İlber Ortaylı – Üç Kıtada Osmanlılar – Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek

ÜÇ KITADA OSMANLILAR, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek dizimizin üçüncü kitabı. Bu dizi Osmanlı ekseninde yaptığım birtakım konuşmalarımın, gözden geçirilerek kitap haline getirilme projesidir. Bunlar çeşitli iletişim araçlarında, konferanslarda yaptığım konuşmalardır. Bir nevi umumî konferans mahiyetindeki Osmanlı üzerine yorumlamalardır. Osmanlı İmparatorluğu Marmara Bölgesi’nde küçük bir beylik olarak doğdu, gelişti; fakat bu ilk yılların üzerinden daha 150 yıl geçmemişti ki Balkanlar’da ve Ege’de hâkimiyeti tesis etti ve bu Balkan hâkimiyeti hemen hemen bugünkü Bulgaristan’ın ve Yunanistan’ın tamamını kapsadı. Çok kısa bir süre sonra Adriyatik, Tuna Nehri, Karadeniz kıyıları ve Mezopotamya’ya kadar uzandı. İkinci asrında Akdeniz’in batı yakası hariç, kuzeyi ve Kuzey Afrika da dahil çepeçevre saran bir imparatorluk olmuştu. Yani başka bir deyişle, gerek müesseseleri, gerek hayatı, gerek üniversalist hâkimiyet anlayışı ve gerek coğrafyası itibariyle bir Üçüncü Roma idi. Akdeniz dünyası üzerinde kurulu olan Osmanlı İmparatorluğu bu bölgenin son muhteşem imparatorluğuydu ve onu bütün kültürleri, bütün mirasıyla birlikte barındıran ve çağdaş dünyaya taşıyan, asıl tarihî vazifesi de bu olan bir devletti: Bir Akdeniz imparatorluğuydu. Osmanlı’nın tarihini, kimliğini bilmek ve anlamak o kadar kolay değil; bütün etrafımızı, yani yeryüzünün en esaslı uygarlıklarını tanımamız, incelememiz lazım. Osmanlı’yı, etrafımızı tanıdıkça, kendimizi daha çok sevecek ve tarihimize ısınacağız. Okuyucu serimizin ilk iki kitabı olan Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek ve Son İmparatorluk Osmanlı’yı ilgiliyle takip etti. Bu yüzden Osmanlı’nın uzun yıllar üç kıtada hâkimiyetini sağlayan yönetim biçimi, millet sistemi, hukuk sistemi, diplomatik ilişkileri vs üzerine bahisleri üçüncü bir kitap halinde çıkarmak hâsıl oldu. Bunu gerekli bir vazife olarak görüyorum ve memnuniyetle yerine getiriyorum. Hiç şüphesiz bazı iddialarımız tenkite ve tartışmaya açıktır.


Konuşmalarımı deşifre eden Engin Atatimur’un kızı sevgili Neslihan Atatimur’a, eserin redaksiyonunda bana çok yardımı dokunan Ali Berktay’a, editörüm Adem Koçal’a ve bu seriyi yayımlayan, okuyucuya ulaştıran Timaş Yayınları’na teşekkürü bir borç bilirim. Umut ederim kitap beklenen ihtiyacı karşılayacaktır. Bizim yaşadığımız coğrafyada, yani ön planda Balkanlar’da, Karadeniz civarı ülkelerde, Kafkaslar’da ve şimdi Ortadoğu’da çok büyük bir sorun vardır; tarih biliminin ve tarih bilgisinin kitlelere ulaşması, sözün kısası okul kitaplarında anlatılan tarih… Çünkü şurası bir gerçektir ki, hem Türkiye’de hem de bizim çevremizde toplumların, fertlerin çoğunluğu okuldan sonra bir daha tarih kitabı okumazlar. Bu gerçekten hareketle tarih biliminin, bilgisinin ve yorumunun kitlelere ulaşacağı tek araç okuldaki eğitimdir. Bu nedenle de okul kitapları çok önemlidir. Son yıllarda, özellikle 1960’lardan sonra birtakım uluslararası teşekküllerde aydınlar okul kitaplarının karşılıklı olarak düşmanca ifadelerden arındırılmasıyla bir dostluk havasının, bir barışın geleceğini ümit etmektedirler. Her umut ve temenni gibi bunu da saygıyla karşılamak zorundayız. İhmal edemeyiz, iltifat etmek zorundayız, ancak realiteyi de bilmemiz gerekiyor. Tarih, bizim içinde bulunduğumuz Balkan ülkeleri ve Karadeniz coğrafyasında, başından beri teleolojik (amaçlı) bir yorumla ele alınır. Buradaki yorum çok açıktır: Bu devletler mazide çok parlak milletlerin kuruluşlarıdır, şanlı bir tarihleri vardır. Bu böyle olmasa da böyle anlatılır… Arada bir kesinti yaşanmıştır ve şimdi parlak mazinin yeniden inşası söz konusudur. Bu inşa, bütün 19. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlığından kurtulan ve bu hükümranlıktan kurtulduktan sonra müstakil devletçikler kuran Balkan devletleri için onulmaz ve vazgeçilmez bir amaçtır… Şüphesiz ki, bu yorum maziyi kendine göre biçimlendirir ve hedefinden hiçbir taviz vermediği için okul kitapları; Balkan tipi tahripkâr, saldırgan milliyetçiliğin esas mesnetlerinden, dayanak noktalarından biri olarak ortaya çıkar. Bu sırada saptamalar ve saptırmalar ortaya çıkar. Bu devletler tarihi ve coğrafyayı belirli bir şekilde değiştirirler.

Makedonya dediğimiz bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin toprakları Balkan milletleri arasında çok münakaşalı ve saptırmalıdır. Bir ilmi kongrede hatırlıyorum, orta zamanlar haritasını getirip orada Makedonya’nın Bulgaristan’a ait olduğunu öne süren bir Amerikalı tarihçinin tezi bir saat tartışılmıştı… Gerçekten de ‘Makedonya bizimdir, bu harita da bunu gösteriyor’ diyorlardı… Oysa haritada bütün orta zamanlar haritalarına has teknik noksanlar bulunduğu gibi orta zamanlardaki etnik isimlendirme bugünküne benzemiyordu. Nitekim orta zaman seyyahlarının çoğunun kaleminde Ukraynalıları ve Rusları ayırt etmek pek mümkün değildir. Yani o zamanlar Ukraynalılara “küçük Rus”, bildiğimiz Ruslara “büyük Rus” demek alışkanlığı sanıldığının aksine herkesi kapsamıyordu. Gene bırakınız ortaçağı, yeniçağların, 18. asrın birtakım halk tipi sınıflamalarında dahi bir Bulgar’la bir Hellen’in ayrımı çok iyi yapılamaz. Mesnetsiz iddialara ve mesnedin iddia vasıtasının, ispat aletinin de ne derece geçerli olduğuna bakmak gerekir. Bile bile bazı tarihi olayları yeni yorumlarla vermek de bu işin içindedir. Mesela, yakın tarihte Yunanca ders kitapları 1,5 milyon Hellen’in Küçük Asya’dan sürüldüğünü söylerler. Sürülme sanki 26 Ağustos 1922 ( Büyük Taaruz ) zaferinin hemen akabindeki on-on beş gün içinde olmuştur. Oysa vakıa öyle değildir. Cumhuriyetimizle Venizelos’un arasında yapılan bir anlaşma sonucunda bu vuku bulmuştur. Mübadele hiç şüphesiz ki hoş sonuçlar getiren bir olay değildir. Ama buradan giden bir milyonu aşkın Rum’un mübadele gibi bir antlaşmayla gittiği bir gerçektir. Yani on beş günde sürülmüş değillerdir.

Milliyetçiler tarafından beş hatta beş buçuk asrı kapsayan Osmanlı egemenliği istenmeyen, sevilmeyen bir dönem olduğu için, Balkan milletlerinin tarihi geçiştirilip gitmektedir. Bu dönem üzerindeki bilgisizce tasnifler ve tasvirler yanında arazi rejiminin anlatılışı, mesela devşirmeler, İslamlaştırma politikası gibi konular tamamen gerçeklerden uzak sanılarla, varsayımlarla ve saptırmalarla ele alınır. Burada en sık kullanılan da boyunduruk kelimesidir. Sırbistan’ın genç tarihçilerinden biri olan Olga Ziroyevic hanım bu kelimeye çok sinirlendiği için; “Biz öküz müyüz ki kendi tarihimizin önemli bir dönemi için bu kavramı kullanıyoruz” diye haklı olarak sormuştu. Boyunduruk kelimesiyle ifade edilen hiçbir şey insanlara sempatik görünmemektedir ve bugünkü Balkanlar dünyası Osmanlı eserlerinin son hadde varıncaya kadar tahrip edildiği bir yerdir. Bu tahripten ben söz etmiyorum, sanat ve mimarlık tarihçisi, Türkolog Machiel Kiel’in Balkanlar ve Rumeli’deki Osmanlı envanterleri ve araştırmaları herkesin malumudur. Balkan ülkelerinin bazılarında branş olarak bulunmasına rağmen hiçbirinde Türk filolojisi ve tarihi Batı Avrupa ülkelerinde olduğu kadar ehliyetli bir şekilde yapılamaz. Hep başkalarını tenkit etmeyelim, bizde Bizantinist ve Slavistik gibi branşlardan söz edilebilir mi? Hayır. Bunlar olmadığı takdirde biz Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl geniş bir vadide kurulduğunu, bizim sandığımızdan da muhteşem ve karmaşık tarih olduğunu nereden anlayabiliriz? Bilimin yöntemleriyle incelenmeyen bir tarihin getireceği yorum her zaman çocukçadır. Şüphesiz ki Osmanlı tarihi üzerindeki yazılarda Batı Avrupa’nın olumsuz etkileri de göze çarpar. Mesela Avrupa Konseyi okul kitaplarını önyargı ve yanlış bilgilerden temizlemekten söz ediyor… Bu işi yürüten kimselerin örnek diye gösterdiği “Batı Avrupa” ders kitaplarının kendileri ideolojik ve hatta yer yer ifade bakımından tashihe muhtaçtır. Gösterilen modelin, Balkanlar için gerçekten iyi niyetle yaklaşsak da bir model olamayacağı açıktır. Bundan başka bu kuruluşlardaki amatör memurların Kafkaslar ve Balkanlar bölgesindeki problemleri anlayamadıkları çok açıktır. Çoğu zaman tarafsız görünen bazı Alman vakıflarının bu işe müdahalesi ortaçağ Cizvitlerininkinden daha farklı değildir. Mesele nasıl çözülecek? Beşeriyet tarihine aktif olarak katılmaları altı yedi asrı geçmeyen Batı ve Kuzeybatı Avrupa’nın okumuşları ve aydınlarının, Ortadoğu ve Akdeniz bölgesinin tarihçilerine direktif veremeyecekleri açıktır.

Bu ülkelerde tarihin bizatihi malzemesini, dilinin yoğunluğunu meydana getiren şehirleşme olayı çok eskidir, binlerce yıla varır. Yazılı kayıtları çok eskidir… O takdirde bu iklimi anlayabilmek için bu ülkelerdeki tarihçilerin karşılıklı çalışmalarını birbirlerine öğretmeleri ve vaziyeti kavrayarak birlikte bir tarih yazmaları mümkündür. Maalesef gelişmeler böyle olmamaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir