Victor Hugo – Notre-Dame’ın Kamburu

Bugün tam üç yüz kırk sekiz yıl, altı ay, on dokuz gün oluyor; Parisliler, üç çevre duvarının kuşattığı Ile de la Cité, üniversite ve Şehir’den oluşan kentlerinde, zangoçların olanca güçleriyle çaldığı bütün çanların gümbürtüsüyle uyandı. Oysa o 6 Ocak 1482 günü, hiç de tarihin anısını sakladığı bir gün değildir. Paris’in çanlarını ve burjuvalarını sabahın köründe harekete geçiren olayın öyle dikkate değer bir özelliği yoktu. Ne Picardie’lilerin veya Burgogne’luların bir saldırısıydı bu, ne bir kutsal emanetin tören alayıyla kentte dolaştırılması, ne Laas bağlarında bir öğrenci ayaklanması, ne dehşetli efendimiz muhterem kral’ın kente girişi, hatta ne de Paris Adliyesi önünde erkek ve kadın hırsızların ipe çekildiği güzel bir asılma gösterisi. On beşinci yüzyılda sık sık görüldüğü gibi süslü püslü, tuğlu sorguçlu bir elçilik heyetinin çıkagelişi de söz konusu değildi. Daha iki gün önce böyle bir kafile, veliaht ile Flandre prensesi Marguerite’i evlendirme işini kotarmakla görevli Flaman elçileri, Saygıdeğer Kardinal de Bourbon’un fena halde canını sıkmak pahasına, Paris’e giriş yapmıştı; Kardinal, kralın gözüne girmek için, bu kaba saba köylü kılıklı Flaman yetkili güruhunu güler yüzle karşılamak ve kendi Bourbon konağında, şiddetli bir yağmur kapıdan içeri sızarak görkemli duvar halılarını sırsıklam ederken pek güzel bir ibretlik oyun ve güldürü ile ağırlamak zorunda kalmıştı. Jehan de Troyes’nın dediği gibi Paris’in bütün halkını ayağa kaldıran o 6 Ocak günü, çok eski zamanlardan beri birlikte kutlanan Krallar Günü ile Deliler Bayramı’ydı. O gün Grève Meydanı’nda şenlik ateşi yakılacak, Braque Şapeli’nde mayıs direği dikilecek ve Adalet Sarayı’nda dinî bir temsil verilecekti… Program bir gün önce, Naip 6 hazretlerinin, göğüslerine kocaman beyaz haçlar işlenmiş deve yünü mor kumaştan, şık ceketler içindeki tellalları tarafından sokak başlarında boru çalınarak duyurulmuştu. Bu yüzden, kadını erkeği tüm ahali sabahtan itibaren evlerini dükkânlarını kapayıp kentin dört bir yanından, belirlenen üç yerden birine doğru yola koyulmuştu. Herkes seçimini yapmıştı: kimi şenlik ateşine, kimi mayıs direğine, kimi temsile… Paris avarelerinin, kökü çok eskilerde bulunan sağduyularının hakkını vermek için belirtelim, bu kalabalığın büyük kısmı, mevsime tıpatıp uygun düşen şenlik ateşine ya da Adalet Sarayı’nın sımsıkı kapalı ve korunaklı büyük salonunda verilecek olan temsile yöneliyordu; meraklılar çiçek bile açamamış zavallı mayıs direğini, Braque Şapeli’nin mezarlığında ocak ayının soğuk göğünün altında rahat rahat kakırdasın diye tek başına bırakmakta anlaşmışlardı. Halk özellikle Adalet Sarayı’na giden sokaklara akıyordu, çünkü evvelsi gün gelen Flaman elçilerin de verilecek temsile ve yine aynı büyük salonda yapılacak olan “deliler papası” seçimine katılmaya niyetli oldukları biliniyordu. O gün, devrinde dünyanın en büyük kapalı alanı olarak ün yapmış olsa da (gerçi Sauval henüz Montargis Şatosu’nun büyük salonunu ölçmemişti ama), söz konusu büyük salona girebilmek öyle kolay bir iş değildi. Palais Meydanı, pencerelerdeki meraklılara adeta bir deniz manzarası sunuyordu; meydana açılan beş altı sokak, birer nehir ağzı gibi, buraya her an yeni insanlar boşaltıyordu. Durmadan büyüyen bu kalabalık, düzensiz biçimli meydanın içine doğru yer yer birer burun gibi çıkıntı yapan binaların köşelerine dalgalar halinde çarpıyordu. Yüksek gotik ön cephenin ortasında, iki insan selinin durmadan inip çıktığı, ara sahanlığın altında kırıldıktan sonra geniş dalgalar halinde iki yandaki basamaklara yayıldığı büyük merdiven, göle dökülen bir çağlayan gibi akıyor, akıyordu.


Bu dev kırkayağın çığlıkları, gülüşleri, tepinişleri büyük bir gürültü, büyük bir uğultu meydana getiriyordu. Bu gürültü ve uğultu zaman zaman şiddetleniyor, kalabalığı büyük merdivene doğru iten akım geri dönüyor, karışıyor, burgaçlanıyordu. Sebep ya bir güvenlik görevlisinin birini itip kakması ya da düzeni sağlamak isteyen valilik çavuşlarından birinin atının çifte atmasıydı. Valilikten sonra el değiştire değiştire, nihayet bugünkü Paris jandarma örgütüne miras kalan, hayran olunası gelenek!. Kapılar, irili ufaklı pencereler, çatıların üstü, gürültülü kalabalığı seyreden, sarayı seyreden –ve fazlasını istemeyen– sakin ve kibar binlerce burjuva simasıyla dolup taşıyordu; zira Paris’te pek çok kişi seyredenleri seyretmekle yetinir; bizim için arkasında bir şeyler olup biten bir duvar bile son derece ilgi çekici bir şeydir. Biz 1830 yılı insanlarına, zihince bu on beşinci yüzyıl Parislilerinin arasına karışıp onlarla birlikte çekiştirilerek, dirseklenerek, tökezletilerek Saray’ın 6 Ocak 1482 günü kalabalığa o denli dar gelen büyük salonuna girme imkânı verilseydi, göreceğimiz manzara ne ilginçlikten ne de cazibeden yoksun olurdu; çevremizde sadece o denli eski şeyler bulunurdu ki, bunlar bize yepyeni görünürdü. Okur razı gelip de bizimle birlikte o büyük salonun eşiğini aşarak mintan, camadan, dolman veya kaput türünden çeşitli giysiler içindeki bu gürültücü kalabalığın içine dalarsa edineceği izlenimi hayal gücüyle yeniden bulmaya çalışacağız. Her şeyden önce kulaklarda uğultu, gözlerde kamaşma… Başlarımızın üstünde, oymalı ahşap panolarla kaplı, koyu maviye boyanıp üzerine altın yaldızla zambak motifleri serpiştirilmiş sivri kemerli çifte kubbe; ayaklarımızın altında siyah beyaz damalı mermer zemin. Birkaç adım ötemizde kocaman bir sütun, yanında bir tane daha, onun yanında bir tane daha… Salonun tam ortasında boydan boya sıralanan toplam yedi sütun, çifte kubbeye destek görevi görüyor. İlk dört sütunun etrafında, cam eşya ve incik boncukla pırıl pırıl parlayan dükkânlar; son üçünün etrafındaysa davacıların poturları ve savcıların cüppelerinin sürtünmesiyle yıpranıp cilalanmış, meşe ağacından oturma yerleri. Salonda çepeçevre, yüksek duvarlar boyunca, kapı ve pencerelerin arasında, sütunların arasında, Pharamond’dan 7 beri bütün Fransa krallarının sıra sıra heykelleri; miskin kralların kolları sarkık, gözleri yerde; yiğit ve savaşçı krallarsa başlarını ve ellerini kahramanca göğe doğru kaldırmışlar. Sonra, sivri kemerli yüksek pencerelerde rengârenk vitraylar; salonun büyük giriş çıkış yerlerinde ince oymalarla süslü sanat eseri kapılar; ve her şey, kubbeler, sütunlar, duvarlar, pervazlar, ağaç kaplamalar, kapılar, heykeller baştan başa göz alıcı biçimde mavi ve altın yaldızla tezhiplenmiş; görmekte olduğumuz tarihte zaten biraz solmuş olan bu renk cümbüşü, Du Breul’ün gelenek icabı hâlâ hayranlığını ifade ettiği uğurlu 1549 yılında, toz ve örümcek ağları altında neredeyse tamamen kaybolmuş bulunuyordu. Şimdi de, bir ocak gününün ölgün ışığıyla aydınlanan bu uzun ve geniş salonun, duvarlar boyunca düzensizce akan ve yedi sütunun çevresinde burgaçlanan alacalı bulacalı ve gürültücü bir kalabalık tarafından istila edildiği göz önüne getirilsin, tablonun bütünü hakkında az çok bir fikir edinmeye bu kadarı yetecektir; biz de tablonun en ilginç ayrıntılarını daha açık ve net olarak göstermeye çalışacağız. Şurası kesindir ki, Ravaillac, IV. Henri’yi öldürmemiş olsaydı, Adalet Sarayı’nın kalemine teslim edilmiş bir Ravaillac davası dosyası; bu dosyayı ortadan kaldırmakta çıkarı bulunan suç ortakları; dolayısıyla, dosyayı yakmak için kalemi, kalemi yakmak için de Saray’ı yakmaktan daha iyi bir yol bulamayan kundakçılar ve sonuç olarak da 1618’deki yangın olmayacak, Eski Saray büyük salonuyla birlikte hâlâ yerinde duracaktı.

Ben de okura, “Git kendin gör,” diyebilecektim ve böylece her ikimiz de zahmetten kurtulmuş olacaktık: ben böyle bir betimlemeyi yapmak, o da okumak zahmetinden. Bununla şu yeni hakikat kanıtlanmış oluyor: büyük olaylar, tahmin edilemeyen sonuçlara yol açar. Gerçi öncelikle Ravaillac’ın suç ortakları olmaması, sonra da hasbelkader var idiyse bile bunların, 1618 yangınında taksiri bulunmaması da pekâlâ mümkündür. Nitekim elimizde yangının gayet akla yakın iki açıklaması daha var: Birincisi, herkesin bildiği gibi 7 Mart’ta gece yarısından sonra Saray’ın üzerine gökten düşen, bir kadem eninde ve bir arşın boyundaki alev saçan büyük yıldız. İkincisi, Théophile’in dörtlüğü: Gayet hazin bir olaydı gerçekte Adalet Hanım’ın Paris kentinde Fazla baharatlı yemek yiyerek Kendi sarayını vermesi ateşe… 1618 yılındaki Adalet Sarayı yangınının politik, fiziksel ve şiirsel olmak üzere bu üç açıklaması hakkında ne düşünülürse düşünülsün ne yazık ki kesin olan, bunun bir yangın olduğudur. Bu felaket yüzünden, özellikle de onun eksik bıraktıklarını tamamlayan art arda çeşitli restorasyonlar yüzünden, Fransa krallarının bu ilk meskeninden, daha Yakışıklı 8 Philippe zamanında bile içinde Kral Robert’in yaptırdığı ve Helgaud’un 9 anlattığı muhteşem binaların kalıntıları aranacak kadar eski olan, Louvre’un ağabeyi bu saraydan, bugüne pek az şey kalmıştır. Hemen her şey kaybolmuştur. Saint Louis’nin “gerdeğe girdiği” 10 mühürdarlık odası ne oldu? Ya, “üzerinde deve yününden bir mintan, kaba yünlü, kolsuz bir üstlük ve siyah ipekten bir harmani varken Joinville’le birlikte halılara uzanarak” adalet dağıttığı bahçe?. İmparator Sigismund’un odası nerede? Ya IV. Charles’ınki? Yurtsuz Jean’ınki? Nerede VI. Charles’ın af fermanını yayınladığı merdiven? Étienne Marcel’in, veliahdın gözü önünde, Robert de Clermont ile Mareşal de Champagne’ı boğazladığı yassı taş? Peki ya Karşı-Papa 11 Benedictus’un fermanlarının yırtıldığı ve bunları getirenlerin alay olsun diye papa gibi cüppeyle başlık giydirilmiş olarak ve nedamet getirmek için bütün Paris’i dolaşmak üzere yola koyuldukları müracaat kapısı? Ya koyu mavisi, yaldızları, sivri kemerleri, sütunları, heykelleri ve oymalarla delik deşik koca kubbesiyle büyük salon? Ya yaldızlı oda? Ya Hz. Süleyman’ın tahtını bekleyen aslanlarınki gibi, adaletin karşısında güce yakışan o ezik tavırla, başı yerde, kuyruğu bacaklarının arasında kapıda duran taş aslan? Ya o güzel kapılar, o güzel vitraylar? Biscornette’i utandıracak titizlikle işlenmiş demir doğrama? Du Hancy’nin zarif marangozluk eserleri?. Zaman ne yapmış, insanlar ne yapmış bu harika eserlere?. Bütün bunlara karşılık, bütün bu Galya tarihine, bütün bu gotik sanata karşılık bize ne verildi? Saint-Gervais’nin ana kapısının beceriksiz mimarı Mösyö de Brosse’un sakil basık kemerleri… Sanat namına işte bu; tarihe gelince, Patrus’lerin dedikodularının hâlâ yankılandığı kalın sütunun geveze anıları var elimizde. Yani fazla bir şey sayılmaz.

Her neyse biz gerçek Eski Saray’ın gerçek büyük salonuna dönelim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir