Mircea Eliade – Yoga Ölümsüzlük ve Özgürlük

Avrupa bilincinin Hindistan’ı keşfetmesi ve yorumlamasının tarihinden daha heyecan verici bir öykü yoktur. Sadece coğrafi, dilbilimsel ve edebi keşiflerden veya seferlerden ve kazılardan, kısacası Avrupa Hintbilimi’nin temellerini oluşturan olgulardan bahsetmiyorum, onlardan da önce, Hint dillerinin, mit ve felsefelerinin esrarının yavaş yavaş çözülmesiyle başlayan çeşitli kültürel maceralardan söz ediyorum. Rayınand Schwab güzel kitabı La Renaissance orientale’de (Payot, 1 948) bu türden pek çok kültürel serüveni betimlemiştir. Ama Hindistan’ın keşfi sürüyor ve bu sürecin sonuna gelindiğini söylemek zor. Çünkü yabancı bir kültürün çözümlenmesi, özellikle orada ne aranıyorsa, neyin keşfine hazırlanılmışsa onu açığa çıkarır. Hindistan’ın keşfi ancak Batı’nın yaratıcı güçleri onulmaz biçimde kuruyup tükendiğinde tamamlanacaktır. Tinsel değerler sözkonusu olduğunda, tüm vazgeçilmezliğine karşın filoloj inin katkısı, konunun tüm zenginliğini kapsamaz. Metinler doğru bir biçimde yayımlanmadığı, çeşitli Budist filolojiler oluşturulmadığı sürece Budizm’i anlamaya çalışmak kuşkusuz boşuna bir çaba olurdu. Yine de eleştirel yayımlara, çokdilli sözlüklere, tarihsel monografilere vb. sahip olunması, bu çok geniş ve karmaşık tinsel görüngünün hiçbir yanılgıya düşmeden anlaşılınasını garanti etmez. İnsan yabancı bir tinselliğe yaklaşırken, içinde bulunduğu kültürün ve tarihsel anın yönelimi, kendi doğal eğilimi aracılığıyla, önceden anlamaya hazır olduğu şeyleri anlar en başta. Herkesçe bilinen bu gerçek her duruma uygulanabilir. 19. yüzyıl boyunca “aşağı toplumlar” hakkında yaratılan imge, “vahşiler”e Auguste Comte, Darwin veya Herben Spencer’in ıs YOGA ideolojisiyle yaklaşmış birkaç mükemmel kaşif ve etnoloğun pozitivist, din ve metafizik karşıtı tavrından türemişti büyük ölçüde. Dört bir yanda “ilkeller”deki dinsel “fetişizm” ve “çocukluk” keşfediliyordu, çünkü başka bir şey göremiyorlardı.


“llkeller”in manevi ufkunun, simgelerinin yapısının, mitlerinin işlevinin, mistik anlayışlarının olgunluğunun anlaşılabilmesi için Avrupa metafizik düşüncesinin bu yüzyılın başında yaptığı atılıma, dinsel Rönesans’ın gerçekleşmesine, ruhsal derinlik psikolojisinin, şiirin, mikrofiziğin çok sayıdaki kazanımına ihtiyaç duyuldu. Hindistan örneğinde güçlükler daha da hatırı sayılır boyuttaydı. Bir yandan çalışma araçlarını sağlamlaştırmak, filolojiyi geliştirmek gerekiyordu; diğer yandan Hint tinselliğinin çeşitli boyutları arasından Avrupalı zihniyetin en kolay nüfuz edebileceği alanlar seçilmeliydi. Ama tahmin edilebileceği gibi, Avrupa kültürünün en acil kaygılarına yanıt veren alanlar en kolay nüfuz edilebilir alanlar olarak görüldü. Nasıl birkaç kuşak önce Alman romantizminin yeniden keşfettiği köken imgelerinin çekiciliği veya idealist felsefenin etkisiyle Hindistan’a gidilmişse, 19. yüzyıl ortasında da en büyük ilgiyi çeken, Sanskrit dilinin öğrenilmesini sağlayan karşılaştırmalı Hint-Ari filolojisi oldu. Geçen yüzyılın ikinci yarısında Hindistan, özellikle dağacı mitoloji ve bu mitolojinin Avrupa ile Amerika’da hakim kıldığı kültür anlayışına göre yorumlandı. Son olarak sosyolojinin ve kültürel antropolojinin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaptığı atılım yeni perspektifiere esin kaynağı oldu. Tüm bu deneyimler karşılığını buldu, çünkü öncelikle Avrupa kültürüne özgü sorunlara yanıt veriyorlardı. Batılı alimierin benimsediği farklı yaklaşımlar Hint tinselliğinin gerçek değerlerini her zaman ortaya çıkaramasa da faydalı oldu. Hindistan, Avrupa bilincinde yavaş yavaş varlığını ifade etmeye başlıyordu. Gerçi bu varlığın yansıması epey uzun süre sadece karşılaştırmalı gramer eserleri üzerinden oldu. 16 ÖN SÖZ Hindistan utangaç bir biçimde felsefe tarihlerinde boy göstermeye başlıyor, ancak günün modasına göre Alman idealizmi ile “mantık öncesi zihniyet” arasında bir yerlerde konumlandırılıyordu. Sosyolojiye duyulan ilgi her yerde öne çıkınca, kast sistemine ilişkin ciddi eleştiriler kaleme alındı.

Ama bütün bunların kaynağında modern Batr kültürünün ufku bulunmaktadır. Bir dilbilim yasasının veya toplumsal bir yapının açıklanmasını başat sorunlanndan biri olarak kabul eden bir kültürde, şu etimolojiyi çözümlernek veya şu toplumsal evrimi yansıtmak için Hindistan’ın ele alınması bir küçümsemeden çok saygı ve hayranlık işaretiydi. Gerçi yaklaşımları kendi içlerinde kötü değildi; sadece fazla özeidiler ve büyük, karmaşık bir tinsel yapının kapsamını ortaya çıkarma şansları epey sınırlıydı. Neyse ki yöntemler geliştirilebilir şeylerdir ve geçmişin bozgunları büsbütün kayıp sayılamaz; selefierin hatalarını yinelemernek çabucak öğrenildi. Hint-Avrupa mitolojisi incelemelerinin Max Müller’den bu yana kaydettiği ilerlemeyi değerlendirmek için, bir Georges Dumezil’in sadece karşılaştırmalı filolojiden değil, aynı zamanda sosyolojiden, din tarihinden ve etnolojiden nasıl yararlandığını ve böylece Hint-Avrupa mitsel düşüncesinin büyük kategorileri hakkında nasıl çok daha doğru ve verimli bir imge oluşturabildiğini düşünmek yeterlidir. Şu anda her şey bize Hint düşüncesi hakkında daha doğru bir bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu düşündürüyor. Hindistan artık tarihin akışına katılmıştır ve Avrupa bilinci -şöyle ya da böyle- tarihte kendine yer bulan halkların felsefelerini daha fazla ciddiye almak eğilimindedir. Diğer yandan özellikle son felsefeciler kuşağından bu yana, Avrupa bilinci kendini giderek zamansallık ve tarihsellik sorunlarına gönderme yaparak tanımlamaya yönelmiştir. Yüzyılı aşkın bir süre Avrupa’nın bilimsel ve felsefi çabalannın büyük kısmı, insanı “koşullandıran” etkenlerin çözümlenmesine harcandı. Insanın fizyolojisi, kalıtımsallığı, 17 YOGA toplumsal çevresi, ait olduğu kültürel ideoloji, bilinçaltı ve özellikle de tarih, yani içinde yaşadığı tarihsel an ve kişisel tarihi tarafından ne kadar ve hangi noktaya dek koşullandığı gösterilebildi. Batı düşüncesinin bu son keşfi, yani insanın esasen zamansal ve tarihsel, sadece tarihin yarattığı bir varlık olduğu -ve başka türlü olamayacağı- Avrupa felsefesine hala egemendir. Hatta bazı felsefi akımlar bu durumdan hareketle, insana sunulan en saygın ve geçerli görevin bu zamansallığı ve tarihselliği açıkça ve tam olarak özümsemek olduğu sonucuna varırlar. Başka her türlü tercih, gerçekdışına ve soyuta bir kaçış anlamına gelecek, tarihe ihaneti gözünün yaşına bakmadan cezalandıran kısırlık ve ölümle sonuçlanacaktır. Bu savları tartışmak bize düşmez. Yine de günümüzde Batı zihniye- , tini böylesine heyecanıandıran sorunların onu aynı zamanda Hint tinselliğini daha iyi anlamaya hazırladığını, bunun da ötesinde kendi felsefi çalışmasında bin yıllık Hint deneyimini kullanmaya teşvik ettiğini belirtelim.

Şöyle açıklayabiliriz: En son Avrupa felsefesinin konusu, insanlık durumu ve özellikle de insan denen varlığın zamansallığıdır; tüm diğer “koşullanmalar”ı mümkün kılan ve son tahlilde insanı “koşullarca belirlenen bir varlık” ele avuca gelmez, belirsiz ve sınırsız bir “koşullar” dizisi haline getiren de zamansallıktır. Ama insanın “koşullanması” (ve bunun Batı’da ihmal edilen mantıksal getirisi olan “koşullanmalardan kurtulma”), Hint düşüncesinin merkezi sorununu oluşturur. Hindistan, Upanişadlardan beri, ciddi olarak sadece tek büyük sorunla uğraşmıştır: insanlık durumunun yapısı (pek de haksız sayılamayacak bir biçimde tüm Hint felsefesinin “varoluşçu” olageldiğinin söylenınesi bundandır). Demek ki şunları öğrenmek Avrupa’nın çıkarınadır: 1) lnsan denen varlığın muhtelif “koşullanmaları” hakkında Hindistan’ın ne düşündüğü; 2) İnsanın zamansallığı ve tarihselliği sorununa Hindistan’ın nasıl yaklaştığı; 3) Her türlü “koşullanma”nın rahmi olan zamansallığın ıs ÖN SÖZ bilincine varmamn kaçınılmaz olarak yol açtığı bunaltı ve umutsuzluğa nasıl bir çözüm bulduğu. Hindistan, başka yerlerde eşine rastlanmayan bir titizlikle insanoğlunun çeşitli koşullanınalarmı çözümlemekle uğraşmıştır. Hemen ekleyelim: Bunu, insanın tam, doğru ve tutarlı bir açıklamasma erişmek için (örneğin 19. yüzyıl Avrupa’sında insanın, kalıtsal ve tarihsel koşullanmalarıyla açıklanabileceğinin samlması gibi) değil, insanın koşullanmış bölgelerinin nereye kadar uzandığmı bilmek ve bu koşullanmaların ötesinde başka bir şeyin var olup olmadığını görmek için yapmıştır. İşte bu nedenle Hintli bilgeler ve çileciler, analitik psikolojiden çok önce bilinçaltının karanlık bölgelerini keşfe yönelmişti. Fizyolojik, toplumsal, kültürel, dinsel koşullanmaların sınırlarının görece daha kolay belirlendiğini ve dolayısıyla denedendiğini saptamışlardı; çileci ve tefekküre dayanan bir yaşamın asıl büyük zorlukları, bilinçaltı faaliyetinden, saJ?1.skara ve vasanaiardan, yani analitik psikolojinin bilinçaltı içerikler ve yapılar adim verdiği “içe işlemeler”den, “kalmtılar”dan, “gizli eğilimler”den kaynaklanıyordu. Zaten asıl değerli olan şey, bazı modern psikolojik tekniklerin pragmatik bir biçimde böyle vaktinden çok evvel gündeme getirilmiş olmasından çok, bu tekniklerin insanın “koşullanmalardan kurtanlması” amacıyla kullamlmasıdır. Çünkü “koşullandırma” sistemlerinin bilinmesi Hindistan açısından kendi içinde bir amaç olamazdı. Önemli olan onları bilmek değil, onlara hakim almaktı; bilinçaltı içerikler üzerinde onları “yakmak” için çalışılıyordu. Yoga’nm bu şaşırtıcı sonuçlara varmak için hangi yöntemleri kullandığım göreceğiz. Zaten Avrupalı psikolog ve filozofları asıl ilgilendiren de bu sonuçlardır.

Yanlış aniaşılmak istemeyiz. Avrupalı alimleri Yoga yapmaya davet etmek (üstelik bazı amatörlerin sandığı kadar kolay değildir bu) veya çeşitli Avrupa disiplinlerine yoga yöntemlerini uygulamayı veya yoga ideolojisini benimserneyi önermek gibi bir niyetimiz katiyen yok. Fark19 YOGA lı bir bakış açısı bize çok daha verimli görünüyor. O da, psyche’nin [Ruh] keşfine yönelik bu tür yöntemlerle elde edilen sonuçların olabildiğince dikkatle incelenmesidir. Bu yöntemler Batılı araştırmacıların önüne, insan davranışına ilişkin, hatırlanamayacak kadar eskiye giden genel bir deneyimler bütünü koyuyor. Bundan yararlanmamak en hafif deyimle basiretsizlik olur. Yukarıda da söylediğimiz gibi, insanlık durumu meselesi -yani insanoğlunun zamansallığı ve tarihselliği- Avrupa düşüncesinin de odak noktasındadır ve aynı sorun Hint felsefesini de baştan beri mütemadiyen meşgul etmiştir. Gerçi orada bugün Batı’da kullanıldıkları anlamda “tarih” ve “tarihsellik” terimlerine rastlanmaz ve “zamansallık” terimine de çok az rastlanır. Zaten “tarih” ve “tarihsellik” terimlerine bu anlamlarıyla rastlamak mümkün değildi. Ama asıl önemli olan felsefi terminolojideki özdeşlik değildir; sorunların benzeştirilebilmesi yeterlidir. Hint düşüncesinin maya kavramına hatırı sayılır bir önem verdiği uzun süredir bilinmektedir. Bu terim haklı olarak “yanılsama, kozmik yanılsama, serap, büyü, oluşum, gerçekdışılık vb.” diye çevrilmiştir. Ama daha yakından incelendiğinde mayanın Varlığın parçası olmadığı, “oluşum” ve “zamansallık” içerdiği için bir “yanılsama” olduğu fark edilir. Kuşkusuz kozmik, ama aynı zamanda da tarihsel bir oluşumdur burada sözkonusu olan.

Demek ki Hindistan, yanılsama, zamansallık ve insan ıstırabı arasındaki ilişkiden herhalde habersiz değildi; Hint bilgeleri bu ıstırabı genellikle kozmik terimlerle ifade etmiş olsalar da, eserleri hak ettikleri dikkatle okununca insan ıstırabını özellikle zamansallık yapıları tarafından koşullandırılmış bir “oluşum” olarak düşündükleri anlaşılmaktadır. Başka bir yerde değindiğimiz1 bu soruna tekrar dönme Krş. “Symbolisme religieux et arıgoisse” L’Angoisse du temps present et les devoirs de i’ esprit içinde, toplu eser, Rencomres lnternationales de Geneve, 1953. 20 ÖNSOZ fırsatını bulacağız. Modern Batı felsefesinin “durum içerisinde olmak”, “zamansallık ve tarihsellik tarafından oluşturulmak” adını verdiğiolgunun Hint düşüncesindeki karşılığı, “maya içinde varoluş”tur. Bu iki felsefi ufku -Hint’in ve Batı’nın ufkunu- benzeştirebilirsek, Hindistan’ın maya hakkında düşündüğü her şey bizim için de belli bir güncellik kazanır. Örneğin Bhagavad Gita okunurken bunun farkına varılır, orada insan varoluşu aşina olduğumuz bir dille çözümlenir. Maya sadece kozmik yanılsama değil, aynı zamanda ve asıl önemlisi tarihselliktir; sadece ezelilebedi kozmik oluşum içinde varoluş değil, aynı zamanda ve asıl önemlisi zaman ve tarih içinde varoluştur. Bhagavad Gita’ya göre sorun, Hıristiyanlık için de bir ölçüde sözkonusu olduğu gibi, şu şekilde gündeme gelmektedir: İnsanın bir yandan zaman içinde bulunması, tarihe bağlı olması ve diğer yandan da zamansallığın ve tarihselliğin her şeyini tüketmesine izin verirse “lanetleneceğini” bilmesi, dolayısıyla dünyada kendisini tarih ötesine ve zamanın dışına taşıyacak bir yolu ne pahasına olursa olsun bulmak zorunda olması. Bu iki boyutlu olgunun yarattığı çelişkili durum nasıl çözülebilir? Daha ileride Bhagavad Gitii’nın önerdiği çözümlerin tartışmasına gireceğiz ama tüm çözümlerin çeşitli Yoga uygulamalarını temsil ettiğini şimdiden belirtelim. Demek ki burada da karşımıza yine Yoga çıkıyor. Nitekim Batı felsefesini ilgilendiren üçüncü soruya (zamansallığımızı ve tarihselliğimizi keşfedişimizin yol açtığı endişeye karşı Hindistan’ın hangi çözümü önerdiği, zaman ve tarih tarafından tüketilmeden yaşamayı sağlayacak yolların neler olduğu sorusuna) Hint düşüncesinin getirdiği cevaplar, belli bir Yoga bilgisini az çok doğrudan bir biçimde içermektedir. Dolayısıyla bu soruna aşina olmanın Avrupalı araştırmacılar ve filozoflar açısından ne denli önemli olduğu ortadadır. Yindernek gerekirse, Hindistan’ın önerdiği çözümlerden birini olduğu gibi kabul etmek değildir sözkonusu olan. Bir manevi değeri yeni marka bir otomobil alır 2l YOGA gibi edinemezsiniz.

Ne felsefi bir bağdaştırmacılık, ne “Hintlileşme” ne de Teozofi Cemiyeri’nin başlattığı ve sayısız çağdaş çarpık biçimi altında sürüp daha da vehamet kazanan o berbat “manevi” melezleşme sözkonusudur. Sorun daha ciddidir: Evrensel tinsellik tarihinin en ön safmdaki yerlerden birini işgal etmiş bir düşünceyi bilmek ve anlamak önemlidir. Onu şu anda öğrenmek ayrıca önem taşımaktadır; çünkü bir yandan tarihin gidişatı her türlü kültürel taşracılığı aştığı için şu andan itibaren bizler -Batılılar ve Batılı olmayanlar- evrensel tarih çerçevesinde düşünmek ve evrensel manevi değerleri biçimlendirmek zorundayız. Diğer yandan insanın dünyadaki durumu sorunu Avrupa felsefi bilincine şu anda egemen olmuştur ve bir kez daha yineleyecek olursak, bu sorun Hint düşüncesinin odak noktasında yer almaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir