Victor Hugo – Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

1829 Basımına Önsöz, Bu kitabın ortaya çıkış nedenini anlayabilmemiz için önümüzde iki seçenek var: Ya gerçekten sefil bir adamın son düşüncelerini yazmış olduğu sararmış, düzensiz bir kâğıt tomarı söz konusudur ya da bu adam; bir insana, sanatın yararına doğayı inceleyen bir hayalpereste, bir filozofa, bir şaire rastlamıştır, kim bilir? Belki de kendisine egemen olan ya da daha doğrusu kendisini teslim ettiği ve ancak bu kitaba aktararak kurtulabildiği bir düşlemdi onun bu düşüncesi. Okur, bu iki açıklamadan istediğini seçebilir, istediği gibi yorumlayabilir. 1832 Basımına Önsöz, İlk basımında yazar adı olmadan yayımlanmış bu yapıtın başında, yalnızca altta okuyacağınız satırlar vardı: “Bu kitabın ortaya çıkış nedenini anlayabilmemiz için önümüzde iki seçenek var: Ya gerçekten sefil bir adamın son düşüncelerini yazmış olduğu sararmış, düzensiz bir kâğıt tomarı söz konusudur ya da bu adam; bir insana, sanatın yararına doğayı inceleyen bir hayalpereste, bir filozofa, bir şaire rastlamıştır, kim bilir? Belki de kendisine egemen olan ya da daha doğrusu kendisini teslim ettiği ve ancak bu kitaba aktararak kurtulabildiği bir düşlemdi onun bu düşüncesi. Okur, bu iki açıklamadan istediğini seçebilir, istediği gibi yorumlayabilir.” Görüldüğü üzere, bu kitabın ilk yayımlandığı dönemde yazar, bütün düşüncelerini söylemek konusunda tam bir kanaate varamamıştır. Bu düşüncelerinin anlaşılmasını beklemeyi ve bunların anlaşılıp anlaşılmadığını görmeyi yeğlemiştir. Nitekim istediği gibi olmuştur. Bugün yazar, bu masum ve içten yazınsal biçim çerçevesinde halkın anlayabileceği bir dille anlatmak istediği siyasal ve toplumsal bir düşünceyi ortaya koyabilmektedir. Öncelikle şunu da ifade etmekte ya da daha doğrusu yüksek sesle söyleyebilmektedir ki Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, doğrudan ya da dolaylı olarak, ölüm cezasının kaldırılması için yapılan bir söylevden başka bir şey değildir. Yazarın yapmak niyetinde olduğu şey; çok az şeylerle uğraşsalar da gelecek kuşakların onun yapıtında görmelerini istediği şey; seçilmiş herhangi bir katil ya da bir suçlunun, her zaman için kolay ve geçici olacak özel bir savunmasını yapmak değildir; bugünkü ve gelecekteki tüm suçlular için geçerli olan genel ve sürekli bir davanın savunulmasıdır; bu, en büyük yargısal güç olan toplumun önünde, bütün kuvvetiyle tanık olarak gösterilen ve savunulan insan haklarının en yüce noktasıdır; bu, sonsuza dek, tüm ceza davalarının önünde yer edinmiş olan, “abhorrescere a sanguine” 1 , dava reddinin bitişidir; bu, kralın adamlarının kanlı söylevlerinin tumturaklı sözcük cümbüşünün kuşattığı, bütün önemli davaların temelinde ardında kendisini gösteren karanlık ve uğursuz bir sorundur; Yargıçlar Kurulu’nun uğuldayan kargaşasının içinden çıkmış, apaçık, beklenmedik bir anda gün ışığına sunulmuş ve görülmesi gereken yere; olması gereken, gerçekten olduğu yere; asıl korkunç yerine; mahkeme salonuna değil, idam sehpasına; hâkimin önüne değil, celladın önüne konmuş bir ölüm kalım meselesi diyeyim ben buna. İşte yazarın yapmak istediği de budur. Eğer bir gün, yazgı, umut etmeye cesaret bile edemediği şeyi, bunu yapmanın zaferini ona verirse, başka bir ödül istemeyecektir. Masum ya da suçlu olsunlar, bütün olası sanıkların adına, bütün mahkeme salonlarında, bütün yargılayanların, bütün yargı organlarının önünde uğraşıyor, bunu ifade ediyor ve bunu yineliyor yazar. Bu kitap herhangi bir yargıca yöneltilmiştir. Ve yazar, savunmanın dava kadar anlamlı olması için, –ve işte böylelikle Bir İdam Mahkûmunun Son Günü ortaya çıkmıştır– yapıtın içeriğinden her türlü katkıyı, rastlantıyı, özeli, seçkini, öznel olanı, değişebileni, ayrıntıyı, olayı, özel adları çıkarmak ve herhangi bir suçtan ötürü, herhangi bir günde idam edilmiş herhangi bir mahkûmun davasını savunmak ile yetinmek zorunda kalmıştır (yetinmek denilebilirse buna).


Düşüncesinden başka hiçbir aracı olmaksızın, yargıcın “oes triplex”inin 2 altındaki yüreğini kanatmak için önceden yeterince çaba sarf etmişse, ne mutlu ona! Yargıcın ruhunu kemire kemire, onun içinde bazen bir insan ruhu bulmayı başardığı an, yine ne mutlu ona! Üç yıl önce, bu kitap çıktığında, birkaç kişi yazarın düşüncesinin tartışılmaya değeceğini düşünüyordu. Bazıları, bunun bir İngiliz kitabı olduğunu ileri sürüyorlardı; bazıları ise bu bir Amerikan kitabıdır, diyorlardı. Ne garip, olayların kökenini binlerce fersah ötede aramak merakı, sokaklarımızı yıkayan dereyi Nil’in kaynaklarından akıtmak kadar saçma! Ne yazık! Bu, ne bir İngiliz, ne bir Amerikan, ne de bir Çinlinin kitabıdır. Yazar, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nü yazma düşüncesini bir kitaptan değil –zaten düşüncelerini o kadar uzaklarda aramak gibi bir alışkanlığı da yoktur onun– hepinizin onu görebileceği, belki de görmüş olduğunuz bir yerden (çünkü hangimiz bir idam mahkûmunun son gününü zihninde canlandırmamış ya da düşlememiş olabilir ki?), temiz bir yürekle, halk meydanından, Grève Meydanı’ndan almıştır. İşte bir gün oradan geçerken, giyotinin kırmızı kesik beden parçalarının altındaki bir kan birikintisinin içinde yatan o iç karartıcı düşünceyi görmüştür. O zamandan beri yazar, her keresinde, temyiz mahkemelerinin kara perşembelerinden, Paris’te bir idam hükmü çığlığının yankılandığı o günlerden birini yaşıyordu; her keresinde Grève için izleyicileri kışkırtan o boğuk bağırışların penceresinin altından geçişini duyuyordu; her keresinde bu korkunç düşünce onun benliğini sarıyor, ele geçiriyor, kafasının içini jandarmalarla, cellatlarla ve kalabalıkla dolduruyor, can çekişen sefilin son ıstıraplarını anbean ona anlatıyor; –işte şu anda ona günah çıkartıyorlar; işte şu anda saçlarını kesiyorlar onun; işte şu anda ellerini bağlıyorlar– ondan, zavallı şairden, bu korkunç olay gerçekleşirken kendi hesabını gören topluma bütün bunları anlatmasını söylüyor, ona baskı yapıyor, onu itiyor, sallıyor, her ne kadar bir şeyler yaratmaya koyulmuşsa da ruhundan mısraları çalıyor ve onları tasarlanır tasarlanmaz öldürüyor, onun bütün çalışmalarını karalıyor, her şeyi tersine koyuyor, onu kuşatıyor ve yakasını bırakmıyordu. Bir işkenceydi bu; gün ışığıyla birlikte başlayan ve aynı anda azap çektirilen bir sefilinki gibi saat dörde kadar süren bir işkence. Yalnızca saatin dokunaklı sesi ile “ponens caput expiravit” 3 yankılandığı zaman, yazar, rahat bir soluk alıyor ve ruhu biraz olsun özgürlüğüne kavuşuyordu. Nihayet bir gün, anımsadığı kadarıyla Ulbach’ın idamının ertesi günüydü, bu kitabı yazmaya koyulmuştu. O zamandan beri ruhu rahatlamıştı. “Adli suçlar” adı verilen bu kamu suçlarından birisi işlendiğinde, bilinci artık buna bağımlı olmadığını söylemiş ve o da, Grève’den toplumsal birliğin bütün üyelerinin başlarına sıçrayan bu kan damlasını alnında hissetmemişti artık. Yine de yetmiyordu bu. Elleri yıkamak iyi, ancak kanın akmasını engellemek daha iyi olacaktır. Bu yüzden, yazar “idamın kaldırılmasına katkıda bulunmak”tan daha yüce, daha ulu başka bir hedefi tanımayacaktı. İşte bu yüzden, devrimlerin bile yıkamadıkları bu yegâne ağacı, darağacını, devirmek için yıllardır çalışıp didinen ulusların bütün yüce gönüllü insanlarının dileklerini ve çabalarını bütün kalbiyle benimsemektedir.

Yazar, her ne kadar önemsiz birisi olsa da kendisine düşen görevi coşkuyla yerine getirmektedir: baltasını vurmak ve bundan altmış altı yıl önce Beccaria’ nın, 4 Hıristiyanlık âleminin üstünde yüzyıllardır yükselmiş olan yaşlı darağacına açtığı yarığı elinden geldiğince genişletmek. Devrimlerin yıkamadıkları tek kaidenin idam sehpası olduğunu söylemiştik biraz önce. Aslında devrimlerin insan kanıyla yetindikleri hiç görülmemiştir; ve bunlar toplumun dallarını budamak, kesmek, başını koparmak için geldiklerinden, onların büyük güçlüklerle vazgeçebildikleri budama bıçaklarından bir tanesidir idam.m.m.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir