Milan Kundera – Kimlik

Bir gezi rehberinde, Normandiya kıyısındaki küçük bir kentte rastlantı sonucu buldukları bir otel. Chantal, geceyi geçirmek üzere otele cuma günü tek başına geldi, Jean-Marc, ona ertesi gün öğleye doğru katılacaktı. Küçük valizini odaya bırakıp dışarı çıktı ve bilmediği sokaklarda kısa bir gezinti yaptıktan sonra, otelin lokantasına döndü. Saat yedi buçukta salon hâlâ boştu. Masalardan birine oturup birinin onun varlığını fark etmesini bekledi. Öte yanda, mutfak kapısının yanında, iki garson kız ateşli bir konuşmaya dalmıştı. Chantal, sesini yükseltmekten nefret ettiğinden, yerinden kalktı, salonu geçip onların yanında durdu; ne var ki, kızlar kendilerini konuştukları şeye tutkuyla kaptırmışlardı: “On yıl oldu, diyorum sana. Onları tanırım. Korkunç bir şey bu. Ve hiçbir iz yok. Hiç. Televizyonda sözü edildi.” Öteki: “Başına ne gelmiş olabilir? – İnsan düşünemiyor bile. İşin dehşet veren yanı da bu zaten. – Bir cinayet mi? – Civardaki her yer didik didik arandı.


Kaçırılma mı? – Ama kim? Ve neden? Ne zengin ne de önemli biriydi. Televizyonda gösterdiler. Çocuklarını, karısını. Ne büyük bir umutsuzluk. Düşünebiliyor musun?” Sonra, Chantal’ı fark etti: “Kayıp kişilerle ilgili televizyon programını biliyor musunuz? Hani adı, ‘Gözden Yitirdiklerimiz’, olan.” “Evet,” dedi Chantal. “Belki de Bourdieu ailesinin başına gelenleri o programda izlemişsinizdir. Buralıdır onlar.” “Evet, korkunç,” dedi Chantal, bir yaşam dramı üzerine yapılan tartışmayı, sıradan bir yemek sorununa nasıl döndüreceğini bilemez durumda. “Akşam yemeği yemek istiyorsunuz galiba,” dedi sonunda öteki garson kız. “Evet.” “Şef garsonu çağırayım, siz oturun.” Meslektaşı şunu da ekledi: “Sevdiğiniz biri ortadan kayboluyor ve siz onun başına ne geldiğini hiç bilemiyorsunuz, varın düşünün! İnsan deliye döner!” Masasına döndü; şef garson beş dakika sonra geldi; Chantal, soğuk, çok basit bir yemek ısmarladı; tek başına yemek yemekten hoşlanmaz; ah, yalnız yemek yemekten ne kadar nefret eder bilemezsiniz! Tabağındaki jambonu kesiyor, bu arada garson kızların, kafasında uyandırdığı düşünceleri frenleyemiyordu: Attığımız her adımın kontrol edilip kayda geçirildiği, büyük mağazalarda kameraların bizi gözetlediği, insanların geçerken birbirine sürekli sürtündüğü, insanın, ertesi gün araştırmacılar ve anketçiler tarafından sorguya çekilmeden sevişemediği (“Nerede sevişiyorsunuz?”; “Haftada kaç kez?”; “Prezervatifle mi, prezervatifsiz mi?”) bu dünyada, bir insan nasıl olur da herkesin gözü önünde kaybolur, hiç iz bırakmadan yok olur? Evet, adı içine korku salan o programı, – birileri bilinmeyen bir yerden işe karışarak televizyonu her türlü uçarılığı bir yana bırakmaya zorlamış gibi- içtenliği ile hüznü ile onun elini kolunu bağlayan tek televizyon programı olan ve bir sunucunun, izleyicileri üzüntülü bir ses tonuyla, kaybolan kişinin bulunmasına yardım edecek bir tanık getirmeye davet ettiği, o “Gözden Yitirdiklerimiz” programını çok iyi biliyor. Programın sonunda, önceki programlarda sözü edilen gözden yitirilmişlerin hepsinin resimleri tek tek gösteriliyor; içlerinden bazıları on bir yıldır kayıp. Günün birinde Jean-Marc’ı da böyle yitirdiğini düşlüyor.

Ondan hiç haber alamamak, olup biten hakkında yalnızca düş kurmaktan başka elinden bir şey gelmemek. Canına bile kıyamazdı, çünkü ihanet olurdu bu, beklemeyi reddetmek, sabrını yitirmek anlamına gelirdi. Sonuçta, yaşamının sonuna kadar hiç yakasını bırakmayacak bir dehşet içinde yaşamaya mahkûm olurdu. 2 Odasına çıktı, güçlükle uyudu ve gördüğü uzun bir düşten sonra, gece yarısı uyandı. Düşünde, geçmişinde birlikte olduğu kimseler vardı yalnızca: annesi (uzun süreden beri hayatta değildi) ve özellikle de eski kocası (onu yıllardan beri görmemişti ve -düş yönetmeni rol dağıtımında yanlışlık yapmış olacak ki- kendisine pek benzemiyordu); eski kocası, dediğim dedik, enerjik kız kardeşi ve yeni karısıyla birlikteydi (o kadını hiç görmemişti; yine de, düşünde, onun o olduğundan kuşkusu yoktu); eski kocası, sonunda ona üstü kapalı erotik önerilerde bulunuyordu, karısı da Chantal’ı, dilini onun dudakları arasına kaydırmaya çalışarak ağzından kuvvetle öptü. Birbirine değen iki dil öteden beri içini kaldırırdı. Aslında, onu uykusundan uyandıran, bu öpücük oldu. Düşün, içinde uyandırdığı huzursuzluk öylesine büyüktü ki, bunun nedenini çözmeye çalıştı. Onu bu kadar huzursuz kılan şeyin, düşün, şimdiki zamanı silip atması olduğunu düşünüyor. Çünkü, içinde yaşadığı zamana öylesine sıkı sıkı sarılır ki, karşılığında dünyayı verseler, onu ne geçmişle ne de gelecekle değiştirir. Düşleri işte bu yüzden sevmez. Düşler, aynı yaşamın farklı dönemleri arasında kabul edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş düzeyli bir eşzamanlılığı dayatır; ayrıcalıklı durumunu yok sayarak şimdiki zamanın varlığını yadsır. Tıpkı bu gece gördüğü düşte olduğu gibi. Yaşamının çok büyük bir bölümünü kaplayan her şey karanlığa gömülmüştü. Jean-Marc, birlikte oturdukları daire, birlikte yaşadıkları tüm yıllar; bunların yerini, kendi geçmişi, uzun süreden beri kopmuş olduğu, üzerine sıradan bir cinsel kandırmacanın ağını atarak onu yakalamak isteyen kişiler almıştı.

Dudaklarının üstünde, bir kadının ıslak dudaklarını duyumsuyordu (kadın çirkin değildi; düş yönetmeni, kadın oyuncuyu seçerken oldukça titiz davranmıştı) ve bu durum öylesine mide bulandırıcıydı ki, gecenin ortasında banyoya giderek ağzını, yüzünü uzun uzun yıkadı, gargara yaptı. 3 F., Jean-Marc’ın çok eski bir dostuydu, liseden beri birbirlerini tanırlardı; aynı düşünceleri paylaşır, her konuda anlaşırlardı ve Jean-Marc, yıllar önce, birden ve kesin olarak onu artık sevmemeye başlayıp görüşmeyi kesinceye kadar ilişkileri sürmüştü. Jean-Marc, F.nin çok ağır hasta olduğunu ve Brüksel’de bir hastanede yattığını öğrendiğinde, onu ziyaret etmek için en küçük bir istek göstermedi, ama Chantal gidip görmesi için üsteledi. Eski dostun o hasta hali dayanılacak gibi değildi. Belleğinde onu lisedeki haliyle korumuştu; kırılgan bir genç, her zaman kusursuz giyimli, doğal bir incelikle donanmış, öyle ki Jean-Marc bu incelik karşısında kendini gergedan sanırdı. F.yi vaktiyle olduğundan genç gösteren ince, kadınsı çizgileri, şimdi onu daha yaşlı kılmıştı. Yüzü ona gülünç biçimde küçülmüş, büzülmüş, kırışmış göründü, öyle ki başının, dört bin yıldan beri mumyalanmış olarak duran bir Mısır prensesinin başından farkı yoktu; Jean-Marc onun kollarına bakıyordu. Kolunun birine serum takılmıştı, damarına sokulmuş bir iğne ile hareketsiz duruyordu, ötekini de, sözlerini desteklemek için hareket ettirip duruyordu. Bir şeyler anlatırken ona baktığında, F.nin kolları ona her zaman, ufak tefek bedenine oranla daha da küçülmüş, kukla kollarına dönüşmüş gibi gelirdi. Bu izlenimi o gün daha da güçlüydü, çünkü bu çocukça kol hareketleri, durumunun ciddiyetiyle hiç bağdaşmıyordu. F.

ona, doktorlar kendisini yeniden yaşama döndürmeden önce nasıl günlerce komada kaldığını anlatıyordu: “Ölümden dönen kişilerin neler anlattıklarını bilirsin. Tolstoy, bir öyküsünde bundan söz eder. Bir tünel ve ucunda bir ışık. Yaşamötesinin çekici güzelliği. Oysa, yemin ederim ki ben ışık falan görmedim. İşin daha da kötüsü, bilincimi hiç yitirmedim. Her şeyi biliyorsun, her şeyi işitiyorsun, ne var ki onlar, doktorlar, bunun farkında değil ve senin önünde, akıllarına ne gelirse anlatıyorlar, senin duymaman gereken şeyleri bile. Artık iflah edilemez olduğunu. Beyninin ayvayı yediğini.” Bir an sustu. Sonra: “Bilincimin bütünüyle berrak olduğunu söylemiyorum. Olup bitenin farkındaydım, ne var ki, her şey biraz deforme olmuştu, düşte olduğu gibi. Ama gerçek yaşamda gördüğün karabasan kısa sürer, bağırmaya başlar ve uyanırsın, oysa ben bağıramıyordum. Bir karabasanın ortasında, bir türlü bağıramamak.” Yeniden sustu.

Sonra: “Ölmekten hiç korkmadım. Ama şimdi korkuyorum. İnsanın, öldükten sonra canlı kaldığı düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum, ölü olmak, sonsuz bir karabasanı yaşamak demek. Neyse geçelim. Geçelim bunu. Başka şeylerden konuşalım.” Jean-Marc, hastaneye gelmeden önce, ne kendisinin ne de onun, kopuşlarının anısını es geçebileceklerini ve F.ye içtenlikten yoksun barışma sözleri etmek zorunda kalacağını biliyordu. Ne var ki bu korkusu boşa çıktı. Ölüm düşüncesi yanında öteki tüm konular boştu. F., istediği kadar başka konulara geçmek istesin, acı çeken bedeninden söz etmeyi sürdürüyordu. Anlattığı şeyler JeanMarc’ın ona acımasına yol açtı, ne var ki, içinde ona karşı sevgi uyandırmadı. 4 Gerçekten bu kadar soğuk, bu kadar duygusuz bir insan mı? Bir gün, bundan yıllar önce, F.nin kendisine ihanet ettiğini öğrendi; ah, bu sözcük gereğinden çok romantik, kuşkusuz abartılı da; o ihanetin hiçbir biçimde korkunç bir yanı yoktu: Onun bulunmadığı bir toplantıda, herkes Jean-Marc’a yüklenmiş, buysa sonuçta onun, işinden ayrılmasına neden olmuştu (insanı öfkelendiren bir durumdu bu, ne var ki çok da önemli değildi, çünkü Jean-Marc işini çok az önemserdi], İşte o toplantıda F.

oradaydı. Oradaydı ve Jean-Marc’ı korumak için ağzını açıp tek bir söz etmedi. Büyük hareketler yapmayı çok seven o kısacık kolları, dostunun lehinde küçücük bir harekette bulunmadı. Jean-Marc, yanılmış olmamak için, F.nin gerçekten suskun kaldığını özenle araştırıp doğruladı. O konuda hiç kuşkusu kalmadığındaysa, birkaç dakika kendini çok derin bir yara almış gibi duyumsadı; sonra, onu bir daha hiç görmemeye karar verdi; hemen ardından, içini rahatlık duygusu kapladı, açıklanamaz bir neşeye boğuldu. F., başına gelen kötü olayların uzun süren açıklamasını bitiriyordu ki, bir an sessiz kaldıktan sonra, mumyalanmış küçük prenses yüzü aydınlandı: “Lisedeyken neler konuştuğumuzu anımsıyor musun?” “Tam olarak değil,” dedi Jean-Marc. “Genç kızlardan söz ettiğinde, seni her zaman ustam konuşuyormuş gibi dinlerdim.” Jean-Marc, anımsamaya çalıştı, ne var ki belleğinde o çok eski zamanlarda yapılan konuşmaların hiçbir izine rastlamadı: “On altı yaşında bir acemi çaylak olarak genç kızlar hakkında neler söylemiş olabilirim ki?” “Kendimi senin karşında ayakta görüyorum,” diye sürdürdü F., “kızlar hakkında bir şeyler söylüyorum. Anımsarsın, genç bir bedenin bir salgı makinesi gibi çalışması beni her zaman çok şaşırtırdı; sana, bir genç kızın sümkürdüğünü görmeye zor katlandığımı söyledim. Ve sen durdun, bana şöyle bir baktın -o halin bugün hâlâ gözümün önünde- ve tuhaf bir bilgiçlik taşıyan, içtenlikli, kesin bir ses tonuyla söyle dedin: ‘Sümkürmek mi? Benim için, onun gözünü kırpıştırdığını görmek, gözakının üstünde gözkapağının o hareketini görmek bile, kendimi zorlukla bastırabildiğim bir iğrenme duygusuna kaptırmam için yeterli.’ Anımsıyor musun bunu?” “Hayır,” dedi Jean-Marc. “Nasıl unutabildin? Gözkapağının hareketi.

Böylesine tuhaf bir düşünce!” Ne var ki Jean-Marc doğru söylüyordu; anımsamıyordu. Ayrıca, belleğini zorlamayı bile denemiyordu. Başka şey düşünüyordu o. İşte, dostluğun var olmasının gerçek nedeni: Bir zamanlar kendine ait olan ve dostlar arasındaki o sonu gelmez gevezelikler olmasa çoktan silinip gitmiş olacak bir imgeyi izleyebilmesi için, karşındaki insana ayna tutmak. “Gözkapağı. Gerçekten anımsamıyor musun?” “Hayır,” dedi Jean-Marc, sonra, içinden kendi kendine şunu söyledi: Bana tuttuğun ayna umurumda değil, anlamıyor musun bunu? F.nin üstüne yorgunluk çökmüştü, gözkapağıyla ilgili anı onu yormuştu sanki; sustu. “Uyuman gerek,” dedi Jean-Marc ve ayağa kalktı. Hastaneden çıkarken Chantal’la beraber olmak için dayanılmaz bir istek duydu içinde. Bu kadar bitkin olmasaydı, hemen yola çıkardı. Brüksel’e gelmeden önce, ertesi sabah otelde özenli bir kahvaltı ettikten sonra huzur içinde, acele etmeden yola çıkmayı düşünmüştü. Ne var ki, F.yi gördükten sonra, yolculuk yaptığında yanına aldığı çalar saati sabahın beşine kurdu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir