Victor Hugo – Notre Dame’ın Kamburu

Yazarın Önsözü, Siz ey gençlik aşklarım, hayatımın baharı! Ey bütün anılan alt eden anılarım! Siz ey güneşli günler, ey fırtına yılları! Yaş bakımından daha o çağa yakın olmak, Yürek bakımından ise o çağa bunca uzak! Victor Hugo Bundan birkaç yıl önce, Notre Dame’ı gezerken, daha doğrusu, oraya buraya burnunu sokarken, bu kitabın yazarı, kulelerden birinin karanlık bir köşesinde duvara elle kazılmış şu sözcüğü buldu: ‘AN’AГKH[1] Grek alfabesinin büyük harfleriyle yazılmış, duvara oldukça derin kazılmış, eskilikten kararmış bu sözcüğün çizilişinde, duruşunda gotik yazıya özgü bilmem nasıl tuhaf bir biçim vardı; sanki oraya bunları yazanın bir Ortaçağ eli olduğu belli edilmek istenmişti. Bir yandan bu, bir yandan da, daha çok, bu sözcüğün içerdiği karanlık, uğursuz anlam yazarı derinden etkilemişti. “Eski kilisenin alnına bu suç ya da felaket damgasını vurmadan bu dünyadan ayrılmak istemeyen acı içinde kıvranan ruh acaba kimindi?” diye düşündü, bunu keşfetmeye çalıştı. O günden bu yana duvarı badanalamışlar ya da kazımışlar (hangisi, bilmiyorum), yazı kaybolmuş. Çünkü, aşağı yukarı iki yüzyıldır Ortaçağ’ın o harikulade kiliselerine karşı böyle davranılıyor. Kiliselerde yapılan bu sakatlamalar, değiştirmeler her yandan geliyor, gerek içeriden, gerek dışarıdan. Bunları işgüzar rahip badanalıyor, mimar kazıyor, sonra halk çıkageliyor, o da yakıp yıkıyor. Böylece, bu kitabın yazarının burada ona ayırdığı şu ufacık anının dışında, Notre Dame’ın o karanlık kulesinin içine kazılmış bu gizemli sözcükten de, bunun pek üzünçlü bir biçimde özetlendiği o bilinmez yazgıdan da bugün hiçbir iz kalmamıştır. O duvara bu yazıyı yazan kişi, gelip geçen kuşaklar arasında, yüzyıllardan beri yok olup gitmiş, yazı kilisenin duvarlarından silinmiş; belki kilise de yakında yeryüzünden silinip gidecek, kim bilir. Bu kitap işte o sözcük üzerine yazıldı. Bundan tam üç yüz kırk sekiz yıl, altı ay, on dokuz gün önce bugün [2] Parisliler Cite’nin, Üniversite’nin, Kent’in [3] oluşturduğu üçüz çevre içinde hep birden bütün güçleriyle çalan kilise çanlarının gürültüsüyle uyandılar. Oysa, 6 Ocak 1482 hiç de tarihin kaydettiği bir gün değildi. Taa sabah karanlığında çanları ve Parislileri böyle harekete geçiren olayda kayda değer hiçbir şey yoktu. Bu ne Picard’lıların, ne de Burgonya’lıların bir saldırısı, ne dinsel bir ayinle götürülen bir kutsal emanetti, ne Laas Bağları’nda bir öğrenci ayaklanmasıydı, ne “pek çekindiğimiz, saydığımız Kralımız Efendimizin” kente tantanalı bir girişi, ne de hatta Paris Adliyesi’nde yankesici, hırsız kadın ya da erkeklerin şöyle dört başı mamur ipe çekilmesiydi. On beşinci yüzyılda pek sık rastlanan o sırmalı, şeritli, işlemeli sorguçlu bir elçilik heyetinin ansızın kente girivermesi bile değildi.


Krala hoş görünüp yaranmak uğruna bütün o Flaman belediye başkanlarının kaba saba kalabalığına güleryüz göstermek, bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur kapısının önündeki o güzelim görkemli halılarını sırsıklam ıslatırken Bourbon Konağı’nda pek nefis bir “moralite”, “sotie”, “farce” [4] şöleni çekmek zorunda kalan Bourbon Kardinali Hazretleri’nin sonsuz can sıkıntısına neden olan kafile, yani veliaht prensle Flandralı Marguerite’in evlenme sorununu sonuçlandırmakla görevli Flaman elçilerinin son atlı kafilesi daha iki gün önce Paris’e girmişti. 6 Ocak, Jehan de Troyes’nın dediği gibi, “bütün Paris halkını heyecanlandıran” şey, ta ezelden beri bir arada kutlanan Krallar Günü ile Deliler Cümbüşü’nün çifte şenliğiydi. O gün Greve Alanı’nda şenlik ateşi yakılır, Braque Kilisesi’nde, o günün onuruna, kurdelelerle donatılmış yeşil ağaç dikilir, Adliye Sarayı’nda “mystere” [5] oynatılırdı. Bu olay, bir gün önceden Paris şehremini beyefendinin, mor yünlü kumaştan görkemli savaşçı ceketleri giymiş, göğüslerinde büyük beyaz haçlar bulunan adamları tarafından, dört yol kavşaklarında, borular öttürülerek halka duyurulmuştu. Böylece, daha sabah karanlığında, evlerini, dükkanlarını kapayan kentsoylu hanımlar ve beyler kalabalığı dört bir yandan, bildirilen bu üç şenlik yerinden birine doğru yollanıyorlardı. Bunların her biri kesin kararını vermişti; kimisi şenlik ateşine, kimisi dikilecek kurdelelerle süslü yeşil ağaca, kimisi temsile gidiyordu. Paris avarelerinin o ezeli ebedi sağduyularına bir övgü olarak söylemek gerekir ki, bu kalabalığın büyük bir bölümü, tam da mevsimine uygun düşen şenlik ateşine ya da Adliye Sarayı’nın iyice örtülü, kapalı olan toplantı salonunda verilecek olan dinsel drama doğru yöneliyordu; meraklılar, zevksizce yarım yamalak çiçeklendirilmiş zavallı ağacı, Braque Kilisesi’nin mezarlığında, ocak ayının boz bulanık göğü altında, zemheri soğuğunda, tek başına titremeye bırakmak için söz birliği ediyorlardı. Halk, özellikle, Adliye Sarayı’na açılan caddelere hücum ediyordu, çünkü iki gün önce gelen Flaman elçilerinin dinsel dramı seyretmeye, gene aynı toplantı salonunda yapılacak olan Çılgınlar Başkanı’nın seçimine katılmayı tasarladıkları biliniyordu. O dönemde dünyanın en büyük kapalı salonu olarak bilinmesine karşın bu toplantı salonuna girmek o gün hiç de kolay bir iş değildi. (Şurası gerçektir ki Sauval, Montargis Şatosu’nun büyük salonunu daha ölçmemişti.) Halkla tıkanan Adliye Alanı, pencerelerdeki meraklılara, beş, altı caddenin, tıpkı ırmak ağızları gibi, her an yeni dalgalar halinde insan başları akıttığı bir deniz gibi görünüyordu. Durmadan kabaran bu insan kalabalığı dalgaları, alanın engebeli havzasında, tıpkı burunlar gibi şurada burada çıkıntılar oluşturan evlerin köşelerine çarpıyordu. Adliye Sarayı’nın yüksek, gotik mimari tarzı cephesinin tam ortasında bulunan merdiven –aradaki sahanlığın altında kırıldıktan sonra, geniş dalgalar halinde yandaki yamaçların üzerine dökülen çifte bir akımın hiç durmadan çıkıp indiği merdiven– bir göle akan çağlayan gibi aralıksız dökülüyordu. Çığlıklar, kahkahalar, bu binlerce ayağın tepişmesi büyük bir gürültü, korkunç bir uğultu yaratıyordu. Arada sırada bu uğultu, gürültü artıyor, bütün bu halk kalabalığını büyük merdivene doğru iten akıntı geri dönüyor, bulanıyor, dalgalanıyordu.

Bu ya bir zabıta görevlisinin birdenbire bir vuruşu ya da bir belediye çavuşunun düzeni kurmak için şahlanan atıydı; şehreminliğinin belediye zabıtasına, belediye zabıtasının polise, polisin Paris jandarma kuvvetine miras bıraktığı güzel bir gelenektir bu. Kapılarda, pencerelerde, tavan arası pencerelerinde, damların üzerinde, Adliye Sarayı’na bakan, kalabalığı seyreden, daha fazlasını da aramayan, olanıyla yetinen sakin, namuslu, binlerce saf kentli yüzleri kaynaşıyordu; çünkü Paris’te pek çok kimse seyircileri seyretmekle yetinir; zaten bizim için, arkasında bir şeyler geçen bir duvar ilgi çekici bir şeydir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir