Osmanlı devletinin dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklardan biri olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Böyle bir devletin tarihi bugünü kadar genellikle “iç tarih” açısından yazılmış, dünya devletler sistemi içindeki yeni pek az ele alınmıştır. Bu tutumun sonucu olarak, dünya ve özellikle Avrupa güç dengelerindeki yeri, siyasi tarihin ana konusu olan temel gelişmeler ya da değişikliklerdeki payı ortaya konamamıştır. Ancak, bu büyük imparatorluğu, dünya tarihinin genel akışının, güç dengelerinin içine yerleştirmek, bir bakıma “tarihsel bağlam” içinde değerlendirmek ve özellikle Avrupa diplomasi tarihi içindeki önemli payını elden geldiğinde ortaya çıkarmak gerekiyor. Bu nitelikteki çalışmalar, aynı zamanda, imparatorluğun bazı bakımlardan “mirasçısı” olan ve çok küçük ölçüde de olsa temelde Osmanlı coğrafyası üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği politikaların daha anlamlı bir perspektif içinde değerlendirilmesine de yardımcı olacaktır. Osmanlı tarihinin bu yönüyle mümkün olduğu kadar eksiksiz, tüm Osmanlı tarihini kapsayacak biçimde incelenmesi, gelecek kuşaklara kalıyor ister istemez. Bugün için milyonlarca belgenin sınıflandırılması, okunması ve değerlendirilmesi çok zordur. Bir de, Osmanlı diplomasisinin özelliğinden gelen sınırlandırmalar var. Osmanlıların 600 yıllık hayatının ilk 400 ya da 450 yılı boyunca, devletin dış ilişkilerinin düzenli ve sistematik bir biçimde incelenmesine olanak verecek haberleşmeler çok sınırlıydı. Bu dönemde dış politikayı, gerek merkezde ve gerekse yabancı ülkelerde plânlayıp yürütecek kuruluşlar yoktu. Büyük Avrupa imparatorluklarının dış politika tarihlerinin yazılmasında temel kaynak olarak, merkez-elçilik yazışmaları, yani yabancı ülkelerde bulunan temsilcilerin günlük olarak tuttukları notlar, merkeze gönderdikleri raporlar ve merkezden aldıkları yönergeler kullanılmıştır. Dolayısıyla, tüm Osmanlı belgelerinin sınıflandırılıp değerlendirilmesi durumunda bile, dış ilişkilerinin akışının anlatımında önemli boşlukların kalacağı açıktır. Bütün bu sınırlamalara rağmen, Anka Kuşu gibi, çok uzun bir süre görkemli bir biçimde yaşayan ve sonra kendini 1. Dünya Savaşı’nın ateşi içine atıp, küllerinden yepyeni bir benlikle doğan bu gerçekten olağanüstü devleti, yeni bakış açılarıyla değerlendirmek gerekiyor. Bu yolda, elinizdeki çalışmanın amacı, siyasi tarih içinde Osmanlı devletinin dış ilişkilerinin genel akışını ve belirgin kalıplarını ortaya koymağa yardımcı olmaktır. Beni bu çalışmaya iten güdü, konuları birlikte olgunlaştırmağa çalıştığımız öğrencilerimin derslerde sordukları yönlendirici sorulardır. Onlar bu soruların hiç olmazsa bir bölümünün cevaplarım bulabilecekleri bir çaba içine girmemi sağladılar. Bende yeni sorular, yeni görüşler ve yeni bakış açıları yaratmağa çalıştılar. Bu bekleyişlerini tam olarak karşılayıp karşılayamadığımı bilmiyorum. Bildiğim, bu çalışmayı onlara borçlu olduğumdur. Oral Sander Ekim, 1987 Ankara. Phoenix, Grek ve Mısır mitolojisinde beş yüz yıl yaşadıktan sonra kendini ateşe atan ve külleri arasından yeniden doğup sonsuza dek yaşayan bir kuştur. O kadar yaşadıktan sonra bu intiharı neden kendisine lâyık gördüğü pek belirli değilse de, aynı kalıp içinde uzun süre yaşamanın yaratabileceği sıkıntı bir neden olarak düşünülebilir. Hele, külleri arasından başka bir kuş olarak yeniden yeryüzüne dönmesi ve sonsuza dek yaşamak isteği dikkate alınırsa, bu açıklama akla yakın görünmektedir. Phoenix’in Türkçe’ hükümetinin Avrupa’nın güçlü devletlerinin elinde bir “oyuncak” haline geldiği, uluslararası politikada hiçbir etkinliğinin kalmadığı ve 20. yüzyılın başında da hemen hemen hiçbir iz bırakmadan ortadan kalktığı söylenmektedir. Oysa, Osmanlı devleti ne yükselişinin en üst noktasında dünya politikasını denetleyen bir “başat güç” (dominant power) haline gelebilmiş, ne de yıkılışının son yıllarında tümüyle etkisiz bir devlet rolüne indirgenebilmişim. İşin ilginç yönü, bu yanlışa Türk tarihçilerinin bir bölümünün de düşmüş olmasıdır. Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı devletinden daha üstün bir güç yoktur; 1. Dünya Savaşı öncesi yıllarda da Almanya’nın elinde bir oyuncaktır! İşte, bu tartışmalı noktaların biraz olsun açıklığa kavuşturulabilmesi ve tarihsel süreç içinde büyük “atlamaların” yapılmaması için, Osmanlı devletinin uluslararası sistem içindeki yerinin belirlenmesi, yani dış ilişkilerinin ağırlıklı olarak incelenmesi gerekiyor. Böyle bir yaklaşım, yalnız Osmanlı devletinin dünya politikasında oynadığı rolün belirlenmesi ile kalmayacak, aynı zamanda onun “külleri” arasından doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık dış politikasının daha iyi anlaşılmasına da yardım edecektir. Bunun en açık nedeni, Türk dış politikasını etkileyen ve hatta biçimlendiren öğeler arasında, Osmanlı devletinden devralınan maddî ve manevî mirasın da bulunduğu gerçeğidir. Türkiye, üzerinde oturduğu toprak parçası çok daha küçükse de, Osmanlı devletinin coğrafyasında bulunmaktadır ve dolayısıyla stratejik konumlar arasında büyük bir benzerlik vardır. Stratejik konumun bir ülkenin dış politikasını etkileyen en önemli öğelerden biri olduğu, çok iyi bilinen bir gerçektir. Bu yüzden, Osmanlı devletinin davranışlarını etkileyen dış öğeler, belki de daha küçük oranda, Türk dış politikasını da etkilemektedir ve hatta teknolojinin iletişim ve ulaşım alanlarında ortaya çıkardığı gelişmeler, Türkiye’nin mevcut toprak büyüklüğünü çok aşan etkileşimler sağlamaktadır. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve onu çağdaş bir ulusdevlet haline getirmek isteyen Mustafa Kemal ve öteki sivil-askerî bürokrasinin hemen hemen tümü Osmanlı devletinin iç ve dış politikalarını plânlayıp yürüten kadrolardan gelmiştir; dolayısıyla dış politika deneyimlerini Osmanlı devleti içinde kazanmışlardır. Kısaca belirtmek gerekirse, Türk dış politikasının ve onda sürekliliği sağlayan öğelerin anlaşılıp çözümlenmesinde, Osmanlı devletinin dış ilişkilerinin hiç olmazsa ana hatlarının bilinmesi gerekmektedir. 3 İşin gerçeğine bakılırsa, 18. yüzyılın sonlarına kadar tam anlamı ile bir “Osmanlı diplomasisi”nden ya da “Osmanlı dış politikası”ndan söz etmek pek doğru görünmüyor. Teknik anlamda “diplomasi” resmî temsilciler aracılığıyla devletler arasındaki ilişkileri yürütme işi ya da sanatıdır (Plano, 1982: 234-5). Bu faaliyet bir devletin tüm dış ilişkiler sürecini kapsayabilir. Geniş anlamında ele alındığında, bir devletin diplomasisi ile dış politikası aynı şeydir. Dar anlamında ise, dış politika, devletin uluslararası sistemden beklentileri, yani amaçlarıdır; diplomasi bu amaçlara varmak için kullanılan araç ve mekanizmalardır. Kısaca, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, diplomasi faaliyeti dış politikanın uygulanması kadar belirlenmesi sürecini de kapsayabilir. Bu bilgilerin ışığı altında, 18. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı imparatorluğunun öteki devletlerle ilişkilerini “diplomasi” ya da “dış politika” kavramları ile açıklamağa çalışmak yanıltıcı olur. Osmanlılar, 18. yüzyıla kadar öteki devletleri kendileriyle eşit değerlendirmedikleri için, Avrupa’da oluşan uluslararası hukuk kurallarıyla kendilerini bağlı saymamışlardır. Güçlü oldukları dönemlerde sürekli büyükelçi göndermedikleri gibi, bir iki istisnası dışında, başka devletlerin sürekli büyükelçilerini de kabul etmemişlerdir. Dolayısıyla, kuramda da olsa “eşitlik” kavramının ilişkilerin temeli olduğu uluslararası sistemde teknik anlamda “diplomasi” yapmamışlardır. Öte yandan, son zamanlara kadar merkezde dış politikayı belirleyip biçimlendirecek bağımsız bir kurum (dışişleri bakanlığı) olmadığından ve böyle bir politikayı çeşitli yönergeler ve amaçlar doğrultusunda uygulayacak dış temsilcilikler de kurulmadığından, teknik anlamda Osmanlı “dış politikası”ndan da söz etmek pek doğru görünmüyor. İşte, bu düşüncelerin ışığı altında, Osmanlı devletinin uluslararası sistemdeki yeri ve rolünün değerlendirilmesi ancak “Osmanlı dış ilişkileri” başlığı altında yapılabilir. Gerçekten, Karlofça Antlaşması’na (1699) kadar Osmanlı dış ilişkileri, Hıristiyan Avrupa’ya giren bir Asya-Müslüman gücü olarak, karşılıklılık temeline dayanmayan, tek-yanlı bir ilişki türüydü. Bu ilişki biçiminin belirgin özellikleri, uluslararası bir yasa ve kural tanınmaması (bunların Avrupa devletleri arasında yavaş yavaş oluştuğu dikkate alınmalıdır), kendilerini sanki yeryüzündeki tek devlet olarak görmeleri, Avrupa’nın yerleşik diplomatik temsilcilerinin kabul edilmemesi, dışarıya sürekli ve yerleşik diplomatik misyon gönderilmemesi ve Avrupa devletlerinin aşağı görülüp horlanmasıdır. Doğal olarak, bu tür ilişkiler bütünü, Avrupa ülkelerinin 17. yüzyıldan sonra ulusdevletler biçimine dönüşüp güçlendikleri dönemde Osmanlı imparatorluğunu yalnızlık içine iterek, “izole” etmiştir. Öte yandan, devletin Avrupa’ya doğru ve Avrupa içinde genişlemeğe başladığı 15. ve 16. yüzyıllarda bu yalnızcılık politikası yararlı olmuş, devlet Avrupa’nın zayıflatıcı ve karmaşık diplomatik oyun ve dolaplarının içine girmemiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı devletinin taraf olduğu uluslararası anlaşma ve antlaşmaların, artık uluslararası hukuka uygun ve Batılı devletlerin alışık oldukları biçimde yazıldığını görüyoruz. Bu durum, artık Osmanlı devletinin Avrupa’ya karşı genişlemeci değil, gerileyici bir güç olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 18. yüzyıla gelinceye kadar Osmanlı devletinin Avrupa devletlerine karşı kullandığı “silah”, diplomasiden çok savaş iken, bu tarihten sonra Osmanlılar Avrupa’daki rollerinin artık savunma olduğunu, devletin varlığının sürdürülmesi için müttefiklere dayanmak zorunda kaldıklarını ve böylece sürekli ve yerleşik diplomatik misyonlara önem verilmesi gerektiğini anladılar. Bu, Osmanlı devletinin diplomasisinin başladığını gösteriyor.
Oral Sander – Anka’nın Yükseleşi ve Düşüşü (Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme)
PDF Kitap İndir |