Fernand Braudel – Akdeniz, İnsanlar ve Miras

Akdeniz, kendisini çevreleyen ovalar ve dağlar, kentler ve çöller kadar, tanrıları da barındırıyordu. Akdeniz sularında, bir kıyıdan diğerine sitelerinin tanrılarını taşıyan yürekli denizciler, yeni topraklar peşinde koşuyor, oralarda koloniler kurup tapınaklar dikiyorlardı. Çoğu kıyıya yakın yapılmış bu tapınakların kalıntıları bize bugün hâlâ o eski zaman efsanelerini, insanlarla tanrılarının, bu ayrıcalıklı denizin çevresinde Batı uygarlığının temellerinden birini birlikte attıkları zamanları hatırlatır. Dinlerin kökeni ne olursa olsun, sularla rüzgârların ve gökten yağan, yerden püsküren ateşlerin insanların yazgılarıyla emeklerini kendi öfkeli kapışmalarının sonunda sürükleyip götürdükleri, zıt güçlerle dolu düşman bir doğa karşısında savaşım vermek zorunda kalmış olan insanların inandıkları çoktanrıcılığın, onların günlük yaşamlarında edindikleri deneyimlere uygun düştüğü görülmektedir. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar da, bu uyuşmazlığın insanlar üzerindeki yansımasıydı. Öyleyse, öteki tanrıları alt edecek bir tanrının yardımını güvenceye almak, onu içinde yaşanan sitenin koruyucusu ilan etmek, bu arada ona rakip olan tanrılara tapınmayı da göz ardı etmemek gerekiyordu. Grekler, Homeros’un İlyada’sından başlayarak Tragedyacılar’a kadar, bize bu anlayışı yansıtan yapıtlar bırakmışlardır; edebi bir tür haline gelmiş olan bu düşünce, Vergilius’un onlara öykünerek yazdığı Aeneis’e esin kaynağı olmuştur. Ama, efsanevi biçimiyle bile olsa insan düşüncesi, birbirleriyle savaşım halinde olan tanrıların oluşturduğu çoktanrıcılıkla pek bağdaşamamıştı. Tanrıların belirli bir uyum içinde olmaları, bir pantheon oluşturmaları gerekiyordu; öyle ki, uygarlaşmış bir site, onun adaletine itaat etsin ve düzenine saygı duysun. Böylece, bir Baştanrı’nın, sonradan öteki tanrıların atası ve babası olarak kabul edilecek, kendisinden çekinilen bir başın (pater), göksel bir tanrının, Hint-Avrupalılar’ın Dyauspitar, biz Avrupalılar’ın Jüpiter dediğimiz tanrının ortaya çıktığı görülür. Efsanelerin hâkim olduğu ortamda, tek-tanrıcılığa doğru atılmış çekingen bir adımdır bu. Filozoflar da kendi hesaplarına, bu karmaşayı basite indirgemeye çalıştılar. Varlıkların evrensel bir oluş (παντα ρει) içinde bulundukları düşüncesine çok duyarlı olan ve “Polemos (çatışma) her şeyin babası ve başıdır,” diyen Herakleitos, “Logos” adını verdiği kavramla bir uyum ilkesine ulaşmaya çalışmıştı var gücüyle. Bu filozof, karşıtların birlik oluşturduğunu ileri sürer: “İyi ve Kötü bir bütün oluşturur”. Tekil olarak kullandığı Tanrı sözcüğü, bu karşıtlıkların birleştiği ortamdır: “Tanrı, gündüz ve gece, kış ve yaz, bolluk ve yokluktur.


Ama, tıpkı içine kokulandırıcı maddeler karıştırıldığında farklılaşan ve katılan maddelerin adlarına göre farklı adlar verilen ateş gibi, o da farklı biçimler alır.” Demek ki çokluk, hiçbir zaman katıksız farklılık demek değildir ve farklılıklar, hatta karşıtlıklar içinde bile birleşme özelliği vardır. “Kendi kendisiyle savaşım halinde olan şeyin, örneğin içinde zıt yöndeki hareketleri barındıran yayın ve lirin, nasıl uyum içinde olabileceğini anlamıyorlar.” Burada söz konusu olan, etkinin ve tepkinin bir arada bulunmasıdır: “En güzel uyum, birbirleriyle savaşım halinde olan şeylerden çıkar: her şey, karşıtlık sonucu ortaya çıkar.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir