Alphonse Daudet – Değirmenimden Mektuplar

Fin-de-siècle (yüzyıl sonu) edebiyatına daha önceki önsözlerimizde yeri geldikçe değinmiştik. 1888’de ilk defa Micard’ın Jouvenot ve Cohen adlı oyununda kullanılan bu tanım, aslında çok daha önce şatafatlı, debdebeli, süslü, gözalıcı olanı tanımlayan estetik bir kavramdı; Baudelaire’den[*1] sonra dekadans (yozluk, çürümüşlük) kavramını salt politik bir kategori olmaktan çıkartıp farklı anlamlarda kullanmış olan edebiyatçılar, kendilerini seve seve fin-de-siècle sanatçıları olarak tanımlamışlardı; kastettikleri Dorian Gray’in Portresi (Oscar Wilde)[*2] önsözünde genişçe açıkladığımız “dandici” tarzda sergilenen bir modernlikti. (Dandizm, en başta 18. yüzyılın ortasında, zengin, genç, büyük-burjuva, aristokrat gençlerin yaşama tarzı anlamına gelmekteydi. Alt tabakalardan ve geniş kitlelerden kesin biçimsel ayırımı belirginleştiren bir giyim kuşam tarzı; bilinçli, züppece, ukala ve alaycı bir konuşma, sözlü ifade tercihi, çevreye karşı kibirli, küstah bir küçümseme, estetiğin, sanatın her türlü çelişkiyi aşacağı anlayışı ile birleşen, gerçek özgürlüğü baştan aşağıya sanatçı kesilmiş bir toplumda bulan bir estetik-ütopyacılık. 18. yüzyılın ortasında İngiltere’de yaygınlaşan Dandizm, daha sonra Fransa’da da etkisini göstermiştir.) Fin-de-siècle sanatçıları bu “dandici” estetizmi anormal olana düşkünlük (tabulara aykırı davranma); sertliğe, kabalığa karşı yumuşaklığı tercih etme, bunalımlara duyarlı, olağanüstü uyarımlara, algılara açık, hassas; eksik, kusurlu, sakat olana ilgi duyma vb eğilimlerle birleştirip edebiyattaki romantizme bir tür geri dönüş yapmışlardır. (Daudet’nin Değirmenimden Mektuplar’ında yumuşak, alçak sesli anlatımın, kırsala yönelik, sanayi karşıtı romantizmin, halkçılığın izlerini sürmek çok kolay olmalı. Ancak onun taşradan, alt tabaka insanlarından yana gibi görünen yaklaşımı, bir gözlemci olma konumundan öteye geçememektedir; bir fahişeye âşık olan gencin intiharı, buharlı değirmene direnmeye çalışan yaşlı değirmencinin gelişime direnmesi, vb, bütün bunlar, bir yanıyla da taşraya kentli gözüyle bakan bir üst bakışın “örtük bir küçümsemesini ve alayını” da içeriyor olabilir. Burada karar okurundur. Alphonse Daudet sanayileşmiş, karanlık kentlerin karşısına güneyin doğal, mutlu dünyasını mı koymaktadır, yoksa bu iki dünya başka tür ilişkiler mi sunmaktadır bize?) Fin-de-siècle döneminin, yani 1900’lerin başına hâkim bu estetik ve kültürel atmosferin oluşmasında etkili olanlar, 1871 yenilgisinin (Alman-Fransız savaşı, Almanların Paris’e girmesi), Komün[*3] ayaklanmasının sonucunda Fransa metropollerini etkisi altına alan güvensizlik, kaos duygusu; düzmece bir suçla hüküm giyen (Yahudi) subay Dreyfus’un[*4] masumiyeti çevresinde oluşan ve hukuka, sisteme, devlete olan güveni sarsan yoğun tartışmalar; sadece akla uygun olana (felsefede) var olma hakkı tanıyan Auguste Comte[*5] pozitivizminin aşılması; psikolojiye ve derinlik psikolojisine duyulan ilginin artması; 1848 devrimlerinin ardından Schopenhauer’in[*6] nihilist felsefesine duyulan ilginin artması; Baudelaire, Rimba-ud[*7] ve Mallarme[*8] şiirinin birbirini etkilemesi ve narratif, yani “anlatıcı” bir edebiyatın yaygınlaşmasıdır. Bütün bu ve benzeri olay ve gelişmelerin koordinatında edebiyatçıların (sanatın) bir dekadans duygusunu ve bilincini enikonu belirlediğini söyleyebiliriz. Fin-de-siècle atmosferi farklı nedenlerle 18. yüzyıla “geri dönen” Anatole France[*9] ve Barbey d’Aure-villy (1808-1889) gibi yazarları da etkilemiştir.


Finde-siècle edebiyatının genelde fantastik öyküyü sürdürmesi (bu konuda gotik roman ve bilimkurgu bağlamında yazdığımız önsözlere bakabilirsiniz) ve gene 18. yüzyılın belirgin bir özelliği olan ve o yüzyılda daha çok öğretici amaçlarla kullanılan “egzotizmin” 19. yüzyılın edebiyatında neredeyse felsefi bir sorun (kaçış, sığınma sorunu) olarak edebiyatta ortaya çıkması, işaret edilmesi gereken noktalardır. Özellikle bu “egzotik” anlatı içinde doğaya geri dönüşü bir “aydınlanma” eleştirisi olarak temellendirmiş olan Jean-Jacques Rousseau’nun[*10] düşünceleri yeniden ortaya çıkar. Avrupa’nın, “aydınlanma hareketinin” öznesinin bitkin ve yorgun düştüğü, aydınlanma vaatlerinin sınıf çelişkileri üzerinden parçalanıp, unutulup gittiği ve dünyanın görüp göreceği ilk büyük savaşa doğru hızla kaydığı bir dönem olduğunu unutmamak gerekir 1900’lerin başını. Yorgun, bitkin Avrupa politik güç dengelerini kollamakta zorlanmakta, hanedanlıklar dağılmamak için son bir çaba sarf etmektedirler. Uygar, sanayileşmiş bir Avrupa’nın gelip geleceği bir doruk, yaygın bir endişe ve huzursuzluk “yozlaşma/çöküş” duygusunu arttırıp durmaktadır. Lumière Kardeşler[*11] fin-de-siècle sinematograflarıyla ne kadar ışık tutmuş olurlarsa olsunlar, “uygarlık” korkusu, kente, karanlık sanayi dünyasına, sefaletin kol gezdiği varoşlara duyulan tepki, yitip gitmiş bir dünya özlemini körükleyecek, taşrada, kırsalda, kendi içine kapalı, geleneğe sarılmış “ada” hayatı özlemi biricik çıkış olarak algılanabilecektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir