anlamına geliyor.1 Son yıllarda, modernlik projesinin eleştirisi özellikle bütün dünyada çok yaygın ve popüler bir konu olarak görünüyorsa da, modernleşmenin Batı’ya oranla çok daha kısa ve tartışmalı bir tarihe sahip olduğu ülkelerde de meselenin önemli, hatta daha acil olduğu kanısındayız. Bu kitapta yer alan makaleler Türkiye’nin modernlik deneyimini geniş ve disiplinlerarası bir bakış açısından irdeleyerek bu çok güncel tartışmaya bir katkıda bulunmak amacını taşıyor. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda, Türkiye toplum bilimciler tarafından evrensel olarak tanımlanmış bir modernleşme modelinin en başarılı örneklerinden biri olarak lanse edilmişti. Türkiye’nin, Osmanlı dönemi reformlarından başlayıp Kemalist ulus-devletle en yetkin ifadesine ulaşan modernleşme ve Batılılaşma tarihi, modernleşme teorisyenlerinin tüm yazdıklarını doğrular görünüyordu. Modernleşme literatürünün klasikleri sayabileceğimiz iki kitapta, Daniel Lerner’in The Passing of Traditional Society ve Bernard Lewis’in The Emergence of Modern Turkey kitaplarında ayrıntılı olarak incelendiği gibi, Türk modernleşmesi, bütün ilhamını Batı’dan almış, elitler tarafından yönlendirilen, uyum ilkesine (consensus) dayalı ve gerekli toplumsal kurumların inşasına yönelik başarılı bir süreç olarak kabul ediliyordu. Bu ve benzer çalışmalara göre, Türkiye’nin özellikle eğitim, hukuk, toplumsal hayat, giyim-kuşam, müzik, sanat ve mimaride Batı normlarını, stillerini ve kuramlarını başarıyla uyarlamış olması, modernlik projesinin Müslüman bir ülkede bile geçerli olabileceğinin en güzel ispatıydı. Nitekim Türk modernleşmesi, sadece akademik tartışmaların vazgeçilmez bir örneği olmakla kalmamış, Pakistan ve Endonezya gibi pek çok Müslüman “Üçüncü Dünya” ülkelerinin bağımsızlık hareketlerine de ilham kaynağı olmuş, hatta model teşkil etmişti. Bu görüşlerin hemen hepsine hâkim olan kutlayıcı ve kendinden emin ifadede ilk çatlakların belirmesi 1960’ların sonlarına rastlar. Bu yıllarda, Şerif Mardin’in “Marksizan” tabir ettiği2 bakış açılarının gittikçe yaygınlaşan etkisiyle, yeni tarihçilerin ilgilerini elitlerden halk kitlelerine kaydırdığını, siyasi kurumlar yerine iktisadi yapıları çalışmaya başladıklarını, uyum (consensus) yerine çelişkinin daha açıklayıcı bir kategori olarak ortaya çıktığını görürüz. Türkiye’nin modernleşme deneyimine bu yeni eleştirel görüşlerin merceğinden bakan o dönem yazarlarına göre, Türk modernleşmesinde öyle fazla da kutlanmaya değecek bir şey yoktu. Hatta, 1970’lerin sonuna gelindiğinde “modernleşme” sözü neredeyse kötü bir şey olmuş, Lerner ile Lewis gibi yazarlar ise ancak geç Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiyesi’ni çalışmanın “yanlış örnekleri” olarak anılmaya başlamıştı.


Türk modernleşmesinin bu ilk eleştirilerinde, asıl hedef Mustafa Kemal’den önce gelen Osmanlı liderleri veya Mustafa Kemal’i izleyen Cumhuriyet ileri gelenleriydi. Mustafa Kemal’in girişimleri ve özellikle Kurtuluş Savaşı, bir cesaret destanı, hatta beklenen Üçüncü Dünya devrimlerinin bir habercisi olarak görünüyordu. İçinde bulunduğumuz dönemde ise, Türk modernleşmesinin eleştirisi, liberallerden Müslüman aydınlara kadar çok geniş bir yelpaze içindeki grupların elinde çok daha kapsamlı ve çok daha radikal bir hal almış görünüyor. Bugün artık Kemalist doktrinler açıkça hedef alınıp bunların Türk halkının tarihsel ve kültürel yapısını yadsıyarak “tepeden inen” ataerkil ve antidemokratik bir dizi program olduğu rahatça söylenebiliyor. Kemalist modernleşme programının, hepimize öğretilenin aksine, örnek bir başarı değil, Osmanlı-Türk toplum yapısının normatif düzenini altüst etmiş bir müdahale olduğu, şimdiye kadar duyulmamış bir tonla iddia ediliyor. İşin tuhafı, böyle sorgulamalar ve Türkiye’deki modernleşme tarihini bütün ayrıntılarıyla araştıranların sayısının çok da fazla olmadığını görüyoruz. Modernleşme diye tanımlanan sürecin bugün Türkiye’yi belli bir yere getirdiğini hatırlatmakta yarar var. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, bugün Türkiye’de daha çok insanın daha uzun yaşadığı, çocuk ölümlerinin daha azaldığı, 1920’lere kıyasla daha çok sayıda insanın okuduğu, yazdığı, modern iletişim ve taşıma araçlarına ulaşabildiği, kısacası 20. yüzyıl başı Anadolu’suna kıyasla hayat kalitelerinde gözle görülür bir iyileşme olduğu inkâr edilemez. Bunlar çok önemli ve ilginç araştırma konuları olarak beklerken, Bernard Lewis’in Emergence’ının basımından 35 yıl sonra hâlâ geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemleri için önde gelen bir kaynak olması düşündürücüdür. Aynı şekilde, modern Türkiye tarihinin her noktasını etkilemiş olan Atatürk’ün hâlâ bilimsel bir biyografisi de basılmamıştır. Üçüncü ve belki de daha ciddi bir konu ise Kemalizmden radikal bir kopuşun ardından gelebilecek bazı postmodern pozisyonların yol açabileceği had safhada bir relativizimdir ki, bu da çok farklı söylem ve yaşam biçimlerinin arasında herhangi bir değerlendirme ölçütü bulmayı imkânsız kılacaktır. Elinizdeki kitabın editörleri olarak inancımız odur ki, çoğulculuk ve farklılığa olan saygının aldırmazlığa dönüşmemesi için, Chantal Mouffe’nin güzel deyişiyle “var olması gerekip de olmayan [telaffuz edilmeyen] farklılıklarla, hiç olmaması gerektiği halde var olan farklılıkları birbirinden ayırt edebilmemiz gerekiyor”.3 Bu inançtan yola çıkarak, Türk modernleşmesinin eleştirel biçimde yeniden düşünülmesini önerirken, hem modernlik/modernizm, hem de postmodernlik/postmodernizm sözcüklerinin klişe tanımlarından uzak durmak gereğinin de altını çizmek istiyoruz. Özgürleştirici potansiyel taşıyan tarihsel bir durum olarak modernlik ile, politik bir hegemonya projesi olarak araçsallaştırılmış bir modernliği birbirinden dikkatle ayırmamız gerektiği gibi, günümüzdeki postmodern eleştirilerin demokratik boyutlarını da, yeni bir dogma olarak formülleşen postmodernizm tanımlarından korumamız gerekiyor.

Bunun ise ancak mevcut toplumsal, politik ve teorik ayrışmaların birbiriyle iletişimini sağlayabilecek yeni bir konsensüs inşası ile mümkün olabileceği, bunun da gerçeklerin ve adaletin evrensel doğrularından vazgeçmeden pekâlâ yapılabileceği kanısındayız. Böyle bir konsensüsün ilkeleri, elit bir grubun metateorilerinden veya politik projesinden değil, farkı toplumsal gruplar arasındaki diyalogdan doğacaktır. Ancak böyle bir diyalogla “müdahalelerden ve sansürden arınmış, bir kamusal söylem”in4 büyüyebilmesine destek olabiliriz. İlk kez Mart 1994’te MIT’de yapılan, “Türk Modernleşme Projesinin Yeniden Düşünülmesi” başlıklı disiplinlerarası konferansta sunulan makalelerin toplandığı bu kitap, Türkiye’de ve dünyada modernlik projesinin günümüzdeki krizi ve geleceği konularında çalışan çok çeşitli disiplin ve mesleklerden yazarları bir araya topluyor. Bu yazarların her biri, kendi uzmanlık alanlarından Türkiye’ye bakarken aynı zamanda çok güncel kavramsal araçları ve teorik çerçeveleri de kullanarak, gerek birbirleriyle, gerekse de dünyanın başka bölgeleriyle ilgili benzer sorular soran başka uzmanlarla teorik ve tarihsel bir alışverişe zemin hazırladılar. Yazıların tek sesli bir bütün oluşturmamasından, yazarların yer yer birbiriyle çelişebilen farklı konumlarından da anlaşılabileceği gibi, gerek konferansta, gerek konferansın ürünü sayılabilecek bu kitapta, amacımız kafamızdaki belli bir görüşü onaylatmak için yazarları stratejik olarak seçmek değil, Türkiye üzerine çalışan önemli isimlerden bazılarını davet ederek seçtiğimiz tema üzerinde düşünmelerini ve fikir üretmelerini sağlamaktı. Öte yandan, son kertede bütün makalelerin şu veya bu şekilde paylaştığı iki gözlem, bu kitaptaki tartışmaların en belli başlı sonuçlarını oluşturuyor. Birinci gözlem, Türk modernlik projesinin, ulus-devletin himayesinde ve kontrolünde ortaya çıkmış olması nedeniyle daha en baştan problemli doğduğu, modernliğin özgürleştirici boyutundan taviz veren pek çok uygulamanın bizzat modernlik adına yapıldığı. İkincisi ise, günümüzdeki eleştirel ortamın, modernlik projesinin ortaya çıkışındaki özürlerin nihayet düzeltilmesi, ülke potansiyelinin çok daha demokratik, çoğulcu ve yaratıcı bir biçimde açığa çıkarılması yolunda önemli bir politik ve entelektüel fırsat oluşturduğu konusundaki fikir birliği –bu fırsatın değerlendiriliyor olduğuna dair henüz fazla inandırıcı bir işaret görmemiş olsak bile…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir