Doğan Aydal – Maden Savaşları – Dünyanın Kara Talihi

Yıllar önce bir rüya görmüştüm, yılını tam hatırlamıyorum, muhtemelen 1990’lı yıllardan biri. Zambezi ırmağının kenarında, alt kısmından bakarak Yictoria şelalesini seyrediyorum. Yerliler sağ üst tarafta dans ediyorlar ve ben, neredeyse her hareketlerini, şimdi şu hareketi yapacaklar dercesine biliyorum. Sonra, şelalenin yanından ayrılıp, çok açık kahverengi toprakla kaplı bir tepenin üzerine çıktık ve yapraklarının çoğu dökük, meyveleri sucuğa benzeyen bir ağacın altına gidip etrafa baktık. Yanımda, siyah giyimli bir iki arkadaş ile beraber sağ tarafa doğru kıvrılan toprak bir yoldan inip seyrek çimli düzlükte bekleyen, 1915 T model Ford marka arabaya bindik ve bölgeden uzaklaştık. Bu sahneler, uyandığımda hala çok net olarak gözümün önündeydi. “Hayırdır inşallah” dedim demesine ama düşünmeden de geçemedim. O bölge ile doğrudan ilgili bir işim ya da orayla bağım yoktu, şuur altımda böyle bir görüntünün olması için de özel hiçbir sebep yoktu. O güne kadar 34 ülkeyi dolaşmış biri ve iyi bir gezgin olmama rağmen, o bölgede hiç bulunmamıştım. Dolayısıyla aklıma ilk gelen “Acaba ruh göçü denen şey var mıdır?” sorusuydu. Bu rüyayı unutalı yıllar olmuştu ki, 2002 yılında, Cenevre’de çalışan kızımı ziyarete gidip Leman gölü kıyısında dolaşıp durdu- ffl DÜNYANIN KARA TALİHİ ğum günlerden birinde, bir zenci ressamın, göl kıyısındaki park, ta açtığı sokak resim sergisini gördüm. Gözlerime inanamıyor, dum; yıllar önce rüyamda gördüğüm, sucuk şekilli meyvelere sa, hip ağacın resmedildiği bir tablo vardı karşımda. Benim için çok daha önemli olan, zenci ressamının, Zambezi nehrinin ve Victo, ria şelalesinin bulunduğu, Zimbabwe,Zambia sınırından gelmiş olmasıydı. Aklım, yıllar öncesindeki rüyaya gitti. Bu neydi? Bir işaret mi? Bu tesadüfü, bir işaret gibi algılamam gerektiği düşüncesi niçin oluşmuştu? Bu işareti ciddiye almalı mıydım? Sonra aklım, çok daha gerilere, 1980 yılına gitti. ABD’de görevli bulunduğum bir sırada Birleşmiş Milletler binasına gitmiştim. Etrafta bir telaş vardı, sonunda Zimbabwe Cumhurbaşkanı Robert Mugabe’nin geldiğini, arzu edersem töreni izleyebileceğimi öğrenmiştim. Sa, lana geçip, Zimbabwe’nin bağımsız, yeni bir ülke olarak BM’ye kabulünü için Genel Sekreter Kurt Waldheim başkanlığında ya, pılan töreni izlemiş ve salondaki korumanın hafif müdahalesi ol, duğundan çok net çıkmayan bir de resim çekmiştim. Mademki beynimde fırtınalar esiyor, birbiri ile bağlantısız birçok parça bir araya geliyordu, bütün bu işaretleri ciddiye almalıydım. Sonunda bunun, henüz anlamını, muhtemel sebep ve sonuçlarını bilmedi, ğim bir işaret olduğuna karar verdim. İşte, Orta Afrika’dan, Zam, bia’dan, Zimbabwe’den başlayarak Afrika’yı incelememe sebep olan olaylar bunlardır. Son dört beş yıldır, Afrika ve bu kıtada bulunan ülkeler hak, kında topladığım bilgileri bir araya getirmek, insanın insana ne, ler yaptığını okumak, bende tarifi imkansız üzüntülere yol açtı. İnsan bu kadar vahşi olabilir miydi? Bu nasıl bir insanlıktı ki, bı, rakın hayvanı, fiziki olarak kendine benzeyen bir canlıyı, yaşadı, ğı topraklardan söküp köle yapmış, satın almış, satmış, hayvanla, rın bile zor dayanacağı şartlarda çalıştırmış ve gerek gördüğünde de, gücünü göstermek uğruna vahşice öldürmüştü! Okuduklarım MADEN SAVAŞLAR! ffl keşke kötü bir filmin senaryosu olsaydı O derece vahimdi ki olanlar, okumayı ve incelemeyi birkaç kez bıraktım ama sonunda merakımı yenemeyip incelemeye ve araştırmaya tekrar devam ettim. Önünüze gelen kitap, toplanan bilgilerin sadece küçücük bir kısmıdır. Bu bilgilerin bir kitap haline getirilme arzusu ise, öncelikle Avrupalının, insan olarak ve ülke olarak davranış mekanizmalarında tekrarlanan benzerlikleri, taktikleri ve bunların sebep olduğu sonuçları, bütün çıplaklığı ve birçok detayları ile görmemdir. Ülkemizde siyaset ile uğraşanların, önce Yunanistan ve Kıbrıs, sonra PKK ve Ortadoğu eksenlerinde kalan dar bir alana baktırıldığını, bir başka deyişle “cambaza bak” taktiğinin hep kullanıldığını görünce ve sonuçlarını düşününce, kendimi bu işle görevli hissettim, bu mecburiyeti duydum. Bu kitap, beni yetiştiren ülkeme, en azından milli ve manevi bir borç ödemesi olarak, yazılmalıydı. Bu hikaye, Avrupalının, Orta Afrika’ya geldiği bilinen ilk tarihten, 1485’ten başlamalıydı ki, gelişmeler tam olarak anlaşılabilsin. Ama endişelenmeyin, bu kadar geriden başlasam da, arada o döneme ait bilgi bulunmayan, bulunsa da çok da renkli olmayan, uzun bir üç yüz yıl var. Bu kısımları adadım. Esas hikaye, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren anlatılacaktır. Ben ise, her ortamda ve zamanda, olanları seyreden ve olayları anlatan, yorumlayan kişi olarak aralara gireceğim. Son zamanlarda, bazı dizilerin jenerik kısmında “Burada anlatılan kişi ve kurumlar tamamen hayalidir” şeklinde başlayan bir yazı var ya, keşke ben de aynı cümleyi kullanabilseydim; bu anlattıklarıma “hayal ürünü” diyebilseydim. Fakat maalesef bu kitapta anlatılanların hepsi gerçek. Gerçek olaylar, gerçek ortamlar, gerçek insanlar … Ben sadece bir seyirci olarak, anlatımı kolaylaştırmak için, nadiren de olsa yorumlar kattım. Bazen bilmemek daha iyidir diyorsanız, bu kitabı okumaınanızı tavsiye ederim. PORTEKİZLİLERİN ARZULARI HİNDİSTAN’A ULAŞMA Haçlı Seferleri, Batılıları daha önce görmedikleri, hatta hayal bile etmedikleri bir dünya ile karşılaştırmış; siyasi birçok getirisi ve götürüsünün yanı sıra Çin’den, Hindistan’dan gelen ipek ku, maşların, değerli taşların, farklı baharatların, lran’dan, Türkme, nistan’dan gelen ipek halıların, Arap ülkelerindeki altın, gümüş ve altın işçiliğinin farkına varmalarını da sağlamıştı. Bu ülkelerin fizik, kimya, matematik ve astronomi ilimlerinde çok ileri gittik, lerini fark etmeleri de, söz konusu ülkelere yönelik meraklarını bir kat daha arttırmıştır. Ancak bu değerlere ulaşmaları her zaman kolay olmamıştır. Çünkü kendi ülkeleri ile Hindistan, Çin gibi ülkeler arasında ilerlemelerini durduran Müslüman ordularının yanı sıra, önce Selçuklular, daha sonra da, Osmanlı devleti gibi, süratle gelişmekte ve güçlenmekte olan devletler vardır. Batıdaki hükümdarların neredeyse tamamının aklında, ne pa, hasına olursa olsun Hindistan’a ulaşmak fikri olduğu için hemen hepsi farklı yollar aramaya başlarlar. “Daima batıya doğru giderek doğuya ulaşmak” veya “doğuya, Hindistan’a ulaşmak için bir baş, ka yol bulmak” iki temel seçenek olarak karşılarına çıkar. Fakat bu seyahat ve araştırmalar esnasında harcanacak paralara karşılık bir inandırıcı “gerekçe” daha laz�mdır. O bahane de bulunmuştur: El DÜNYANIN KARA TALİHİ “Hıristiyanlığı yaymak.” Bu sayede, halk’tan para toplanması gerektiğinde, sade vatandaşın direnci de kırılmış olacaktır. Çünkü hedef, kutsal Hıristiyanlık dinini yaymaktır. Kaldı ki, o günlerin mistik atmosferi içinde, bu seferi inanarak da yapmaktadırlar. Durum böyleyken, bu atmosferi ilk değerlendiren, o dönemlerin en iyi denizci halklarından Portekizlilerin Kralı il. John olmuştur. Diego Cao’yu görevlendiren Kral, elindeki en iyi gemilerden birini ona tahsis eder. Gidilen yerlerde, yerli halka verilmek ve/veya yerli halkın elindekilerle değiştirilmek üzere renkli kumaş ruloları ve porselen takımlar yüklü sandıklarsa, üç direkli, yelkenli büyük bir gemiye çoktan yerleştirilmiştir bile. Normal şartlarda ticaret gemisi olmasına rağmen, parlak metalik zırhlı, arka ve ön tarafı yukarı kıvrık, süslü, zırhlı şapkalı, mızraklı, kılıçlı ve silahlı birçok askerin güvertede olması, büyük bir merasimle gemiyi yolcu eden Kral’da ayrı bir gurur oluşturmuştur. Gidilecek yerlerde Hıristiyanlığı yayacak misyoner papazların da gemide bulunması, ayrıca, kıyıdan kendilerini ilahiler ile yolcu eden Papalık temsilcilerinin varlığı, Diego Cao ve arkadaşlarına, iyiden iyiye, kutsal bir göreve gidiyorlar havası vermekteydi. Hatta fethedilecek topraklara dikilmek üzere, iki metre boyunda, 360 kilo ağırlığında olan ve üzerine Kral’ın sözlerinin kazındığı haç anıtlar da (Padrao) çoktan hazırlanmıştı. Bu anıtlar dikilebilirlerse ne de hoş olacaktı; gelen giden insanlar, “Dünyanın yaratılışından 6684 yıl, İsa’nın doğuşundan itibaren 1484 yıl geçti. Şanlı Kral il. John, Şövalyesi Diego Cao’yu bu anıtı dikmek üzere görevlendirdi” yazısını okuyacaktı. Öyle de oldu, Diego Cao, karaya ilk bastığı sahile bu anıtı dikti (Resim 1). Aynı anıttan Angola ve•Kongo sahiline de dikilecek ve bu tarihten itibaren Angola, 400 yıl boyunca Portekiz’in kolonisi olacaktı. Daha sonraki iki yıl içinde, daha batıya inen Diego Cao, artık sahilin ucuna geldiğine inanmaya başlamış, ancak Hindistan hala bulunamamıştı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir