Konstantin Mihailoviç – Bir Yeniçerinin Hatıraları

Konstantinopolis’in Fatihi Sultan II. Mehmed hakkındaki en başarılı biyografinin yazarı, bir Alman Türkolog olan Franz Babinger’dir. Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adlı klasik eserinde, “Merkezi Sırbistan’daki Rudnik Dağı’nın yanındaki Ostrovitsa’dan Mihail Konstantinoviç’in oğlu Konstantin’in” hatıratının “Fatih dönemine dair en önemli kaynaklardan biri” olduğunu belirtir. 1438’e doğru doğmuş, sonra Türkler tarafından devşirilerek Osmanlı Ordusu’nda yeniçeri yapılmış olan bu kişi, “olaylar açısından çok zengin olan bir devir olan 1451 ile 1463 arasındaki yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda hüküm süren şartların çok net bir tablosunu” çizer. Burada sözü edilecek olan, Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçiş esnasında yaşayan bir adamın hareketli kaderi ve onun (günümüzde Lehçe ve Çekçe versiyonlarıyla ulaşmış olan) renkli öyküsüdür. Yazarın kendisi, kroniğinin başında kimliğini şöyle tarif ediyor: “Mihail Konstantinoviç’in Türkler tarafından devşirilip yeniçeri yapılan oğlu Konstantin”. Konstantin, Türk saflarında, Osmanlı tarihi açısından müthiş öneme sahip olaylara katıldı: 1453’te Konstantinopolis’in fethinde hazır bulundu, sonra Mora Yarımadası’nın 1460’taki ve Bizans’ın bin yıllık tarihine bir nokta koyan Trabzon’un 1461’deki fethinde görev aldı. Müslüman ordusunda Eflak Voyvodası Vlad Tepeş’e (Kazıklı Voyvoda) karşı savaştı, sonra 1463’te Macaristan’a geçip Hıristiyan ordugâhına katılmadan evvel Osmanlı’ya hizmet için karargâh kurduğu Bosna’da savaştı. Bohemya ve Moravya’dan geçerek gittiği, çağının Hıristiyanlığının en büyük düşmanının hizmetinde geçirdiği onlarca yılda edindiği akıl almaz tecrübelerini anlattığı Türk Kroniği’ni yazacağı yirmi ile otuz yıl kadar yaşayacağı Polonya’da çalkantılı yaşamı sona erdi. Biyografinin birkaç kısmı Konstantin’in hikâyesinden alınmış olmalı, ama yazarın kimliğia belirginlikten uzak ve daha bütünlüklü bilgilere sahip değiliz. Hıristiyan Osmanlı toprağında uzun süre kalmaya ve Konstantin’e yapıldığı gibi kendi dindaşlarına karşı Türklerin yanında savaşmaya zorlanan bir Quattrocento * Hıristiyanının günümüze bıraktığı bu tanıklık, eşsiz benzersiz bir niteliğe sahip değil; Konstantin’le çağdaş iki esirin anlatılarına da sahibiz. İkisi de Cermen kökenli: Bavyeralı Schiltberger 1427’de doğduğu Bavyera’ya dönene kadar Osmanlı Sultanının emrinde Müslümanlar arasında bir süvari olarak görev yapmıştı; Transilvanya Saksonlarından Macaristanlı Georg ise bir süreliğine Türk çobanı, dervişi ve şairi olduktan sonra 1458’de Roma’da Katolikliğe geri dönmüştü. Bir Yeniçerinin Hatıratı’nın yazarı, Sırp kökenlerinden ötürü, doğduğu toprakları tehdit eden ve bir yüzyıldır Balkanlar’da kimsenin gözünün yaşına bakmadan ilerleme kateden Türk fetihlerinden çekinir. Gerçekten de Türkler 1354’te Çanakkale Boğazı’nın Avrupa yakasından çıkıp buradan Tuna’ya kadar ve hatta daha ötesine Bulgaristan’ı, Bizans ve Latin kalıntılarını ilhak ederek, Sırbistan’ı, Bosna’yı, Eflak’ı ve Arnavutluk’u kendilerine bağlayarak ve Macaristan ile Erdel’i tehdit ederek yayılmışlardı. Çoğu kez Osmanlı Ordusu kendisine karşı birleşen Balkan prensliklerini ve üzerine gönderilen Batılı şövalyeleri 1371’de Çirmen’de, 1389’de Kosova’da, 1396’da Niğbolu’da ve 1444’te de Varna’da hüsrana uğratmıştı.


Bulgaristan 1395’te yok olmuş, Konstantinopolis 1453’te alınmıştı. Sırbistan ve Bosna’nın son hükümdarı 1463’te suikaste kurban gitmiş, aynı yıl Konstantin Mihailoviç de ülkesine geri dönme umudu taşımadan Macaristan’a geçmişti. Konstantin’in hatıratı, onun öncelikli ilgi alanlarını (dini, askeri ve siyasi) ve ele alınan konular bağlamında Osmanlı dünyasına dair bilgi düzeyini ortaya koyuyor. Eserin 48 bölümünü bir sonuç takip ediyor. Bunların şu şekilde sınıflanması mümkündür: Yazar ilk sekiz bölümde İslam ve ondan meydana gelen dini müesseseler üzerine düşüncelerini işler. Konstantin, kendisi de Yeniçeri Ocağı’nda bulunduğundan, İslamiyeti inanışlarıyla ve ibadetleriyle bildiği iddiasındadır. Yeniçeriler, Sünni İslam’ın koruyucusu Türk Padişahının seçkin birlikleridir ve kuruluşlarında Ortodoks İslam inancıyla uyuştuğu pek de söylenemeyecek Bektaşi dervişlerden ilham alınmıştır. IX. ve XV. kısımlar efsanevi köklerden, 1481 tarihinden itibaren imparatorluğu idare eden II. Bayezid’e kadar Osmanlı hanedanına adanmıştır. Sırp’ın Türk devletinin ilk 150 yılına dair bulanık bir görüşü var. Burada bahsettiklerini duyduklarına veya Türk kroniklerinden dolaylı yoldan aldıklarına dayanarak anlatmış olmalı, bu yüzden hanedanın köklerine ve hanedanın ilk yıllarına dair yeterli bilgi sağlamıyor. Sadece Konstantin’in yaşadığı 1453-1463 tarihleri arasında anlattıkları birinci elden kaynak sayılabilir. XXXVII ve XLVIII.

Kısımlar salatanatın idari kurum ve işleyişine dair detaylı bir analiz sunuyor. Hatıralar’ın son bölümü, unutmayalım ki, Türklerin İtalya’ya çıktığı bir dönemde yazılmıştır ve bu sebeple Türkleri durdurabileceğine inanılan Macar ve Leh krallarını Avrupa’daki Türk ilerleyişini durdurmaya davet etmektedir. Kronolojik bir eser olsa da, Konstantin’in anlatısı aynı zamanda döneminin ihtiyacı gereği, Osmanlı dünyasının bir tablosunu çiziyor. Bu dünyanın iki dikkat çekici geleneksel yüzünü, din ve askeriyeyi takdim ediyor. İslam’la ilgilenen Sırbımız, bu sayede yasal buyrukları, yeniçeriler gibi dönmelerin yapması zorunlu olan ibadetleri bilmektedir. Fakat birtakım mistik Müslüman dervişleri arasında, resmi dinden farklı bir şekilde bulunan bazı Hıristiyanca eğilimler onun gözüne gözüne ilişmiştir: XV. ve XVI. asırlarda “Mührümukaddesat” İsa’nın, “Mührünübüvvet” Muhammed’den üstün olduğunu toplum içinde beyan etmiş din adamlarına pek çok baskı uygulanmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in babası II. Murad, gençliğinde İslam ile Hıristiyanlığın yükseklik ve güç bakımından tam eşitliğini kabul eden bir grup dervişin isyanını bastırmıştı. Edirne’de bir Türk vaiz, bir Arap âlimiyle fırtınalı bir tartışmanın içindeyken İsa’nın Peygamber’in makamından üstte olduğunu savundu ve kalabalık tarafından çokça alkışlandı. XVI. yüzyılda pek çok davada Hıristiyan kökenli yeniçerilerin seve seve kulak verdiği Müslüman ilahiyatçılar bu “kâfir” fikirlerinden ötürü cezalandırıldı. Konstantin aynı zamanda Osmanlı halkı tarafından oldukça takdir gören dinlerarası tartışmalara da değinir. Bu tartışmalar hükümdarlar ya da yüksek zümreden devlet görevlileri tarafından destek görürdü.

Konstantin’in anlattığına göre, onun gibi bir Sırp olan Mahmud Paşa bu türden münazaraları bizzat idare ediyordu. Açık fikirli ve sanatın koruyucusu Mahmud Paşa, edebiyat adamlarını ve Osmanlı tarihçilerini, ister Müslüman ister gayrımüslim olsunlar, himaye ederdi. Himaye ettiklerine örnek olarak Türk vakanüvis Enveri ile Bizanslı hümanist Laonikos Khalkokondyles’i örnek verebiliriz. Fakat bu, her şeyden önce askeriye ve Osmanlı ordusu açısından birinci derecede önemli bir eserdir. Bu Hatıralar’da: asker alımı, techizatlandırma, çarpışma taktiği ve ordunun düzeni, Türk tehlikesine karşı Hıristiyanları uyarmak için hazırlanmış sistematik bir rapor şeklinde ele alınmıştır. Müslüman saflarında savaşmanın kendisine verdiği güçlü tecrübeyle Konstantin tavsiyelerini ezici güç konumundaki sultanı devirmek için vermez; sultanın ordusu er meydanında ne yapıyorsa onu yapmak gerekir. Hücum eden düşmanı daire içine almayı sağlayan sahte kaçış taktiğini benimsemek, çelikten bir sabır ve fiziksel dayanıklılık gerektiren bir disiplini kabul etmek, ağır teçhizatı terk etmek, daha hafif ve fırlatılabilen silahlar tercih etmek, böylece yakın dövüşten kaçınmak; bu, piyadelerin ve süvarilerin zafere koşabileceği sürekli bir hareketlilik yaratır. Kısacası, Batı’nın 1396’da Niğbolu’dan 1444’te Varna’ya kadar geçen sürede etkisi günden güne azalan geleneksel süvarilerini değiştirmesi gerekmektedir. Şu örneği eklememiz icap eder, 1415’te Azincourt’da Fransız süvarileri, İngiliz okçuları tarafından hezimete uğratılmıştır. Konstantin Osmanlı ordusunun seçkin piyade birlikleri olan yeniçeriler üzerine kurulduğunu dikkatlice ve ayrıntılarıyla anlatırken, meşhur “sipahiler”in de içinde bulunduğu süvarilere de aynı şekilde yer verir. Balkan devletleri arasındaki herhangi bir dayanışmaya katılmaktan çok ganimet toplamaya istekli çok sayıdaki Hıristiyan tarafından oluşturulmuş olan düzenli ya da düzensiz paralı asker birliklerinden de bahsedilmiştir. Örneğin, son Bizans imparatorunun Sırp eniştesi Konstantin Dragaş’ın ve daha sonra Rovine Muharebesi’nde (1395) bir Sırp kahramanına dönüşecek olan Marko Kralyeviç’in, Ulahlara karşı Osmanlı saflarında savaşmış olduğunu dikkate alabiliriz. Devletin başındaki en yüksek siyasi memurlar, sadrazamlar, Kubbealtı vezirleri ve saray memurlarının karışık hiyerarşisi, çok merkeziyetçi bir saltanatın kalbi, aynı şekilde yerel idare de büyük bir dikkatle tarif edilmiştir. Konstantin özellikle biri Asya illerinden (Anadolu), diğeri Avrupa illerinden (Rumeli) sorumlu iki genel validen (beylerbeyi) ve onların denetimindeki il valilerinden (sancakbeyi) bahseder. Yazarın gözünden Osmanlı adaleti Müslüman ya da gayrimüslim herkese, mali konularda gayrimüslimlerin kendilerine has olan haraç adlı vergiyi onurlu bir şekilde ödemesi şartıyla eşit tecelli eder.

Sonuç olarak, Osmanlı Devleti iyi işler ve onun mülki, dini ve askeri çarkları Hıristiyan Avrupa’nınkilere denktir. Konstantin, İstanbul’a ondan bir asır sonra yerleşen Ghiselin de Busbecq’in yaptığı gibi, Osmanlı toplumunun sosyal sınıflar arasında geçişin kullar da dahil herkese açık olduğu bir meritokrasi olduğunu ve köleliğin Batı’dakinin aksine doğumdan ölüme kadar tüm hayatı kapsayan bir olgu olmadığını söylemeye vardırmaz işi. Fakat satır arasında bizim Sırp’ın Türk gücüne bir tür hayranlık beslediğini okuyabiliriz; aynı Türk gücü Avrupa’nın geleceği açısından o kadar kaygı vericidir ki, Busbecq 1560’ta “Türkler zafere alışkınlar, bizse mağlubiyete alışkınız” diyecektir. Ve Osmanlı Devleti’ni içeriden bir çerçeveden gören Sırp yeniçerinin tanıklığının “Büyük Türk’ün sarayının devletini, adet ve geleneklerini vs.”yi tasvir etmeye gerçekten can atan bir edebiyatçı olan Macaristanlı Georges’un Traité’si (Roma, 1480) gibi bazı çağdaş metinlerle başladığı doğrudur. Bu tür eserler çok kereler tüm Avrupa dillerinde tekrar yayımlanan Bartholomeus Georgevits’in çok satan kitabından (La Manière et cérémonie des Turcs, Paris, 1545) IX. asra kadar veya Antoine Geuffroy’nın “L’Estat de la cour du Grand Turc” (Anvers, 1542) adlı eserinden Th. Thornton’un L’Etat actuel de la Turquie ou description de la constitution politique, civile et religieuse (…), des usages et de l’économie domestique des Turcs et autres sujets du Grand Seigneur (Paris, 1812) adlı eserine kadar Klasik Avrupa’da büyük başarı elde etti. Molière’in Kibarlık Budalası’nın sonundaki meşhur turquerie için Babıali’ye gönderilen elçilerin son derece ciddi raporlarından ilham aldığını ve –karikatürel yorum bir kenara bırakılırsa–, bir Hıristiyanın İslam’a geçişini “eyvallah” gibi ifadeler içeren otantik Türk ritüellerini kullanarak yeteri kadar açık tasvir eder. Bu raporların ve Türk rakip üzerine yazılmış diğer Avrupalı metinlerin yayılması, Hıristiyan Batı’da zirvesindeki Osmanlı İmparatorluğu tarafından temsil edilen heybetli rakip model karşısında duyduğu büyülenmeyle karışık kaygıyı açıkça gösterir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir