İlber Ortaylı – Osmanlı’da Milletler Ve Diplomasi

İmparatorluk, dinler bakımından en renkli ve kalabalık listeye sahipti. Türkiye, bugünkü sınırları içinde dahi, dünyada pek az ülkede rastlanacak dinî bir çeşitlilik gösterir. Bu, Hıristiyanlık açısından özellikle böyledir. Ülkemizde var olan bütün kiliseleri (yani cemaatleri) saymaya kalkarsam, iki elin parmakları yetmez. Bu bir mübalağa değil, isterseniz sayalım: Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Gregoryen, Ermeni Katolik, Ermeni Protestan, Süryanî Kadim dediğimiz Süryanî Ortodoks, Süryanî Katolik, Kaldanî eski kilisesi ve Kaldanî Katolik, Nasturî Kilisesi (bizde şu sıra hemen hemen hiç üyesi kalmadı ve Nasturîlik de bir ara üç patrikliğe ayrılmıştı). Cumhuriyet devrinde yaşanan bir niza dolayısıyla Türk Ortodoks Kilisesi’nin ortaya çıkışı… Gördüğünüz gibi saymakla iki el bitti, kiliseler bitmedi. Bu saydıklarım, üstelik bu topraklarda doğan ve gelişen veya önemli merkezleri burada olan kiliselerdi. Roma Katolik, Anglikan, Protestan gibi Avrupa kökenli kiliselerin Türkiye’de küçük de olsa bulunan cemaatlerini saymaya kalksak, iki elin parmakları da yetmez. Aynı şey Musevîler için de söz konusudur. Hem bildiğimiz Talmud-Torah geleneğini izleyen Musevîler, hem de Karaim dediğimiz, âyin ve gelenekleri, duaları itibariyle onlardan farklı uygulamaları olan Musevîler vardır (sayıları epey azalmakla birlikte Karaim cemaatinin İstanbul Hasköy’de eski bir kinisaları da –sinagog demezler– vardır). Çok tekrarlanan bir söz de; “Memleketimizin yüzde doksan dokuzu Müslümandır” sözüdür. Mezheb, akîde, ibadet biçimleri itibariyle renklilik ve bölümlenme Müslümanlar için de söz konusudur. Yani, Türkiye aslında sayılamayacak kadar çok dinî cemaatin ülkesidir. Bu dinler buna rağmen aynı akîdeye; Hazreti İbrahim’in öğretisine, tek tanrıya, aynı inanç sistemine dayanır. Yani Budizm, Konfüçyanizm vs.


gibi ayrı dinî kültürel çevreler söz konusu değildir. Ama üç büyük dinin sayılamayacak kadar bölümlenmiş parçalarının çoğuna Türkiye’de rastlanır. Bu kadar çeşitlilik nerede olabilir? Amerika’da olur, ama orası göçmen ülkesidir, burası ise dinlerin otokton [yerli] toprağıdır. Tüm bunlara rağmen, Türkiye’de insanlar dinleri tanımazlar ve merak etmezler. Örneğin, İstanbul’da doğar, yaşar, ölürler, ama bir kilisenin içine girip de, burada pazar âyini nasıl yapılıyor, bunların inancı nedir, duaları nedir, bayram günleri nedir, inançları nasıl açıklanır, diye merak etmezler. Hıristiyanlar da Müslümanlığı tanımazlar. Kısacası, kapalı kompartımanlar halinde yaşayan bir toplumduk ve halen öyle bir toplumuz. Sokaktaki insandan vazgeçtik, okumuş-yazmışların da bu konudaki bilgisizlik ve ilgisizlikleri bürokrasiye de yansımaktadır. Din kültürüne karşı ilgi ve bilgilenme olayı bizim toplumumuzun üyelerine gerçekten uzaktır. Dinle ilgili laik bir tutum, merak ve hoşgörü ciddi bilgiyle temellenmiş değildir. Dinin sözü buna rağmen çok ediliyor, eksik bilgilere göre tarih yorumlanıyor. Ortodoks Kilisesi ve inancı da bu bilgisizlik havasının dışında kalmış değildir. Ortodoks Kilisesi aslında Türkiye topraklarında, ortaçağda yeşeren, gelişen bir müessesedir ve elan bu dinin mühim merkezlerinden biri ve birincisi İstanbul’dadır. Bunun üzerinde de çok tartışma yapılıyor. Meselâ, biz laikliği ilân ettik, 1924’te de halifeyi attık, Patrikhane’yi niye tutuyoruz diyorlar.

Bunu diyenler, sadece belli bir görüş sahibi olanlar da değil; onların tam tersi politik görüş ve dünya görüşü sahibi olanlar da aynı şeyi söyleyebiliyor. Bilmiyorlar ki, hilâfetle patriklik aynı şey değildir. Hilâfet bir müessesedir ve bu müessesenin her şeyden evvel siyasî erk sahibi olması gerekir. Yani, Müslümanların halifesi olan kimsenin imam olması, Müslüman cemaatinin, darü’l-İslâm’ın yöneticisi olması gerekir. Böyle bir vasfı yoksa halifenin, zaten onun artık halifeliği de söz konusu değildir. Dolayısıyla, 1922 ile 1924 arasındaki hilâfet bu anlamda temelsiz bir müessesedir. Tarihte halifenin yönetici olmadığı, kukla gibi bir başka yöneticinin yanında durduğu durumlar vardır. Nitekim, Moğollar zamanında, Selçuklular zamanında Bağdat Halifesi bu durumdaydı. Memlûk zamanında Mısır’da Abbasî halifesinin durumu buydu. Ama hiç değilse unvan olarak ona bir yöneticilik vasfı veriliyordu. Bizde hilâfet de bunun gibi bir şey olmuş kısa bir süre. Meclis ve cumhuriyet rejiminin yanında güçsüz bir kurum olarak yaşamış. Ama hilâfet aslında, yöneticilik olmadığı anda bitmiştir. Uhrevî, ruhanî bir makam gibi devamı söz konusu değildir. Halbuki patriklik için durum böyle değildir.

Patrik dünyevî makamdan ayrılarak her zaman var olabilir ve öyle de olmuştur. Bir diğer yanlış da, Patrikhane’yi dünyadaki bütün Ortodoksların Roma’sı gibi, Papalık gibi düşünmektir. Bu hata çok yapılıyor. Hatta rahmetli Avcıoğlu [1] bile bir makalesinde, Fener’deki Patrikhane için “yüz yirmi milyon Ortodoksun başı” diyor ki, hele makaleyi yazdığı tarihte hiç geçerli bir rakam değildi. Herhalde Rusya, Bulgaristan, Yunanistan vs. hesaplanarak, yüz yirmi milyon nüfus ortaya konuluyor ve Fener de onun başı sayılıyor. Halbuki, Ortodoksluk için böyle bir vahdet, böyle bir büyük kitle olma durumu hiçbir zaman söz konusu değildir. Biraz sonra konuya girdiğimizde göreceğiz ki, Katoliklikle Ortodoksluk arasında büyük fark vardır. Hem kilisenin birliği bakımından (yani vahdet) hem dayandıkları kültür ortamı bakımından hem itikad bakımından çok farklıdır. Biri birisine eşitleştirilemez ve Patrik’in durumu ile Papa’nın durumu arasında, gerek iki kilisenin ruhanî hiyerarşisi, dünyevî kuvvetlerle ilişkisi ve gerekse iç idarelerinde dünyevî kurumların temsili bakımından çok büyük ayrılıklar vardır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir