Tarih derken, kelimelerin üzerinde durmak lâzım. Bir tanesi historia, ikincisi tevârîh, üçüncü tabir bilhassa tarih felsefesi açısından geçecek olan res gestae’dir. Historia Latinlerin tarih kelimesi, aslı Yunanca; “somut bir malzeme, müşahhas bir malzeme, bilgi” demek. Arabcadaki “tarih” kelimesinin kökü “ay bilgisi” demek, yani takvim bilgisi, çok müşahhas. Res gestae ise, Latincede “res” “şeyler” demek; gestae “hatt-ı harekât, tavır, hareket” anlamındadır. Demek ki Titus Livius’un büyük eserine baktığımız zaman, Res gestae Populi Romani “Roma halkının serencamı, şanlı yürüyüşü” demek olabilir. Bu Augustus-Claudius devrinde yaşayan Romalı tarihçinin eserinin adı. Almanca tarih kelimesi “Geschichte” “hikâye” demek, story değil ama; “olmuş” anlamı var içinde çünkü. Tarih dendiğinde Herodot akla geliyor. Ama eserini okuduğunuzda burada “tarih nedir?” diye şaşırabilirsiniz. Bir yerde olayları anlatıyor; fakat olayları anlatmaktan çok, o yerin coğrafyasının, çevrenin tahlilini yapıyor. Bu tahlili yaparken bir müesseseyi, bir âdeti, bir olayı anlatmak için kimi zaman rivayetlere dayanıyor; hattâ kimi zaman mitolojiye kadar gittiği oluyor. O zaman bunun tarih ve gerçeklikle ilgisi ne diyorsunuz. Yani destandan nasıl ayrılıyor? Çok basit: Onun -mitolojinin aksinedoğrudan doğruya yaşadığı gün ve çevreden hareket etmesi söz konusu. Bu sağlam bir yöntem. Netice itibariyle gözlediğine, gördüğüne, tahkik edebildiğine dönüyorsun. Görünen ve dokunulan, öbür bilgiyi ayıklayabilir. Gerçi bu ayıklanan bilgi de (mitoloji) kültürel yapıyı veriyor. Yunanlılar aslında tarihi çok seven adamlar değiller; Arablar gibi, İranlılar gibi değiller. Çok geriyi merak ettikleri yok. Çok pragmatik insanlar, bir bakıma. Etrafa bakıyor, “bu nedir?” diye. Bu duygu var; bu aidos’tur işte: Gördüğü müşahhas bir şeye bakmak. Gidiyor Mısır’a, şu şu tanrılar var, Teb şehri var, diyor ve bunun köküne iniyor. İran’a gidiyor, hanedana bakıyor, onların böyle âdetleri var, veraset sistemleri şöyle, diyor. Bunun etrafında tarih yazıyor. Âdeta bugünkü, 20. yüzyılın pragmatik yaklaşımı gibi. Herodot’ta tarih olarak başka milletlerden soyutlanan, tecerrüd ettirilen bir Yunan medeniyeti tarzı yok. Meselâ siyasî rejimleri monarşi, demokrasi vs.yi savunan muhayyel dört kişiye tartıştırıyor. Biri İranlı ve monarşiyi savunuyor; tartışmayı da o kazanıyor. Dolayısıyla, barbar denen kavram Yunanlılar tarafından tahkir edici mânâda kullanılmış değil. Yunanlı için barbar, hiç tesbit edemediği, tanımadığı, dilini anlamadığı tipin (etnik tipin) bir tür adlandırması. Tıpkı Macarların Almanlara bir zaman “dilsiz”, “nemeth” demesi gibi. Nemçe oradan geliyor. Dilini anlamıyor, bütün mesele o. Yoksa etrafı, coğrafyayı tedkik için Herodot’ta böyle çok enteresan bir yaklaşım vardır ve okuduğunuz zaman görürsünüz ki, yaptığı, belirli bir gerçeğin etrafındaki rivayetleri toplamak. Fakat tam anlamıyla mitolojiden de kurtulamamıştır. Kendisinden sonra gelen Thukydides’e baktığımızda, ki Peleponnes Savaşları’nı yazar, bu tür saplantılar yoktur. Meselâ Thukydides, Peleponnes Savaşları’nı ne İlyada gibi yazıyor ne de Herodot gibi. Son derece müşahhas bir yaklaşımı var. Söylediği şu: “Troya Savaşı büyük bir savaş değildi; küçük kayıklarla geldiler, o zaman gemiler büyük değildi. Savaşın on yıl sürmesi Akhalıların aç kalıp etrafı yağmalamalarındandı.” Böyle son derece sağlam, küçümseyen bir mantık var. Ele aldığı Peleponnes Savaşları’nda bu tutum var. Atinalılar, Ispartalılar ve ittifak hâlindeki diğer şehir devletleri birbirleriyle hangi temel üzerinde entrika yapıyorlar? Bunu günü gününe kaydetmek gibi bir keyfiyet söz konusu. Bu ise çok önemlidir ve ifası göründüğünden çok zordur. Meselâ Damat Ferid ve İstanbul cephesi ile Anadolu cephesini tasvir edenler, orada bir kavmin dramını, birbirlerini nasıl yediklerini, nasıl ayrı düştüklerini, mantık veya mantıksızlıklarını Thukydides kadar iyi tarif edemiyorlar. Demek ki Thukydides’te tam bir soğukkanlılık var. Sonra harbe tanrıların müdahale edişi. Biliyorsunuz Yunan mitolojisinin büyüklüğü (ki aslında orijinal değil ve Yunan mitolojisinin kaynakları, yani tanrılar, tanrıçalar ve bunların fonksiyonları esas itibariyle eski Mezopotamya’dan, Anadolu’dan gelmedir; belki hiçbir milletin mitolojisi orijinal değildir) insan hayatına, toplum hayatına dair çok esaslı bir gözlemde bulunmaları ve tanrıları da o toplumun içine sokmalarında. (Bu tabii çok naif, çocuksu bir şey. Biz Eski Yunan’ın bu çocuk ruhunu seviyoruz; yoksa medeniyetin işbaı olarak görmek aklımıza gelmez.) Troyalılarla Akhalılar savaşıyor, tanrıları da işin içine karışıyor. Sanki ülkücülerle solcular kavga ediyor da politikacılar bu işe burnunu sokuyor, akıl öğretiyor gibi. Yani insanî, kötü, haris, habis, yerine göre de iyi figürler. Meselâ savaş tanrısı Ares, cıyak cıyak bağıran, provokatör biri; Romalıların Mars’ı gibi kuvvet ve satvetin temsilcisi değil. Athena çok akıllı geçinen bir kadın; fakat Paris onu en güzel diye seçmediğinden, elmayı ona vermediğinden, kaprisli. Afrodit bütün güzelliği ve kadınlığıyla Troyalıları tutuyor; fakat akıl veremiyor. Böyle, cemiyetin içinde, perde arkasındaki ikinci grup adamlar gibi ortalığı karıştırıyorlar.
İlber Ortaylı – Osmanlı Düşünce Dünyası ve Tarihyazımı
PDF Kitap İndir |