Bir zamanlar Anna Seghers (1900-1983) ile Georg Lukâcs (1885-1971) arasında padak veren “gerçekçilik tartışması”nm odak noktasını, 20. yüzyılda sanatın gerçekliğini bir bütün olarak yansıtma olanağının hâlâ bulunup bulunmadığı sorusu oluşturuyordu. Lukâcs, bu soruyu olumlu yanıtlarken, Seghers artık “parçalanmamış gerçeklik” diye bir şeyin kalmadığı, bu nedenle herhangi bir gerçekliği yeniden üretme peşindeki sanatın tek yapabileceğinin, parçalanmışlığı açık biçimde sergileyecek parçaları seçebilme ustalığını göstermesi olabileceği görüşündeydi. Seghers’in bu görüşü, iki dünya savaşının ve büyük soykırımın ardından, hangi alanda olursa olsun, gerçekliklerden artık eski kesinliklerin ölçütleri doğrultusunda söz edilemeyeceği inancından kaynaklanıyordu. Sözü edilen savaşların ve soykırımın etkileri sadece bu olaylar sırasında değil, fakat aradan on yıllar geçtikten sonra da varlığını korumuş, kimi sanatçılar ve yazarlar, savaştan yıllar sonra yaşamlarını, savaşın yol açtığı yıkımların üstesinden gelemedikleri için, kendi elleriyle noktalamışlardır. AvusturyalI şair Georg Trakl (1887- 1914), içine zaten hiç girmediğini, doğmadığını varsaydığı bir yaşama Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başında, bir askeri hastanede son vermiş, Stefan Zweig (1881-1942) XI ise ikinci büyük savaşın ortalarında, sığındığı Brezilya’da güvenlik içerisindeyken ve bir devlet konuğu gibi ağırlanırken, savaştan sonraki olası dünyada artık yapabileceği bir şey kalmadığı, kalırsa bile artık gücünü yitirdiği inancıyla intiharı seçmiştir. Buna karşılık yine Orta Avrupalı bir yazar olan Jean Amery (1912-1978), ölüm kamplarında bile sağ kalabilmişken, savaştan yıllar sonra “üstesinden gelemediği bir geçmişin” etkisiyle yaşamaktan vazgeçmiştir. İlk gençlik yıllarının, Nazi askerlerinin, doğduğu kent olan Klagenfurt’a girdiklerini gördüğü an yıkılıp gittiğini söyleyen Ingeborg Bachmann, yine savaştan yıllar sonra Rom a’da, intihar olasılığının çok ağır bastığı bir ölümle yaşam sahnesinden ayrılırken, çalışma kamplarından ve gettolardan sonra sağ kalmayı başarabilmiş şairlerden Paul Celan (1920-1970), İkinci Dünya Savaşı’ndan çeyrek yüzyıl sonra, 1970 Mayıs’mda, Paris’te, kendini Seine Nehri’ne atarak yaşamını noktalamıştır. Aradan geçen yıllar boyunca gerek Orta Avrupa’da, gerekse dünyanın başka bölgelerinde yaşanan deneyimler, kimi çevrelerce genellikle “karamsar” yazarlar ve şairler diye nitelendirilen bütün bu adların yaşam karşısındaki tutumlarını karamsar olmaktan çıkarıp, korkutucu bir gerçekçiliğe dönüştürmüştür. Son olarak 2 0 0 0 ’li yılların eşiğinde Bosna-Hersek’te yaşananlar, iki büyük savaşın ve dev boyutlardaki bir soykırımın ardından insanlığın insanlığını yeniden bulabilmesinin çok zor olduğunu söyleyip, sanatın herhangi bir şeyi kurtarabileceğini de artık kuşkuyla karşılamaya başlamış olan bu yazarları ve şairleri ne yazık ki bütünüyle haklı çıkarmış, gerçekliğin Seghers’in vurguladığı parçalanmışlığı, 20. yüzyılı tamamlarken karşımızda artık insanlığın ve insanı insan kılan bütün değerlerin parçalanmışlığı biçiminde belirginleşmiştir. XU Parçalanmışlık olgusu, gerçekte 20. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle Orta Avrupa’nın yaşadığı siyasal parçalanmanın sanata yansımasından ve sanat düzleminde bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmasından başka bir şey değildir. 20. yüzyılın başına kadar hemen bütün Orta Avrupa halklarını çatısı altında tutan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküş belirtilerini daha 1870’lerde sergilemeye başlaması, aynı dönemlerde ulusçuluk akımlarının, merkezi otoritelerin zayıflaması nedeniyle, ırkçılığın da çanlarını çalmaya koyulması, 1914’te Avrupa devletlerinin Birinci Dünya Savaşı’na başlangıçta birkaç haftada, en çok birkaç ayda bitecek, neredeyse neşeli bir serüven gözüyle bakmaları ve bu konuda kimi aydınların uyarılarına kulak asmamaları, bütün bunlar daha sonra, yazımın girişinde sözünü ettiğim parçalanmışlığı ve insandan uzaklaşmayı doruğa çıkaracak olan İkinci Dünya Savaşı’nın temellerini attı. Yazarlar arasında, bu tehlikeli belirtilere daha ilk dünya savaşından önce dikkati çekmek için yükselen sesler eksik değildi. Bunlardan biri olan Thomas M ann (1875-1955) -k i, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden yanaydı- 1907 yılında, Yahudilerle ilgili bir soruşturmaya verdiği yanıtta şöyle demektedir: Ben, Yahudi değilim; ama herhangi bir ırkçılık şovenizminden yana çıkmaya ne hakkım, ne de isteğim var… Kesin inancım şu ki, Siyonistlerin düşledikleri bir Avrupa’dan büyük göç hareketi, Avrupamızın başına gelebilecek en büyük felaket olur. Adına Yahudilik denen ve Avrupa kültürünün onsuz olunamayacak bir itici gücünü oluşturan bir faktörün bugün hâlâ ve üstelik bu faktörü onca gereksinen Almanya’da düşmanca, karşı çıkıcı bir tutumla tartışma konusu yapılması, bana böyle bir tartışmaya tek bir sözcükle bile katkıda bulunmamı olanaksız kılacak kadar kaba ve zevksiz geliyor… ”1 1 Thomas Mann, Essays, Früblingssturm 1893-1918, Hrsg. Hermann Kurzke/Stephan Stachorski, I. Cilt, Fischer Taschenbuch Verlag, xiii Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl intihar eden AvusturyalI şair Georg Trakl, çoğu kez son derece kişiselmiş izlenimi veren -çoğu kez de gerçekten öyle olan- kişisel çıkmazları çerçevesinde, bir çöküş döneminin bütün belirtilerini ancak hastalıklı ruhlara özgü bir duyarlılıkla algılamış ve dizeleriyle bu çöküşün gerek haberciliğini, gerekse tanıklığını çok güçlü biçimde yapmıştı.2 Örneğin şairin “Geceye Şarkı” adlı şiirinden alınma şu dizelerde, insanı yönünden, dahası varlık gerekçesinden yoksun kılan bir zamanın çizimleri çok açıktır: Bir nefesin gölgesinden doğma bizler Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler, Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine. Frankfurt am Main, 1993, s. 94. Burada sözü geçen soruşturma, Almanya’da Dr. Julius Moses tarafından düzenlenmiş ve aralarında Thomas Mann’dan başka, Maksim Gorki ve Rainer Maria Rilke’nin de bulunduğu önemli kişilere gönderilmişti. Soruşturmada üç öneri yer almaktaydı: 1. Yahudilerin vaftiz ve Yahudi olmayanlarla evlenmeleri yoluyla asimilasyonu; 2. bir ırk değil, fakat yalnızca belli bir dinsel inanca sahip olanlar kimliğiyle gelişmeleri ve 3. ya yaşadıkları ülkelerde kısmi özerklik ya da Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması yoluyla ulusal bağımsızlıklarına kavuşmaları. Soruşturmanın sonunda, katılanlara yanıtlamaları istenen şu dört soru soruluyordu: Size göre Yahudi sorununun özü nedir? Size göre Yahudi sorununun çözümü ne olmalıdır? Size göre Yahudi sorunu, bütün ülkelerin ortak bir sorunu mudur, yoksa değişik ülkelerde değişik çözümleri mi gereksinmektedir? Eğer değişik ülkeler için değişik çözümlerin gerektiğine inanıyorsanız, bu çözüm a) Almanya için, b) Rusya için ne olabilir? (Bkz. Thomas Mann, a.g.y., s. 338-339.) Görüldüğü gibi, ırkçılık bağlamında “zararsız”, hatta “iyi niyetli” denebilecek bir soruşturma, daha sonra Hitler tarafından ikinci sorunun “Yahudilerin yok edilmesi” diye yanıtlanmasıyla noktalanacaktır, (ç.n.) 2 Trakl’a ait alıntılar için bkz. Georg Trakl, Bütün Şiirlerinden Seçmeler, Çeviren: Ahmet Cemal, Kavram Yayınları, İstanbul, 1995. XIV Hedefi olmayan yolcularız bizler, Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan, Ya da ölümün soğuğunda üşüyen çiçekler, Yerimizden koparılmayı beklemekteyiz. Yine Trakl’m “Çingeneler” adlı şiiri ise, sanki gerek iki büyük dünya savaşında, gerekse sonraki savaşlarda yerlerinden yurtlarından koparılıp, ne ölçüde yaşam sayılabileceği bilinmeyen bir başka yaşama doğru gitmek zorunda bırakılan koyulmuşların sonrasız yazgısını anlatır: Özlemin korları var gece karanlığı bakışlarında Hiç bulamadıkları vatana duyulan özlemin korları. Öylece kapılmış gidiyorlar, derin esrarı yalnızca Sonsuz hüzünlerde yatan bir karayazgmm akışına. Bulutlar öncülük ediyorlar yollarına, Kimi zaman peşlerine bir kuş sürüsü takılıyor, Akşam vakti izleri kaybolana kadar Ve bazen de rüzgâr, bir veda çanını getiriyor. Yıldızların yalnızlığıyla örülüdür döşekleri, Bu yüzden şarkıları daha bir özlemle dalgalanmakta Hıçkırıklar, kaç kuşaktan miras lanetlerin ve acıların eseri, Öyle ki, hiçbir yıldızın umudu yüreklerini aydınlatamamakta. Şiiri noktalayan “Öyle ki, hiçbir yıldızın umudu yüreklerini aydınlatamamakta” dizesi, bir kez kitle kıyımlarının anaforuna kapılan insanoğlunun bütün umut kaynaklarım da yitireceğinin açık ifadesidir. Savaşın ancak birkaç ayını yaşayabilen Trakl, savaştan geriye nelerin kalacağmı “Üç Rüya” adlı şiirinin şu eşsiz XV dizelerinde geleceğin dünyasına bir yazgının kesinliğiyle anlatmıştır:

Paul Celan – Ellerin Zamanlarla Dolu
PDF Kitap İndir |