Resad Ekrem Kocu – Yeniceriler

Deli rüzgârların kamçısı altında kabarmış, köpürmüş denizin yalçın kayalara gürül gürül atılışı gibi, her biri âdem ejderhası binlerce bekâr uşağı erkeğin ağzından çıkan bir gülbank, yeniçerilerin sesi: “Allah Allah eyvallah Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran !. Eyvallah !… Eyvallah !. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan Kulluğumuz padişaha ayan. Üçler, Yediler, Kırklar Gülbankı Muhammedi, nurı nebi, keremi Âli Pirimize, hünkârımız Hacı Bektaş Veli Deminde devranına hu diyelim !. Huuuuuuuuuuu !. ” Dört buçuk asır boyunca zaman zaman kendi kışlalarında,padişahın sarayında,cenk meydanlarında ve İstanbul şehri şehîrinin alanlar ile sokaklarında yükselmiş olan ve cihana meydan okuyan büyük laf… Pirleri Hacı Bektaş Veli’ydi; bu asker ocağının kurucuları tarafından yeniçerilerin dinî terbiyesi, İslamiyet’i gayet pratik yollardan telkin etmesini bilen ve her türlü hatayı, kusuru rindane felsefeyle örten Bektaşî dervişlerinin eline bırakılmıştı. Tarih kaynak ve vesikalarında “Zümrei Bektaşîyan” veya “Dudmanı Bektaşîyan” diye de anılan yeniçeriler yüz çizgileriyle ve beden yapılarıyla seçme güzel insanlardı. Ocaklarının kuruluşu yıllarında esirlerin, sonra da devletin gayrimüslim anasırının çocukları, buluğ çağına yeni basmış körpe delikanlıları arasından toplandılar, sıkı askerî disiplin altında yetiştirildiler, çelik gibi tavlandılar. Kendilerini Âli Osman tahtında oturan padişahın kulları bildiler ve kullukla övündüler. Padişahlık müessesesi de yeniçerileri öylesine benimsedi ki, bu asker ocağının kütük defterine 1 numaralı nefer olarak daima tahtta oturan padişahın adı yazıldı. Yeniçerilerin tek hüner ve kıymeti demir pençelerindeki palayı hedefine pek yaman ve amansız indirmesiydi; o zağlı palanın karşısında cihanı üç asır titretti.


Tarihimizdeki zincirleme zaferler, parlak, çok parlak zaferler, onları kazanmış olan ordumuzun kadrosuna baktığınız zaman hakikati görür ve teslim edersiniz ki, yeniçerilerin eseri değildir, fakat o zaferlerde yeniçerilerin hissesi pek büyük olmuştur. Tarihimizi çok iyi bilen Yahya Kemal Beyatlı gazellerinden birini yeniçeri şanında yazmıştır, büyük şair yeniçeriyi övmekte haklıdır: “Vurpençei Ali’deki şemşir aşkına Gülbankı asumanı tutan pir aşkına Vur ruhi pür fütuhi Muhammed’le yekzeban Fecri hücum, içindeki tekbir aşkına… ” Yeniçeri yaya askerdi. Asırlar boyunca İstanbul’dan kalktılar, batıda Belgrad’a, Budin’e, Viyana’ya; doğuda Bağdat’a, Tebriz’e, Karabağ’a; şimalde Bender’e, Hotin’e, Rusya stepleri ile Polonya ovalarına; cenupta Halep’e, Şam’a, Kahire’ye, kum çöllerine, orduda herkes atlıyken yalnız onlar yaya gittiler, şahadet şerbetini içmeyenleri yaya döndüler. Bu seferler beş ay, sekiz ay, bir buçuk yıl, üç yıl sürmüştü. “Olup yeniçeri çektim cefayı Piyade eyledim nice gazayı ” diyen Koca Mimar Sinan Ağa bir yeniçeriydi, elli yaşından sonra Kanunî Sultan Süleyman’ın başmimarı oldu ve o haşmetli devri yeryüzünde Türk yapı sanatının şaheserleriyle tespit etti. Yine o Yeniçeri Ocağı’ndan bir cihan imparatorluğu olan OsmanlI Devleti’nin en yüksek siyasî mevkilerine, sadrazamlığa kadar yükselenler oldu. İçlerinden çıkan kahramanların maceraları tarihimizde birer hamaset destanıdır; tarih kaynaklarımız şöyle bir karıştırılınca binlerce isim sayabiliriz; şu anda birkaçı celadet timsali halinde gözümün önündedir. Varna’da Hızır, İstanbul surları üstünde Murad, Burak Adası deniz cenginde Tozkoparan İskender ve İstolni Belgrad’da 45 000 kişilik bir düşman ordusuna sekiz silah arkadaşıyla meydan okuyan Yahya gibi… İnsan eli hem kurucu, hem yıkıcıdır. Daima silah altında bulunan yeniçeriler bir kuvvetti. Onu siyasî ihtirasları yolunda kullananlar ateşle oynadılar ve Âli Osman Devleti’ne en büyük ihanette bulundular. Siyasî ihtiraslara alet edildikten sonradır ki, şöhreti cihanı tutmuş olan o disiplinli asker, cenk yollarında serdarlarına karşı ayak diredi. Padişahtan vezir kelleleri istedi ve hatta padişahına karşı isyan etti. Yeniçeri ihtilalleri tarihimizin kanlı yapraklarıdır. Nihayet XVIII. asır ortalarında yeniçeri yapılmak üzere oğlan devşirme usulü kalktı, Yeniçeri Ocağı’nın kapısı, herkese, ardına kadar açıldı, ocak haşarat güruhuyla doldu, o güzide asker şehir eşkıyası oldu. Cehlin ve taassubun gılzeti içinde, bütün ileri gelişmeleri kösteklediler. Tarihimizin yaprakları, yeniçerilerin irtica ayaklanmalarıyla da kana bulandı. XVII. asır sonlan ile XVIII.

asırda zincirleme hezimetler, ağır bozgunlar da yeniçerilerin yüzünden değildir, fakat o bozgunlarda da cengâver asalet ve necabetini kaybetmiş yeniçerilerin hissesi pek büyüktür. Nihayet ocağın 1 numaralı neferi olan Sultan II. Mahmud, efradı her türlü şenaat ve rezalette pervasız olan Yeniçeri Ocağı’nı kanlı bir şehir muharebesiyle kaldırmaya mecbur oldu. Bu kanlı darbe tarihimize “Vakai Hayriye” (Hayırlı Vaka) adıyla geçti. Kuruluşundan Vakai Hayriye’ye kadar Yeniçeri Ocağı’nın zengin bir tarihi vardır, işte efendim, biz kitapta o şayanı dikkat yaprakları açacağız. Yeniçeri Ocağı kimler tarafından ve niçin kuruldu ? Nasıl gelişti ? Bu asker ocağının teşkilatı, ananeleri, âdetleri nelerdi ? Kışlalarında nasıl yaşadılar, gazalara nasıl gittiler, ihtilalleri nasıl çıkardılar, neler yaptılar ? Ocaktan yetişmiş iyi ve kötü şöhretleri kimler oldu ve bir gün nasıl yok oldular ? Yeniçeri Ocağı’nın zengin tarihi içinde öyle yapraklar da vardır ki, tomar tomar hikâye ve roman müsveddeleridir, işlenmek için usta kalemleri beklemektedir. Ocak niçin ve nasıl kuruldu En salahiyetli bilginlerimiz Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunu, Osmanlı Devleti’nin ilk elli yılı içinde Rumeli’de süratle gelişen fütuhatın doğurduğu zaruret olarak gösterirler. Bu görüşe göre ülkeler, Anadolu’nun Müslüman-Türk halkının sel gibi akan kanı pahasına alınmaktadır. Anadolu köylüsü, kendisi tarlada sapanını ve kasabada işini bırakıp silahlanmış, atlı yahut yaya, gaza yollarına düşmüştür, akıncı gönüllüler ordusu olmuştur. Fevkalade yararlılıklar gösterenler akıncı kafilelerinin başbuğluklarına yükselmektedirler. Bu ordunun, başbuğlarının şahsî otoritelerinden gayri, nizamî töresi yoktur. Cengâverler diledikleri zaman koptukları yerlere dönmektedirler. Süratle gelişen fütuhatın devamı için, hem Anadolu’nun Müslüman-Türk halkından gayri kılıç tutacak yeni ellere, hem de daima silah altında bulunacak bir asker ocağına son derece ihtiyaç vardır. Bunun için de evvela harp esirleri arasından ve sonra fethedilmiş ülkelerin gayrimüslim ve gayri Türk ahalisinden, vücut yapıları, sert asker hayatına elverişli, yüz çizgilerinde de merdane güzellik ifadesi bulunan erkek çocuklar seçilmişler, İslam imanı telkin edildikten sonra kısa süren, fakat çok sağlam bir terbiye ve talimle bu oğlanlar yeniçeri, yeni asker olmuşlardır. Ben, Yeniçeri Asker Ocağı’nın kuruluşu sebebini bu kadar basit görmüyorum.

Bu asker ocağı Osmanlı Devleti’nin ilk elli yılı içinde süratle gelişen fütuhatın devamında çok önemli bir yer almış olmakla beraber, kuruluşundaki gaye tamamen ayrıdır, Yeniçeri Asker Ocağı, Ortaçağ’ın sonlarında derebeylik (feodalite) rejiminin karşısında Anadolu Türklerini merkezî bir idare altında toplamak isteyen Osmanoğulları hanedanının mutlakıyet idaresini korumak için kurulmuştur. Yeniçeri gülbankında “Kulluğumuz padişaha ayan…” sözü bu yönden bilhassa şayanı dikkattir. Her şeyden evvel Osmanlı hanedanının merkezî mutlakıyet idaresini korumak yolundaki hizmetleri padişahlar tarafından da takdir edilmiş ve bu asker ocağına Osmanlı ordusunda çok mümtaz bir yer verilmiştir. Başta ilk taht şehri Bursa, Rumeli’de bir taht şehrini andıran ordu merkezi Edirne ve ikinci taht şehri İstanbul gelmek üzere, devletin bütün iç kaleleri ile sınır kalelerinin asayişi, inzibatı ve muhafazası, ileride tafsilatıyla anlatacağız, yeniçerilerin sadakatine emanet edilmiştir. Yukarıda da söylemiştik, tahta oturan her yeni padişahın adı da bu asker ocağı kütüğüne 1 numaralı nefer olarak yazılmıştır. Osmanlı hanedanının tarih sahnesine girdiği sıralarda derebeylik asırları olan Ortaçağ artık kapanıyordu. Kalkacak derebeylik rejimi yerine Yeniçağ’ın yeni bir devlet sistemi olacaktı. Bu yeni sistemin, yeni hanedanların kuracakları merkezî mutlakıyetler olacağını Osmanoğulları gösterdi. Ortaçağ kapanırken, halkının ekseriyetini Müslüman Türkler teşkil eden Anadolu, çok büyük bir içtimai buhran içindeydi. Biz bu buhran üzerinde durmayacağız; bu çok ağır mevzuu üniversitelerimizin Türkiye tarihi kürsülerinde oturanlara bırakıyoruz. Şu kadar kaydedelim ki, o asırlar için İslamiyet’in tefekkür kaynağı olan medrese, Anadolu’nun Müslüman-Türk âleminin kurtuluşunu Osmanoğullarının merkezî bir mutlakıyet kurmasında gördü ve bu yeni hanedanı bütün kudret ve celadetiyle destekledi. Çandarlı Kara Halil ve Karamanlı Kara Rüstem adında iki büyük molla, Osman Gazi’nin torunu Murad Hüdavendigâr’ın siyasî müşavirleri, nazırları oldular; ferdî mülkiyeti kabul etmeyen, İslam adabına uymayan bir materyalizmle masum ve cahil halk kitlesine cazip görünmeye çalışan bozguncu ve muhakkak ki çok tehlikeli bir cereyana karşı Müslüman-Türk birliğini koruyacak Osmanlı mutlakıyetinin ilk teşkilatını yaptılar, kurdukları müesseselerin başında da, daima silah altında bir asker ocağı yeniçeriler oldu. Bu askerin aile bağı olmayacaktı, her nimeti, lütfü padişahtan görecekti ve onun uğrunda gözünü kırpmadan ölecekti. Yeniçeri Asker Ocağı’nın kurucuları bu askeri yetiştirmeye muvaffak oldular. Başarıları iş çok büyüktür.

Bir Ortaçağ adamı olup cihangirlik sevdasıyla ve kaba nahvetiyle Anadolu’yu istila eden Aksak Timur, bu memleketten çekilince Osmanoğullarının idare sarsıntısını fırsat bilen bu bozguncular, Simavnakadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve onun müritleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa gibi ihtilalcilerin idaresinde yer yer ayaklandılar. Anadolu’da Türklüğü ve Müslümanlığı eritip yok edebilecek bu ihtilalleri yeniçerilerin amansız kılıcı bastırdı. Çoğu kalem sahipleri Osmanlı tarihinin bu ilk yapraklarını sathî bakışla karıştırıp, bu tarihî hakikati görememişlerdir. Bunların içinde bazıları da millî bir taassup güderek yeniçerileri, bir Türk devleti olan Osmanlı Devleti’nde “gayri Türk anasır, devşirmeler” diye adeta Türk düşmanı gibi göstermek gaflet ve garabetine düşmüşler ve düştükleri bu hata çukurunda saplanıp kalmışlardır. Evet, yeniçeriler devşirme usulünün kalktığı XVII. asır sonlarına kadar hep gayri Türk anasırdan toplanmıştır. Fakat unutmamalıdır ki “milliyet” fikri XVIII. asır sonunda yayılmıştır. Milliyet cevheri de “kan”dan ziyade kültürdedir. Kültürün vasıtası olan dildedir. Yeniçeri, küçük yaşta anadilini terk etmiş, Türkçe konuşmuştur, Türkleşmiştir. Yeniçerinin kılıcı Türk bayrağının altında parlamıştır, Türk zaferlerinin şan ve şerefine büyük hisselerle iştirak etmiştir. Yeniçerilerin tarihçesini şu bölümler üzerine topladım: I. Acemi Oğlanlar Ocağı; Pençik oğlanları ve Devşirme oğlanları. II.

Yeniçeri Ocağı. III. Kışla Hayatı. IV. Gaza Yollarında. V. Yeniçeri Şairler. VI. Yeniçeri İhtilalleri. VII. Son Yeniçeriler. Acemi Oğlanlar Ocağı Pençik oğlanları Devşirme oğlanları Pençik oğlanları Yeniçeri Asker Ocağı’nın kurulması yolunda ilk fikri ortaya koyan Karamanlı Molla Kara Rüstem’dir. Bu büyük devlet adamının doğum tarihi bilinmiyor İlk Âli Osman tarihlerini yazanlar ondan “danişment”, bilgili adam diye bahsederler, Rumeli’de Edirne’nin az sonra da Zagra’nın akıncılar eliyle fethi üzerine Karaman’dan Bursa’ya gelen bu zat Sultan I. Murad’ın kadıaskeri Çandarlı Kara Halil’le buluşur. O tarihlerde kadıasker, hanın (padişahın) siyasî ve adlî müşaviridir, bugünkü tabirlerle hem başvekil, hem adliye vekilidir.

Bu tarihî buluşma en eski kaynaklarımızda şöylece nakledilir: Molla Rüstem Kara Halil’e, – Akıncı gazilerin aldıkları esirlerin beşte biri Tanrı buyruğun-da padişahındır, niçin almıyorsunuz?. der. Kara Halil de bu teklifi Sultan Murada arz eder, o da, -Tanrı buyruğu ne ise onu yapın!. der. Bunun üzerine akıncı gazilerin elindeki her beş esirden birinin padişah adına alınmasına karar verilir. Alınacak esiri seçme hakkı padişaha aittir. Esir başına 125 akçe kıymet biçilir, elinde beş esiri olmayan esir başına 2 akçe verir. Tanrı buyruğu gereğince alınan bu vergiye “beşte bir” manasında “pençik resmi” adı verilir. Padişah adına alınacak esirlerle padişahın hükümdarlık haklarını koruyacak bir asker ocağının tesisine karar verilir, bu askere de “yeni çeri” (yeni asker) adı konulur. Kendi adına nispetle anılan meşhur bir Âli Osman tarihinin müellifi olan Âşıkpaşazade Derviş Ahmed Âşıkî, yeniçerinin vazifesini pek açık yazıyor: “Gereklidir yeniçeri tapuda Ki hanı gözleyeler her tapuda. ” “Kapı”, padişahın temsil ettiği “devlet”tir, “tapu”, “tapuk” da padişahın hükümdarlık, “devlete tasarruf” hakkıdır. Pençik resmine bağlanan esirler evvela erkek ve kadın, sağlam ve sakat olarak ayrıldı. Sonra sağlam erkekler altı çağ sınıfına taksim edilerek isimlendirildi. 1- Şirhar süt çocuğu, en çok üç yaşına kadar olanlar. 2- Beççe: yavru, üç-sekiz yaş arasında olanlar.

3- Gulamçe: oğlancık, sekiz yaşından on dört-on beş yaşına, buluğ çağına kadar olanlar. 4- Gulam: oğlan, tüysüz erkek, buluğ çağından on sekiz yaşına kadar olanlar. 5- Sakallı: tüylenmiş gençler ile olgun erkekler. 6- Pir: ihtiyarlar. Akıncı gaziler elinden padişah adına alınacak esirler ortadaki iki sınıf, sekiz-on sekiz yaş arası “gulamçe” ile “gulam”lardı. Bunlar vücut sıhhati, beden tenasübü ve yüz letafeti bakımından da seçkin olacaklardı. Yeniçeri Asker Ocağının kurucuları, bilemem tabirim yerinde midir, usta bir bahçıvan dikkatiyle, bu askeri fideden yetiştireceklerdi. Akıncı gazilerin ellerindeki esirlerin beşte birlerinden bu şekilde alınıp toplanacak oğlanlara da “pençik oğlanı” adı verildi. Ellerinde kadın, kız, sakat erkek, sekiz yaşından küçük sabi oğlancık, “şirhar” ve “beççe” ve on sekizinin üstünde erkek, “sakallı” ve “pir” esir bulunanlar da padişaha esir başına 25’er akçe pençik resmi ödeyeceklerdi

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir