Kemal Beydilli – Yeniçeriler ve Bir Yeniçerinin Hatıratı

Kuruluş Meseleleri: Osmanlı askerî teşkilatında özel konumlu, maaşlı, daimî yaya ordusu olan Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu hakkında tam bir tarih vermek mümkün olmamakla beraber, bunun belirli bir süreç dâhilinde gerçekleşmiş olduğu açıktır. Osmanlı Beyliği’nin Orhan Bey zamanındaki (1324- 1362) yeni fetihler sebebiyle daha fazla askere ihtiyaç duyulmaya başlandığı ve bunu sağlamak üzere savaş esirlerinden istifade edilmesi yoluna gidildiği genelde kabul edilen bir husustur. Eskiden beri kullanılmakta olan ve yerli Müslüman ahaliden tedarik edilen, sefer esnasında ücret alan, barış zamanında ise memleketlerine dönerek işleriyle uğraşan Yaya (ve Müsellem) askerin, gelişmelere cevap veremediği ve özellikle disiplinsiz davranışları sebebiyle böyle bir uygulamaya geçildiği kaydedilmekle beraber, bu gerekçede savaş esirlerinden bir askerî güç oluşturulması karşısındaki yadırgamaların da payı olmalıdır. Orhan Bey döneminde sayılarının 1000 olduğu ifade edilen, maaşlı ve daimî olarak hizmet vermesi düşünülen bu askerler için I. Murad zamanında (1362-1389) Gelibolu’da Acemi Ocağı’nın kurulmuş olduğu ve bunun Kazasker Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Molla Rüstem’in yönlendirmesiyle gerçekleştiği genelde tekrarlanan bilgiler cümlesindendir. Gazi Süleyman Paşa’nın Rumeli’deki ilk fetihler akabinde savaş esirlerini paralı asker olarak kullanıma soktuğuna dâir beyanlar, uygulamanın ilk zamanlardaki pek de aydınlık olmayan haline işaret eder. Gelibolu’daki bu askerin Çanakkale Boğazı’nın iki yakasında askerî nakliyat için kullanılan gemilerde vazife görmeleri ve belirli bir süreden sonra yeniçeri adıyla yeni asker zümresine dâhil olmaları öngörülmüş idi. Zamanla diğer esirlerin de katılımıyla toplanan gençler ileride devşirmelere de tatbik edileceği üzere Anadolu’da ve fe Oğlanı ve bunlara dâir kayıt muamelesine de Torba Yazısı denilmekteydi.1 Pencik oğlanı da denilen acemi oğlanı alınması uygulamasına ise, savaş ve akınlarda elde edilen esirlerden beşte birinin dinen devletin hissesi olduğu hükmünden hareketle başlandığı belirtilir ve akıl hocaları olarak da yine Çandarlı Kara Halil ile Molla Rüstem gösterilir. Bunun tarihi değişkenlik arz etmekle beraber genelde Edirne’nin fethinden sonra (1361) olduğunda mutabakat vardır. Bunlar Akıncı Kadıları, Pencikçi ve Pencik Emini gibi görevliler tarafından toplanırdı. İlk zamanlarda esirlerin kısa bir eğitim akabinde savaşlarda kullanımı söz konusu olmasından hareketle, bu müessesenin de zaman içinde gelişip son şeklini almış olduğu anlaşılıyor. Acemi oğlanların çeşitli kaynaklarda 15-20 sene olarak gösterilen2 ancak uygulamanın ihtiyaç sâikiyle büyük ölçüde değişkenlik arz ettiği belirli bir hizmet süresinden sonra Yeniçeri Ocağı’na intikal etmeleri Kapuya Çıkma olarak tanımlanır ve bu yeni aşamanın, muhatap gençlerin hukûkî durumlarındaki dönüşüme de işaret ettiği ileri sürülür. Pencik oğlanlarının giderek yerlerini devletin Hıristiyan uyruklarından devşirme usûlüyle toplanan ve dolayısıyla harp esiri olmayan gençlere terk etmeleri aşamasına geçildiğinde, bunların da Kapuya Çıkma sırasında diğerleri gibi “kölelik” statüsünden çıkarak azâd edilme konumuna eriştikleri tezi, tartışmaları özellikle devşirmelerin hukukî durumunun tanımlanması meselesine götürmüştür. Bu konudaki görüşlerin köle ve kul kavramlarının tarifi üzerinde yoğunlaştığı ve devşirmelerin bu ikisinden hangisine mensup oldukları veya her iki kavramın da kölelik anlamı içinde birbiriyle örtüştüğü gibi karşıt görüşler, bizzât devletin kuruluşuna dâir ortaya atılan çeşitli tezler gibi,3 konuyu uzayıp giden tartışmaların ve çözümsüzlüğün mahkûmu haline getirmiştir.


4 Devşirmelerin şer’î hukuk dâhilinde “kölelik” olarak kabul edilen hukukî statüleri, klasik İslâm köleliğiyle tam olarak uyuşmayan bir toplumsal ve siyasal ortam üzerine oturur. Dolayısıyla, Kapıya Çıkma’yı, devşirmelerin artık hukuken özgür bireyler olarak padişaha tâbi kapıkulları imtiyazlı zümresine intikal etme olarak düşünmek yanlış olmayacaktır.5 Bununla beraber, Kul statüsü altında bunların padişaha olan bağımlılıkları sıkı bir şekilde devam eder. Kutadgu Bilig’de yaya asker için kullanılan ve köle ile aynı anlamda geçtiğine işaret edilen kul tanımlaması,6 Osmanlı terminolojisinde kölelikten ziyâde bunların eski statülerine işaret eder; bu ilişki içinde bunlar başkasına kiralanamazlar, satılamazlar, askerlik dışında kullanılamazlar; dolayısıyla kul, hükümdara karşı özel bağımlılık hali içinde fevkalâde hizmet konumu sebebiyle devam eden bir tâbiyeti ve belirli bir hizmeti yerine getirmek üzere acemi oğlanlar zümresinden çıkarılmış olma halini ifade eder. Padişahın, kul tanımlamasıyla hizmet veren yeniçeri ve sipahileri evlâdları olarak görmesi ve böyle isimlendirmesi, bunların da kendisinden babamız olarak bahsetmeleri, içlerinden liyakat gösterenlerin hükümdara damat olmaları aralarındaki bu özel hukuka işaret etmekteydi. Bununla beraber yeniçerilerin kul hitabına itirazda bulunduklarına dâir kayıtlar, 1655-1656 tarihli ve kaynağı Evliya Çelebi olmak üzere ifadesini bulmuştur.7 Çıkmanın azâd edilme veya “serbest olma” olarak kabul edilmesi,8 haliyle daha önceki hukûkî statünün bir nev‘î kölelik olduğu imâsını içinde taşır. Osmanlıların, daha önceki özellikle Arap devletlerinde ve Memlükler’de görüldüğü üzere alışılmış yollardan köle-asker edinme yerine, devletin uyrukları olan Hıristiyan ahalinin çocuklarının devşirilmesi fikrine nasıl geldikleri meçhuldür. Hıristiyan ahalinin çocuklarının devşirilmesi aslında dinen de sakıncalı bir durum ortaya çıkarmaktaydı, zira Kur‘an hükmü cizye ile yetinilmesini emrediyordu. Osmanlıların meseleyi İslâm’ın zuhûrundan önce veya sonra Hıristiyan olanlar şeklinde Şâfî hukukuna dayandırılmış olarak çözdükleri varsayımı, çocukların köle yapılamayacağının İslâmî bir kaide olduğu veya Bosnalı Müslümanların devşirilmesinin gerekçesi olarak, bunların mühtedi olmalarının gösterilmesi, meseleye kesin bir açıklık getirmez; ancak ister azâd ister serbest olma densin, çıkma ile birlikte kölelikten kulluğa veya tarifi tartışmalı bir statüden, tanımlaması ve konumu çok daha belirli bir duruma geçildiği açıktır. Başlardan itibaren real politika takip eden Osmanlılar için bu önemli kurumun şekillenmesinde dini her şeye yön veren mutlak bir etken olarak gördüklerini ve her şeyi buna uyarlayarak yapılandırmaya çalıştıklarını ileri sürmek herhalde isabetli değildir. Meselelerin çözümünde gerçek amîl olan Hikmet-i hükümet payının ihmal edilmediğini ve işlerin esas itibariyle bu anlamda kitabına uydurularak yürütülmüş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir