Maeve Binchy – Italyanca Ask Baskadir

1970’lerde anketlere cevap vermeye can atarlardı. Aidan gazetenin hafta sonu ekinde bir anket görürdü. Örneğin, “Düşünceli Bir Koca mısınız?” Veya “Sanat Dünyası Hakkında Neler Biliyorsunuz?” O yıllarda daha çok “Uygun Bir Çift misiniz?’ veya “Arkadaşlarınızla Aranız Nasıl?” konularında epey yüksek puan tuttururlardı. Bütün bunlar eskidendi. Artık, Nell ve Aidan Dunne alt alta dizilmiş sorular gördüklerinde alacakları puanların merakıyla anketi yanıtlamak için sabırsızlanmıyorlardı… Örneğin, “Haftada kaç kez sevişiyorsunuz? a) Ortalama iki kez? b) Her cumartesi c)Daha az?” “Her cumartesi’den de az seviştiğini kabullenmeyi kim ister?. Anketi hazırlayan o bilge adamların itirafları nasıl yorumladıklarını merak eden var mıydı? Şimdi, ikisi de “Uyumlu Bir Çift misiniz?” başlıklı bir anket görse hemen sayfayı çeviriyordu. İşin tuhafı hiç kavga etmemişler, hiç birbirlerine darılmamışlardı. Aidan, Nell’i aldatmamıştı, karısının da aldatmadığını düşünüyordu. Böyle düşünmesi küstahlık mıydı, bilmiyordu? Nell çekici bir kadındı; erkeklerin her zaman dönüp bir kez daha bakmak isteyecekleri kadınlardandı kesinlikle. Aidan eşlerinin aldattığı kanıtlandığında şaşkına dönen pek çok erkeğin, aslında dikkatsiz ve kendini beğenmiş olduğunu biliyordu. Ama o onlardan değildi. O, Nell’in başka bir erkekle gizlice buluşmayacağından, başkasıyla sevişmeyeceğinden emindi. Karısını o kadar iyi tanıyordu ki böyle bir şey yaparsa hemen anlardı. Hem, Nell böyle bir erkeği nerede bulacaktı? Haydi buldu, tanıştı ve onu beğendi diyelim nerede buluşabilirdi? “Yok canım, bütün bunlar gülünç şeyler” diye düşünüyordu.


Herhalde böyle düşünmeyen bir erkeğe zor rastlanır. Yaşlanmanın nasıl bir şey olduğunu anlatanlar işin bu yönünü unuturlar. Yaşlanınca uzun yürüyüşler insanın bacaklarını nasıl ağrıtıyorsa, insanlar popçuların şarkı sözlerini eskisi gibi nasıl anlamıyorlarsa… Belki de insanın evrenin odak noktası olarak gördüğü varlıktan yavaş yavaş kopmaya başladığı, uzaklaştığı dönemdir yaşlılık. Kırk sekiz yaşım bitirip kırk dokuz yaşına basan her erkek herhalde böyle düşünür. Dünya, eşlerinin heyecanlanmasını bekleyen erkeklerle dolu olmalı. Karılarının cinsellik dışındaki konularda da coşkulu olmasını isteyen ne çok erkek var kim bilir? İşini, okulla ilgili beklentilerini, hayallerini Nell merak etmeyeli o kadar uzun zaman geçmişti ki… Oysa bir zamanlar tüm öğretmenlerin adını ezbere bilirdi, öğrencilerin çoğunu tanırdı. O zamanlar sınıflarda kaç kişi olduğunu, sorumluluk isteyen görevlerde olanları, okul gezilerini, sahneledikleri oyunları ve Aidan’ın Üçüncü Dünya projelerini ince ince sorar, derinlemesine tartışırdı. Şimdi ise olan bitenden habersizdi. Yeni millî eğitim bakanı atandığında omuz silkmiş, “Bu kadın ne yaparsa yapsın eskisinden daha kötü olamaz” demekle yetinmişti. Nell, “geçiş yılı”nın tam olarak ne olduğunu öğrenmek zahmetine katlanmamış, sadece yılı “Allah’ın belası bir lüks” diye tanımlamakla yetinmişti. “Çocuklara sınavlara çalışmak yerine düşünerek… tartışarak… kendilerini bulma fırsatım vermek ne demek oluyor” diyordu. Aidan aslında karısını hiç suçlamıyordu. Açıklama yaptığında ne kadar sıkıcı olduğunun farkındaydı. Vızıltıya benzeyen sesi kulaklarında çınlıyordu. O konuştuğunda iki kızı, on dokuz ve yirmi bir yaşına geldikleri halde neden hâlâ bu saçmalıkları dinlemek zorunda olduklarını merak ederek havalara bakardı. Ailesini sıkmamaya gayret ediyordu.

“Öğretmenlerin hepsi böyledir” diye düşünürdü. Sınıflarda karşılarına dizilen ve onları dinlemek zorunda olan dinleyici kitlesine öylesine alışıktırlar ki anlattıklarının en ince ayrıntılarına kadar kavranabilmesi için gereğinden uzun konuşurlar, konuları tüm yönleriyle açıklamaktan hiç kaçınmazlar. Aidan aile fertlerinin yaşamına ayak uydurabilmek için inanılmaz bir gayret sarf ediyordu. Oysa Nell kasiyer olarak çalıştığı lokanta hakkında hiçbir şey anlatmazdı. “Amaan Aidan, ne olacak, bir iş işte… Kasada oturup müşterilerin kredi kartlarını alıyorum. Ya da çeklerini veya paralarım. Sonra paranın üstünü ve faturayı veriyorum. Günün sonunda eve geliyorum. Haftanın sonunda haftalığımı veriyorlar. Dünya üzerindekilerin yüzde doksan beşi de aynı şeyi yapıyor. Bizler önemli konularla boğuşmuyoruz, büyük trajediler yaşamıyoruz, güç dengelerini korumanın savaşını da yapmıyoruz. Bizler sadece sıradan vatandaşlarız, o kadar.” Onu ne aşağılamak ne de yaralamak istediğini bilse de suratına bir tokat yemiş gibi hissediyordu. Sözlerinden öğretmenler odasında yaşanan çekişmeleri ve tartışmaları ne kadar ayrıntılı anlattığı seziliyordu. Ve Nell’in merakla neler olduğunu öğrenmek istediği, hep ondan yana olduğu, düşmanlık edenleri düşmanı ilan ettiği günler çok çok geride kalmıştı.

Aidan geçmişte kalan, dost oldukları, dayanışma ve birlik içinde yaşadıkları o günleri tüm benliğiyle özlüyordu. Belki okul müdürü olarak atandığında o günler geri gelebilirdi. Yoksa kendini mi aldatıyordu? Belki de müdür olarak atanması ne karısını ne de kızlarını ilgilendiriyordu. Ne de olsa evdeki düzen kendi kendine yürüyordu. Son zamanlarda ölmüş de onlar sanki bir şey olmamışçasına yaşamaya devam ediyorlarmış gibi geliyordu. Nell lokantaya gidip geliyordu. Haftada bir annesine gidiyordu, “Hayır, Aidan gelmene gerek yok” diyordu, kadın kadına konuşacaklardı. Annesi onları düzenli olarak görüp iyi olduklarından emin olmak istiyordu, o kadar… Aidan, endişeli bir sesle, “Peki, sen gerçekten iyi misin?” diye sormuştu. – Beşinci sınıflara amatör felsefe dersi vermiyorsun, demişti Nell. Herkes ne kadar iyiyse ben de o kadar iyiyim… Burada bırakalım istersen. Aidan tabii ki orada bırakamadı. Nell’e dersin amatör felsefe değil felsefeye giriş olduğunu ve beşinci sınıflara değil geçiş yılına ders verdiğini söyledi. Nell’in bakışını hiç unutmayacaktı. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açmış, sonra vazgeçmişti. İfadesi soğuk bir acıma doluydu.

Kaldırım kenarında oturan, paltosu iple bağlı, elinde en ucuzundan bir şarap şişesi tutan bir dilenciye bakar gibiydi. Kızlarıyla ilişkisinin daha başarılı olduğu söylenemezdi. Grania bankada çalışıyordu. Onun da anlatacak fazla bir şeyi olmazdı… En azından babasına… Arada sırada arkadaşlarıyla konuşurken çok daha canlı olduğunu gözlemlerdi. Brigid için de aynı şey söz konusuydu. “Baba, ne olur sorup durma, seyahat acentesi iyi gidiyor dedim ya.” İyi olmaz mı? Tabii iyidir, yılda iki bedava seyahat ve uzun öğle tatiline nasıl fena denebilir? Grania bankacılığı, insanlara sonradan zorlukla ödeyecekleri krediler vermenin haksızlığını tartışmaktan kaçınırdı. “Bu yasayı ben çıkartmadım” diyordu, “Masamda ‘Gelen Belgeler’ yazılı bir kutu var, benim görevim o belgeleri incelemek, o kadar. Çok basit. Brigid de turizm ticaretinin insanlara aslında hiç elde edemeyecekleri bir rüyayı pazarladığını sorgulamak bile istemiyordu. “Baba, kimse kimseye zorla bir şey satmıyor… Tatile gitmek istemeyen bilet almak için acenteye girmez ki… Bu iş bu kadar basit” diyordu. Aidan daha iyi bir gözlemci olmadığına üzülüyordu. Bütün bu değişiklikler oluşurken neredeydi? Ne zaman birbirlerinden böylesine uzaklaşmışlardı? Bir zamanlar kızlar akşamları yıkanır, tertemiz, pembe sabahlıklarını giyer, anlattığı masalları dinlerlerdi. Nell de odanın bir köşesinden mutlu mutlu onlara gülümserdi… Hepsi yıllar önceydi. Daha sonraları da güzel vakit geçirmişlerdi.

Örneğin sınav dönemlerinde. Aidan kızlara yardım eder, en verimli çalışma biçimlerim öğretirdi. O zamanlar iki kızı da babalarına minnettar olurdu. Grania’nın diplomasını aldığı gün ile bankada işe başladığı gün yaptıkları kutlamaları unutamıyordu. İki seferde de büyük bir otelde öğle yemeği yemişlerdi. Garsona resimlerini bile çektirmişlerdi. Brigid için de aynı şeyi yapmışlardı. Bir yemek ve resimler… O resimlerde kusursuz mutluluğunu sergileyen bir aile vardı. Yoksa o görüntülerin hepsi yalan mıydı? Öyle olmalıydı, yoksa şu anda, aradan sadece birkaç yıl geçtikten sonra karısına ve kızlarına, dünyada herkesten çok sevdiği insanlara, müdür seçilmemekten ne kadar korktuğunu anlatamayacak hale gelebilir miydi? O okula ne kadar emek vermişti, geceyarılarına kadar çalışmış, okulun tüm sorunlarıyla ilgilenmişti. İçinden bir ses yine de müdür olamayacağını söylüyordu. Başka biri vardı, onunla yaşıt başka biri, belki de onu seçerlerdi. Adamın adı Tony O’Brien’dı. Kendi sahasında oynayan okul takımının maçını seyretmek zahmetine katlanmayan, ders saatlerinin dağılımı konusunda hiç kafa yormayan, yeni bina için para toplamayı aklından bile geçirmeyen biri… Sözde sigara içmenin yasak olduğu okulda, koridorda elinde sigarayla dolaşan, öğleleri bir bara gidip bira ve peynirli sandviç yediğini saklamayan Tony O’Brien. Bekâr. Hiçbir yönüyle aile babası olmayan biri.

Çoğunlukla kolunda yarı yaşında bir kızla gezen bir adam… Bütün bunlara rağmen okulun en önemli görevine aday gösterilen biri… Son yıllarda Aidan’ın kafasını karıştıran birçok olay olmuştu, ama hiçbiri ona bu kadar anlaşılmaz görünmemişti. Kıstaslar ne olursa olsun Tony O’Brien adaylar arasında olmamalıydı. Aidan azalan saçlarını sıvazladı. Tony O’Brien’ın gözlerini örten, omuzlarına değen koyu kahverengi saçları vardı. Dünya herhalde okul müdürü seçerken o saçları hesaba katacak kadar delilerle dolu değildi? Çok saç, iyi, az saç, kötü… Aidan kendi kendine güldü. Eğer kendine gülebiliyorsa, kendine bile bile kötülük yapılmasını alaya alabiliyorsa kendine acımıyor demekti. Bugünlerde aynı şeye birlikte güleceği kimse olmadığına göre kendine gülebilmesi şarttı… Pazar ekinde “Gergin misiniz?” başlıklı bir anket vardı. Aidan soruları açık yüreklilikle yanıtladı. 75 puandan fazla almıştı. Yüksek puan tutturmaktan mutluydu… Ancak sonradan okuduğu sert ve aşağılayıcı yargılamaya hiç de hazırlıklı değildi. “70 puanın üstünde topladınızsa gerçekten de sımsıkı bir yumruk gibisiniz” diyorlardı. “Patlamak istemiyorsanız biraz rahatlayın dostum!” Aidan ile Nell bu tür testlerde iyi sonuç alamadıklarında hep bu testlerin, anlamsız olduğunu, yer doldurmak için yapıldığını söylerlerdi. Ama bu kez yalnızdı… Kendi kendine, “Gazetelerde yarım sayfayı dolduracak yazılara gerek vardır, olmazsa karşımıza sayfaları bomboş bir gazete çıkar” diyordu. Yine de bir şeylerin içini kemirdiğini hissediyordu. Aidan sinirli olduğunu biliyordu ancak, sımsıkı bir yumruk? “Başkasını müdürlüğe layık görmeleri boşuna değil” diye düşündü.

Soruların yanıtlarını, daha doğrusu içini kemiren korkuları ve ürküntüleri, çektiği uykusuzluğu ailesinden kimsenin görmemesi için ayrı bir kâğıda yazmıştı. Şu sıralar Aidan için en zor gün pazardı. Eskiden, gerçek bir aileyken yazın pikniğe giderler, kışın da sağlıklı uzun yürüyüşler yaparlardı. Aidan da ailesinin, sadece oturduğu mahalleyi tanımakla yetinen çoğu Dublin’li gibi olmayışıyla övünürdü. Bir pazar, trenle güneye giderek Bray Head’e tırmanırlar, oradan komşu yöreyi, Wicklow’u seyrederlerdi. Başka bir pazar kuzeyde, deniz kenarındaki Rush, Lusk ve Skerries köylerine giderlerdi. Bunlar ufak, kendine özgü özellikleri olan kentlerdi, hepsi de sınıra giden yolun üstündeydi. Ailesinin İrlanda’nın diğer yüzünü görmesini sağlamak amacıyla bir günlük Belfast turları da hazırlamıştı. Hayatının en mutlu günleriydi bunlar… hem öğretmen hem baba; hem anlatıcı hem eğlendirici olduğu günler… Baba her şeyin yanıtını bilirdi: Carrickfergus Şatosu’na veya Ulster Folk Müzesi’ne giden otobüsün nereden kalktığını, trene binmeden önce en iyi patates kızartmasının nerede satıldığını, her şeyi… Trende bir kadının Grania ile Brigid’e her şeyi böylesine güzel anlatabilen bir babaları olduğu için ne kadar şanslı olduklarını söylediği günü hatırlıyordu. Kızları ciddi ciddi başlarını sallamışlardı. Nell de kulağına eğilmiş, “Besbelli kadın senden hoşlandı, ama havasını alır” demişti. Aidan o an kendini dört metre boyundaymış, dünyanın en önemli adamıymış gibi hissetmişti. Şimdi, pazar günleri evde onu gören kimse yoktu sanki. Geleneksel pazar öğle yemeği âdeti hiç olmamıştı. Başkaları gibi rozbif veya kuzu eti ya da tavuk ya da patates ve sebze yeme alışkanlıkları yoktu.

Onlar genellikle gezmeye gittikleri için pazar günlerini rahat bir gün gibi yaşarlardı. Aidan “Keşke pazarlara özgü bir odak noktamız olsaydı” diye düşünüyordu. Aslında o, hep kiliseye giderdi. Nell zaman zaman onunla gelir, arkasından ya kardeşlerinden biriyle ya da işte çalıştığı kızlarla buluşurdu. Tabii artık pazarları dükkânlar açık olduğu için gidilecek çok yer vardı. Kızlar hiç pazar ayinine gelmezlerdi. Bu konuyu onlarla tartışmak faydasızdı. On yedi yaşına geldiklerinde Aidan bu işten vazgeçmişti. Pazarları öğleye kadar uyurlar, sonra üstlerinde sabahlık, birer sandviç hazırlayıp hafta arası video kasetlere kaydettikleri filmleri seyrederler, saçlarını yıkarlar, giysilerini gözden geçirirler; arkadaşlarıyla, telefonda konuşurlar ya da eve kahve içmeye davet ederlerdi. İdare edilmesi gereken tatlı ve eksantrik biri gibi gördükleri annelerine aynı evi paylaştıkları başka bir kız gibi davranıyorlardı. Grania ve Brigid ev masraflarına yaptıkları çok kısıtlı katkıları sanki hakları yeniyormuş gibi isteksiz bir tavırla verirlerdi. Bunun dışında eve hiçbir yardımları yoktu. Aidan, onların eve biraz bisküvi, bir kutu dondurma veya bir şişe çamaşır yumuşatıcısı getirdiklerini hiç görmemişti. Yine de istemedikleri en ufak bir şey yapıldığında hemen karşı çıkmaktan çekinmezlerdi. Aidan, “Tony O’Brien, pazar günlerini nasıl geçirir” diye düşündü? Tony’nin kiliseye gitmediği kesindi.

Öğrenciler, “Pazarları ayine gider misiniz, efendim?” diye sorduklarında bunu açıkça belirtmişti. – Bazen giderim. Canım Tanrı’yla konuşmak istediğinde… demişti Tony O’Brien. Aidan bunu duymuştu. Bu sözleri pazarları kiliseye gitmemenin büyük günah olduğunu söyleyenlere karşı silah olarak kullanan öğrencilerden duymuştu. Nasıl da keyifle gülüyorlardı… “Çok akıllı” diye düşündü Aidan. Biraz fazla akıllı… Tanrı’nın varlığını inkâr etmiyor, aksine kendisini canı istediğinde Tanrı’yla konuşmak için onun evine uğrayacak kadar yakın bir arkadaşı olarak gösteriyordu. Bu davranış Tony O’Brien’a Tanrı’nın evinde çok samimi bir yer verirken Aidan Dunne’ı dışlayarak ona Tanrı’nın arkadaşı olmayan, sadece vakit dolduran biri görevini veriyordu. Al sana bir can sıkıcı olay daha! Tony O’Brien pazarları herhalde geç kalkıyordur… Günümüzde townhouse denilen, aslında apartman katı kadar ufak bir evde oturuyordu. Alt katta büyük bir oda ve mutfak, üst katta da bir yatak odası ve banyo olan evlerden. Kapısı tam sokak üstünde olanlardan. Onu sabah saatlerinde evinden genç kadınlarla çıkarken görenler vardı. Bir zamanlar böyle bir görüntü, müdür seçilmesini imkânsız kılmakla katmaz meslek hayatının sona ermesine neden olurdu. 1960’lı yıllarda evlilik dışı ilişkileri olan öğretmenler işten atılıyordu. “Bunu doğru bulduğumu söyleyemem” diyordu Aidan.

Zaten tüm öğretmenler bu karara karşı çıkmışlardı. “Ama yine de hayatında tek bir kadına bağlanmak istememiş bir adamın townhouse’unda arka arkaya değişik kadınlarla görünmesine rağmen hâlâ müdürlük için düşünülebilmesi… öğrencilere örnek olması gereken bir göreve getirilmesi… Bu da doğru değil” diyordu. Böylesine yağmurlu bir pazar günü, saat iki buçukta Tony O’Brien acaba ne yapıyordur? Belki bir öğretmenin evinde öğle yemeği yiyordur. Genelde evde öğle vakti bir şeyler bulunmadığı için Aidan onu hiç davet edememişti. Üstelik beş yıldır karşı olduğunu uluorta ilan ettiği bir adamı neden yemeğe çağırdığım herkes merak ederdi. Belki şu anda bir akşam önce eve getirdiği bir kadınla birlikteydi. Tony O’Brien üç kapı ötede evlere servis yapan harika bir Çin lokantası olduğu için Çin halkına sonsuza dek minnettar olacağını söylerdi. “Limonlu tavuk, susamlı ekmek ve acı biberli karides ile bir şişe Avustralya Chardonnay şarabı ve pazar gazeteleri kadar güzel bir şey olamaz” derdi. O yaşta, dede olacak yaşta bir erkeğin pazar gününü genç kızları eğlendirerek ve Çin yemeği yiyerek geçirmesini düşünebiliyor musunuz? Ama iyi düşünün, neden olmasın? Aidan Dunne haksızlık yapmaktan hoşlanmazdı. İnsanların bu konularda seçme hakkı olduğuna inanıyordu. Tony O’Brien o kadınları evine saçlarından sürükleyerek getirmiyordu ki… Aidan gibi evlenmesini kendisinden gittikçe uzaklaşan iki kız çocuğuna sahip olmasını emreden bir yasa mı vardı? Sonra ikiyüzlü davranmaması, yaşam biçimini saklamaya kalkışmaması da adamın olumlu bir yanı değil miydi? Her şey ne kadar değişmişti. Sanki birileri Aidan’a sormadan olabilirler ile olamazlar arasındaki sınırın yerini değiştirmişti. Peki Tony günün geri kalanını nasıl geçirecekti acaba? Tüm öğleden sonrayı yatakta geçirecek halleri yoktu ya… Belki yürüyüşe çıkardı veya kız evine döner o da müzik dinlerdi. Sık sık CD’lerinden söz ettiğine göre… Lotodan 350 pound kazandığında okula ilaveler yapmakta olan marangoza peşin para vererek 500 CD’lik bir raf ısmarlamıştı. Bunu duyanlar ne kadar etkilenmişlerdi.

Aidan da içinde bir kıskançlık duymuştu. İnsanın o kadar CD alacak parası nasıl olur? Tony O’Brien’ın haftada bir tane CD aldığını biliyordu. İnsan o kadar CD’yi dinleyecek zamanı nasıl bulur? Tony CD’leri dinledikten sonra yakındaki bir “pub”da arkadaşlarıyla buluşur sonra ya altyazılı yabancı bir filme veya caz dinlemek için bir gece kulübüne giderdi. Belki üstünlük sağlamasının asıl nedeni böylesine çok gezmesiydi… Aidan’ın pazarları kimseyi gıpta ettirecek türden olmadığına göre… Aidan’a üstünlüğünün en önemli yönü bu olmalıydı. Pazar ayininden dönünce evdekilere “Jambonlu yumurta isteyen var mı” diye sormuştu. Kızları iğrenirmişçesine, koro halinde, “Aman Tanrım! Ne diyorsun Baba? Sakın ha!” diye bağırırlar, veya “N’olur bir daha sözünü bile etme. Hem kendine pişireceksen lütfen mutfak kapısını kapatmayı unutma” derlerdi. Nell evdeyse, okuduğu kitaptan gözlerini zar zor ayırarak, “Neden?” diye sorardı. Her ne kadar ses tonuna düşmanca demek zorsa da çok şaşırdığını, bundan saçma hiçbir şey duymadığını belirtmekten kaçınmayan bir tonda konuşurdu. Nell’e kalırsa saat üç civarında salatan bir sandviç yapardı. Aidan büyük bir özlemle annesinin hazırladığı sofraları anımsardı. Hafta içinde gelişen olayların değerlendirildiği, izin almadan kimsenin sofradan kalkmaya hakkı olmadığı o öğle yemeklerini. Bütün bu gelenekleri yıkan kendisi değil miydi? Kızlarının, hatta eşinin bağımsız, hür bireyler olarak gelişmeleri için tek boş günlerinde Dublin yöresine, hatta komşu yörelere tanıtım gezintileri düzenleyen başkası mıydı? O çabalarının sonucunda, mutsuz, yerini bulamamış, herkesin yemeğim mikrodalga fırında ısıttığı mutfaktan, televizyonda hiç istemediği bir programın seyredildiği oturma odasına, oradan da karısıyla sevişmeyeli uyumanın dışında bakmak bile istemediği yatağın bulunduğu yatak odasına gidip geliyor, yolunu kaybetmiş bir hayalet gibi geziyordu. Tabii bir de yemek odası vardı. Evi satın aldıkları günden beri pek az kullandıkları o ağır siyah ahşap eşyalarla dolu oda… Yemeğe misafir çağıran insanlar olsalardı fazlasıyla küçük ve dar gelecek o oda.

Nell, son zamanlarda Aidan’a orasını çalışma odası haline getirmesini önermişti. Aidan ise buna karşı koymuştu. Okuldaki odasının bir benzerini evde yaparak evin reisi kimliğini tümüyle kaybetmekten çekiniyordu. Baba ve aile reisi olarak ev halkının rızkını temin eden, dünyanın odak noktasında olan kimliği iyice yok olur diye korkuyordu. Ayrıca yeni odasına fazlasıyla alışmaktan, zamanla uyumak için bile çıkmak istememekten çekiniyordu. Aşağıda da bir tuvalet olduğuna göre… Yukarı katı rahat etmeleri için üç kadına bırakması pekâlâ mümkündü. Oysa hiçbir zaman buna razı olmamalıydı. Mountainview Koleji’nin yeni müdürünü seçecek olan Yönetim Kurulu üyelerinin akıllarında canlı kalmak için nasıl çaba gösteriyorsa ailesi içindeki yerini de korumaya gayret etmeliydi. Annesi hiçbir zaman okulun adının neden Saint bilmem ne olmadığını anlamamıştı. Tüm okullar Saint bir şey değil miydi? Her şeyin değiştiğini, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını annesine anlatmak zordu. Ancak annesine durmadan Yönetim Kurulu’nda bir rahip ve bir rahibenin bulunduğunu tekrarlıyordu. Tüm kararları o ikisi vermese bile varlıkları İrlanda Millî Eğitim Bakanlığı’nın yıllardır dine verdiği önem konusunda fikir veriyordu. Bunu duyan annesi küçümseyen bir edayla burnunu çekmişti. “Din adamları Tanrı’nın buyurduğu gibi yönetimin özünü oluşturacaklarına o kurulda bulunmakla yetinecek hale geldilerse vay halimize” diyordu… Aidan din adamlarının ne kadar azaldığını anlatmaya çalışmıştı. Ama boşuna… Oysa öğretmenlik yapacak yeterince din adamı bulmak ortaokullarda bile zorlaşmıştı.

Artık sayıları yetersizdi. Annesiyle bu konuyu tartıştığını duyan Nell bir keresinde boşuna nefes tükettiğini söylemişti. “Din adamlarının okulu yönettiğini söyle, Aidan. Hayatın kolaylaşır. Üstelik bir bakıma hâlâ onların yönettiği doğru. İnsanlar onlardan korkuyor.” Nell’in böyle konuşması onu hep sinirlendirirdi. Nell’in Katolik Kilisesi’nin gücünden korkacak bir nedeni yoktu tabii. İşine geldiğinde kiliseye ve ayinlere gidiyordu. Günah çıkartmak veya papanın öğretilerine uymak gibi şeylerden çoktan vazgeçmişti. Öyle ise dini omuzlarına çöken ağır bir yük gibi göstermesine ne gerek vardı? Ancak bu konuda tartışmaya girmedi Aidan. Birçok konuda olduğu gibi sakin ve kabullenmiş görünüyordu. Nell’in annesiyle uğraşacak vakti yoktu, ona düşman değildi, ama ilgi duyduğu da söylenemezdi. Annesi ne zaman evlerine yemeğe çağrılacağını merak ettiğinde Aidan da yaşamlarının henüz yerli yerine oturmadığım her şey hallolunca yemeğe çağrılacağını söylerdi… Yirmi yıldır söylediği bu sözler artık geçerliğim yitirmişti. Suçu Nell’e yüklemek de haksızlık olurdu.

O da kendi annesini yemeğe çağırmıyordu ki… Aidan’ın annesi otellerde verdikleri kutlama yemeklerine hep çağrılırdı. Tabii ki ev ile otel farklı şeylerdi. Kutlanmaya değer bir şey olmayalı o kadar uzun bir zaman geçmişti ki… Müdür seçilme ümidi dışında tabii… Tony O’Brien, öğretmenler odasında, “Nasıl, iyi bir hafta sonu geçirdin mi?” diye sordu. Aidan şaşkınlıkla yüzüne baktı. Ona böyle bir soru sorulmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki… “Sakin bir hafta sonu, bilirsin ya…” dedi. – Fena mı, ne kadar şanslısın. Bense dün akşam bir partideydim, o yüzden hâlâ akşamdan kalmayım. Neyse içimi sulayacak biraya kavuşmama sadece iki buçuk saat kaldı, dedi Tony inler gibi. – Ne olağanüstü bir insansın… Enerjinden söz ediyorum. Aidan sesindeki eleştirinin ve acılığın sezilmediğini umuyordu. – Hiç değil. Tüm bunlar için fazla yaşlıyım aslında, ama benim sizler gibi teselli bulacağım bir karım, bir ailem yok. Tony’nin gülüşü sıcaktı. “Adamı tanımasan, yaşamım bilmesen gerçekten bizlerin yaşamına özlem duyduğunu düşünürsün” dedi kendi kendine Aidan… Annesinin adının ya Saint Kevin ya da -daha da çok- Saint Anthony olmasını istediği Mountainview Koleji’nin koridorlarında yan yana yürüyorlardı. Saint Anthony kayıpları bulan azizdi.

Annesi yaşlandıkça ona daha sık başvurur olmuştu. Anthony’den günde en az yirmi kez gözlüklerini bulmasını isterdi. İnsanlar böyle bir azize en azından bölge okulunun adını verebilirlerdi, değil mi? Yine de oğlu müdür olursa, belki… Umut içinde bekliyordu. Öğrenciler yanlarından koşarak geçiyordu. Kimi bir ağızdan “Günaydın” diyor, kimi de asık suratla başım çeviriyordu. Aidan Dunne hepsini tanıyordu. Her birinin anne ve babalarını da tanıyordu. Birçoğunun ağabey ve ablalarım hatırlıyordu. Tony O’Brien ise çoğunun kim olduğunu bilmiyordu. Buna haksızlık denmez de ne denirdi? Tony O’Brien aniden, “Dün akşam seni tanıyan biriyle karşılaştım” dedi. – Bir partide mi, inanmam, dedi Aidan gülümseyerek. – Yok, kesinlikle tanıyordu. Kadına bu okulda görevli olduğumu söyleyince seni tanıyıp tanımadığımı sordu. – Kimdi? dedi Aidan. Elinde olmadan meraklanmıştı.

– Adını öğrenemedim. Hoş bir kadındı. – Eski bir öğrencimdir herhalde. – Hayır, değil. Öyle olsa beni de tanırdı. – Tam bir muamma, dedi Aidan, beşinci sınıflara giren Tony’nin arkasından bakarak. Sınıfa aniden çöken sessizliğin bir açıklaması yoktu. Neden öğrenciler Tony’ye karşı böylesine saygı besliyordu? Konuşurken yakalanmaktan veya yanlış bir şey yapmaktan neden bu kadar korkuyorlardı? Tony O’Brien adlarım bile hatırlamazken! Çalışmalarına zar zor not verir, sınav sonuçları için hiç kendim yormazken. Aslında öğrencilerine fazla önem vermeyen biriydi. Yine de onun onayını almaya önem veriyordu çocuklar. Aidan bunu anlamakta güçlük çekiyordu. On altı yaşındaki kız ve erkeklerin bu davranışını çözemiyordu. Kadınların kötü davranan erkeklerden hoşlandıklarını hep duyar insan. Nell’in Tony O’Brien’la hiç karşılaşmamış olmasına seviniyordu. Bu düşüncenin hemen arkasından Aidan’ın beyninde başka bir kıvılcım çaktı.

Nell’in çok önce onu terk ettiğini söyleyen bir kıvılcım… Aidan Dunne, dördüncü sınıflara girdi. Sınıfta sessizliğin sağlanması için üç dakika kapıda hareketsiz beklemesi gerekti. Eski müdür Bay Walsh’in koridordan geçtiğini görür gibi oldu. Belki de hayal görüyordu. Sınıfı taşkınlık yaptığında insan hep müdürün geçtiğini sanmaz mı? Tanıdığı bütün öğretmenler aynı şeyi hissettiklerini söylerlerdi. Aidan bu kaygısının önemsiz olduğunu biliyordu. Dördüncü sınıflar biraz gürültü etseler bile müdür bunu önemsemeyecek kadar onu beğenirdi. Aidan, Mountainview Koleji’nin en sorumlu öğretmeniydi. Bunu herkes kabul ediyordu. Bay Walsh, Aidan’ı o öğleden sonra müdür odasına çağırdı. Bir an önce emekliye ayrılmak için sabırsızlanıyordu. Bu kez gündelik konuşmalara zaman yoktu. – Senin ve benim birçok konuya bakışımız benzeşir, Aidan. – Umarım öyledir, Bay Walsh. – Evet, dünyaya bakışımız aynıdır.

Ama ne yazık ki bu yeterli değil. – Tam olarak ne demek istediğinizi anlamıyorum? Aidan doğru söylüyordu. Yoksa felsefî bir konuşma mı yapıyorlardı? Ya da bir uyan mıydı? Bir kınama olabilir miydi? – Yöntemden söz ediyorum… Yönetim biçiminden. Müdürün oy hakkı yok. Toplantıda haremağası gibi oturmaktan başka bir işe yaramıyor. – Oy hakkı mı dediniz? Aidan konunun hangi yöne gittiğini anlıyordu, ama anlamıyormuş gibi konuşmaya karar vermişti. Aslında yanlış hesap yapmıştı. Müdürü sinirlendirmekten başka bir işe yaramayan bir davranıştı seçtiği… “Haydi, dostum. Neden söz ettiğimi gayet iyi anladın. Görevden… atamadan söz ediyorum, dostum.” – Ah, evet. Aidan kendini aptal durumuna düşürdüğünü anladı. – Ben Yönetim Kurulu’nun oy hakkı olmayan bir üyesiyim. Fikrimi söylemem yasak. Benim fikrim sorulacak olsaydı eylül ayında bu koltukta sen oturacaktın.

Ama yine de “Dördüncü sınıftaki o haytalara dur demesini öğren” derdim. Ben değer ölçüleri uygun ve yerinde, okul için en doğru kararları verecek insanın sen olduğuna inanıyorum. – Teşekkür ederim, Bay Walsh. Bunları duymak beni mutlu ediyor. – Bu saçmalıkları söyleyeceğine beni dinle, dostum… Teşekkür edecek bir şey yok. Senin için yapabileceğim bir şey yok. Sana söylemeye çalıştığım da bu, Aidan. Yaşlı adam birinci sınıftaki geç öğrenen bir çocuğa bakıyor gibiydi. Zaman zaman Nell’in de böyle baktığını Aidan büyük bir üzüntüyle fark etti. Yirmi iki yaşında öğretmenlik yaptığı çocuklar şimdi yirmi altı yaşındaydı ama, o, ona yardım etmeye çalışan birine nasıl karşılık verilir bilmiyordu; onun yalnızca canım sıkıyordu. Müdür ona dikkatle bakıyordu. Aidan, Bay Walsh’in beyninden geçenleri okuyabildiğini sezdi. “Hadi, biraz toparlan bakalım. Böyle beyninden vurulmuş gibi durma… Yanılıyor olabilirim. Yanlış anlamış olabilirim.

Ben yarıştan çekilen yaşlı bir beygir gibiyim. Belki de bu açıklamaları olaylar beklediğin gibi gelişmezse hakkımda kötü düşünmemen için yapmışımdır.” Aidan, müdürün konuyu açtığına pişman olduğunu gördü. “Yok, yok. Size minnettarım. Kendi bakış açınızı anlattığınız için teşekkür ederim… Demek istiyorum ki…” Aidan’ın sesi gittikçe zayıflıyordu. – Dünyanın sonu geldi demek değil… yani bu göreve seçilmezsen demek istiyorum… – Tabii. Tabii değil. – Demek istiyorum ki sen bir aile reisisin. Ailen var. Hayatında bu boşluğu dolduracak o kadar çok şey var ki. Evde yoğun bir yaşamın var. Benim gibi yıllardır bu okulla evli değilsin sen… Bay Walsh yıllar önce eşini kaybetmişti. Bir oğlu vardı, o da çok ender ziyaretine gelirdi. – Tamamen haklısınız.

Tam dediğiniz gibi, dedi Aidan. – Ama? Yaşlı adam ilgiyle ve şefkatle baktı. Aidan yavaş yavaş konuşmaya başladı. “Haklısınız. Dünyanın sonu değil. Ama ben yine de… düşündüm ki… umdum ki… yeni bir başlangıç olur sandım. Yaşamıma yeni bir canlılık katar sandım. Fazla mesai yapmaktan kaçınacak değildim. Hiç kaçınmadım zaten. Burada hep uzun saatler kaldım. Biliyor musunuz, ben de bir bakıma sizin gibiyim, ben de sanki Mountainview’la evliyim.” – Biliyorum, dedi Bay Walsh usulca. – Yaptıklarım bana hiç zor gelmedi. Sınıfları seviyorum. Özellikle de geçiş yılını.

Onların düşüncelerini açmayı başardığımda, kendilerini ve iç dünyalarını anlatmalarına olanak verdiğimde, düşünmelerine imkân tanıdığımda… Diğerlerinin nefret ettiği veli toplantılarından bile hoşlanıyorum. Bütün çocukları teker teker tanıdığım için… ve… kısacası her şeyi seviyorum. Sevmediğim tek şey iyi bir görev almak için gereken manevraları yapmak ve etrafı dürtüklemek. Aidan birden sustu. Sesinin kırılmasından korkuyordu. Aslında yapmaya çalıştığı manevraların, etrafı itip kakmalarının işe yaramadığını fark etmişti. Bay Walsh suskundu. Dışardan saat dört sularında her okulda duyulan sesler geliyordu. Uzaktan bisiklet zilleri, çarpan kapılar, yola çıkan otobüslere binen çocuklar duyuluyordu. Birazdan ellerinde kova ve bezler, hademeler işe koyulacaklardı. Arkasından taşları parlatan cila makinesinin sesi… Ne kadar tanıdık, ne kadar güven verici seslerdi bunlar. Aidan, şimdiye kadar tüm bu seslerin ona ait olmasını beklemişti. Yenilgi dolu bir sesle, “Tony O’Brien mı?” diye sordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir