Walter Von Schoen – Gelibolu Cehennemi

Çanakkale ve İstanbul Boğazları, Avrupa’yı Asya kıtasından ayırır. Bu Boğazlarla deniz yolu Karadeniz’den Akdeniz’e gitmekte ve Avrupa’dan Ön Asya’ya uzanan kara yoluyla kesişmektedir. Şimdiye kadar kavimler tarihinde hemen hemen hiçbir zaman bu küçücük bölge bu kadar büyük bir rol oynamamış -dünyanın en mühim ulaşım yollarından olan Boğazlar- bu kadar hararetle arzulanmamış ve tartışılmamıştır. Kazılarda ortaya çıkartılan mevcut duvar katmanları ve istihkâmlar bölgenin kronolojisini milattan önce, 4.000’e kadar, yani taş devrine kadar getirmektedir. Surları, on yıl boyunca kuşatmada bulunan Yunanlılara mukavemet eden gururlu Truva burada bulunuyordu. M.Ö. 480’de yarı ilah sayılan kahraman Hera (Xerres) salların üzerine oluşturulan iki köprüyle buradan karşıya geçti. Büyük İskender de. M.Ö. 334’te savaşçılarıyla Asya yolunu ele geçirdi. İmparator Friedrich Barbarossa idaresindeki Haçlı şövalyelerinin 1190’da kutsal vatan (Kudüs) topraklarının kurtarılması için yürürken çıkan nal ve silah sesleri bu derin vadilerde yankılanmaktaydı. Burada Bizans İmparatorluğu’nun mükemmel metropolü olan Bizans ortaya çıktı, ihtişam ve zenginliğe ulaştı.


Daha sonra 1354’te Asya’dan Osmanlı denen vahşi ve savaşçı bir kavim geldi. Bütün Küçük Asya ona tabi kılındı, onları Viyana kapıları önlerine kadar götüren zafer yürüyüşünü Boğazlar bile durduramadı. Böylece Osmanlı, Boğazlar üzerinde hâkimiyet elde etti, yüzyıllar boyunca saldırılara karşı Boğazları mükemmel bir şekilde müdafaa etti ve bugün de Dünya Savaşı’nda verdiği büyük mücadeleden sonra buraları sağlam bir şekilde elinde tutmaktadır. Türkiye haklı olarak, büyük Petro’dan (Peter) beri yılmadan, usanmadan Konstantinopol’ün (İstanbul) ve Boğazların fethini kendine hedef edinen komşusu Rus İmparatorluğu’nu tarihî düşman olarak algılamaktaydı. Güney Rusya’nın devasa boyuttaki zengin bölgelerinden yapılacak ihracat tamamen deniz yoluna bağımlıydı. Ancak Rus ekonomisinin kısıtlanması manasına gelen, gemi trafiği için Boğaz yolunu kapamak, transit geçişi durdurmak her an Türkiye’nin isteğine kalmıştı. 1912 – 1913 Balkan Savaşları esnasında bu ulaşım damarlarının kapatılması gerçekleşti ve bu yüzden milyonlarca çuval (her biri 50 kg.) tahıl Rusya’nın Karadeniz limanlarında çürümeye terk edilmek zorunda kalındı. Rusya bu savaşlara katılmamasına rağmen çok fazla etkilendi bütün ithalatı durdu. Rusya’nın Dünya Savaşı’na müdahalesinin sebebi ittifak üyelerinin galibiyet ödülü olarak Rusya’ya İstanbul’u söz vermeleriydi. Lakin Rusya asla uzun süre bu galibiyet ödülünü bekleyemezdi, çünkü derhal serbest geçiş hakkına ihtiyaç duyuyordu. Savaş endüstrisi ne milyonluk bir ordunun ihtiyacına göre düzenlenmiş, ne de uzun süreli bir savaşa göre ayarlanmıştı. Devletlerarasındaki dostane bağlar, birleşik Rusya’nın savaş gücünü devam ettirebilmesi için bol miktarda mühimmat ve silaha sahipti. Fakat Rusya’nın Baltık Denizi limanları Alman filolarıyla kapatılmıştı, Beyaz Deniz’deki Arhangelsk Limanı sadece yaz aylarında buzsuzdu ve Vladivostok’un cepheyle irtibatı 10.500 km.

uzunluğunda tek hatlı Sibirya demiryolu vasıtasıyla oldukça yetersiz ve güvensizdi. Böylece Çanakkale Boğazı, savaşın başında, Rus ordusunun ikmali için en mühim, en kısa ve en güvenilir bir menzil olarak ön plana çıktı. Boğazlardan serbest geçiş Rusya için hayati bir önem taşıyordu Boğazlar tek başına dev heykelin (Osmanlı’nın) vaktinden önce yıkılmasını engelleyebilirdi. Buna karşın Konstantinopolis ve Boğazlar iddiası Türkiye için hayati ehemmiyet arz ediyordu. Esasen epeydir kifayetsiz olan savaş endüstrisi ve ülkenin bütün idaresi başkentte temerküz etmişti. Türkiye’nin bu üsler olmadan daha kapsamlı bir mukavemeti düşünülemezdi, böylece ülkenin çöküşü gecikiyordu. Türkiye bu savaşa yeteri kadar hazır değildi. Balkan Savaşlarının yarası henüz kapanmamıştı, mali durumlar bozulmuş, hemen hemen mühimmatsız ve savaş alet ve cihazlarından yoksun olan ordu bir çöküş durumuna gelmişti. Bundan da anlaşılacağı üzere bu hususta miyar kabul edilen hükümet çevrelerinin büyük bir kısmı kesin bir tarafsızlıktan yana tavır koymuştu. Bu tavır dostluğa dayalı bir diplomasiyi ve Amiral Limpus idaresindeki İngiliz deniz gücünün büyük desteğini beraberinde getirmişti.Fakat böyle bir tarafsızlık mümkün müydü? İngiltere’nin baskısı altındaki Türkiye’nin tarafsızlığı, gerçekte nakliye gemilerinin engelsiz bir şekilde Rusya’ya mühimmat temin etmek için Boğazlar yolunu kullanabilmesi anlamına geliyordu. Bu cebri ve tek yönlü tarafsızlığın neticesi olarak Bulgaristan ve Romanya derhal (dostluğa dayalı ilişkiler sebebiyle) silaha başvurmuş, ordularını Avusturya – Macaristan’a karşı harekete geçirmişti. Bunun engellenmesi gerekiyordu. Almanya, düşmanlarına Batı ve Doğu cepheleri arasında bir kalkan oluşturmak için Türkiye’yi müttefiki yapmak zorundaydı. Bu konuda, Türkiye’nin ittifak güçleriyle hangi kaderi paylaşacağını tam olarak bilen diğer Türk vatanseverleri de hesaba katılmalıydı.

Paris’teki Rus büyükelçisi Z(T)Wolski’nin tek bir telgrafı hükümetine ulaştığında, -ki bu telgraf bilahare müttefik güçlerin de eline ulaşmıştır (Almanya, Avusturya – Macaristan ve daha sonra da Bulgaristan), her Türk devlet adamının gözlerinin açılması gerekiyordu. Fransız hükümetinin görüşüne göre bu telgrafta, Türkiye’ye sunulan garanti teklifiyle, savaşın bitiminde Boğazlar Meselesi’nin Rusya’nın arzuladığı görüş doğrultusunda çözümünün engellenmediği belirtiliyordu. Bundan da mantıki olarak, daha sonra İngiltere ve Fransa’nın da Türkiye’nin silahsızlandırılmış birkaç bölgesini kendilerine mal edebilecekleri -ki bu bölgeler savaştan sonra Cemiyeti Akvam tarafından “manda bölgeleri” olarak tayin edilecek yerler olacağı- neticesi çıkmaktaydı. Kararlı Türk vatanperverleri için Türkiye’nin kaderinin tarafsızlar tarafından mühürlendiği ve müttefiklerin içinde bulundukları savaşta, yaklaşan bir çöküşte kaçabilecekleri fikrine açık kapı bırakılmıştı. Böylece, aralarında gizli dostluk antlaşmaları bulunan devletlerin politikaları ve bu politika içinde saklı olan gizli ilhak arzuları, Alman ve Türk menfaatlerini kaynaştırıyordu. 3 Ağustos 1914’te Almanya ile Türkiye arasında ittifak antlaşması imzalandı. Buna rağmen Türkiye, Almanya Batı ve Doğu cephelerinde savaşa başlamışken, hâlâ tereddütlü bir tutum sergiliyordu. Sadrazam ve kabine üyelerinin çoğunluğu bilhassa eksik donanımlı bir deniz gücünü, çabuk karar vermelerini engelleyen bir faktör olarak görüyordu. Ancak bu arada Almanya’nın müzakere zeminini oldukça kuvvetlendiren bir hadise oldu: 10 Ağustos 1914’te Amiral Souchon idaresindeki “Goben” zırhlı kruvazörü ve küçük “Breslau’’ kruvazörü, üstün düşman güçlerinin hâkim olduğu Akdeniz’den geçerek Çanakkale Boğazı’na girdi. Amiralin karar gücü, cesareti, savaş hırsıyla birleşerek büyük askerî ve siyasi başarılar elde etmişti. Birkaç gün sonra her iki gemi resmen Türkiye’nin mülkiyetine geçti ve Türk bayrağı (bandırası) altında Altın Boynuz denen Haliç’e demirledi. Rahatlıkla ifade edilebilir ki bu iki Alman kruvazörü gibi münferit savaş gemileri bir ülkenin politikasını böylesine bir şekilde etkilememiştir. En sonunda Türkiye’nin ve Bulgaristan’ın, müttefik güçlerin tarafında yer almasının sadece “Goben” ve “Breslau”un ortaya çıkmasına bağlanacak olursa fazla bir şey iddia edilmemiş olur. Türk donanması çok daha kötü bir durumda bulunuyordu ve kesinlikle savaş gücü yoktu. 1877’den beri hiçbir Türk savaş gemisi Karadeniz’de gözükmemişti.

Gemiler gayri faal olarak İstanbul Boğazı’nda demirli kaldılar ve açıkça “Mukim Gemiler” olarak ifade ediliyorlardı. Büyük bir enerji ve titizlikle Amiral Souchon, yeni Türk donanma komutanı sıfatıyla donanmayı savaşa hazırlama çabalarına girişti. Ateşli bir gayret, güçlü bir enerji ve büyük bir iştiyakla Alman subaylar ve ekipler kendilerini bu vazifeye hasretti. Aynı zamanda Boğazlardaki tabyaların tamirine de başlandı. Orduları mobilize etme çabaları bütün hızıyla devam ediyordu. Türkiye’nin savaşa girişini daha da geciktirmemeleri için donanma ve istihkâmların savaşa hazır olduğu eylül ortasında açıklandı. Buna rağmen sadrazam ve kabine hâlâ nihai kararı vermekte tereddüt ediyordu, çünkü onlar Marne’deki Alman ordularının ve Avusturya-Macaristan birliklerinin Karpatların arkasına çekilmelerinden sonra, imkânları daha iyi görmek istiyorlardı. Almanya’dan sürekli olarak Türkiye’nin hücuma geçmesini çabuklaştıracak olan teşvikler (tahrikler) geliyordu, ancak Türkler bir karara varamıyordu. Böylece bir ay boyunca verimsiz görüşmeler sürüp gitti. Amiral Souchon, kendisinin müessir bir biçimde desteklenmemesi durumunda, yakın bir gelecekte Türk vatanperverlerinin hükümetin erteleme taktiğine karşı başarılı olamayacağına kanaat getirmişti. Bu arada ekim ortası olmuştu ve cephelerdeki durum harekete geçmek için sıkıştırıyordu. Bu arada Amiral bütün sorumluluğu üzerine almaya ve asla dönüşü olmayan bir yola karar verdi. Böylelikle enerjik, mümtaz Savaş Bakanı Enver Paşa nezdinde tam bir destek buluyordu. 22 Ekim’de Amiral Souchon Enver Paşa’dan mühürlü bir yazı aldı. Yazı şöyle diyordu: “Türk Donanması Karadeniz’deki deniz hükümranlığını elde etmelidir.

Rus donanmasını arayınız ve bulduğunuz yerde savaş ilan etmeksizin saldırınız.”’ 27 Ekim 1914’de, Alman sevk ve idaresindeki Osmanlı donanmasının kruvazörler ve torpido botları sahilleri aydınlatarak Karadeniz’e hareket ediyordu. 29 Ekim sabahı saat dörtte aleni bir Rus telsizinde şu sözler yankılanıyordu: “Bon Odessa (Yaşa Odessa). Savaş başladı.” “Topçu Gemisi Kubanef parçalandı.” Savaş gemisi Odessa Limanı’na gider ve gemileri parçalar.’’ Bunlar, kimse fark etmeden Odessa Limanı’na girmeyi başaran “Gayret” ve “Muavenet” torpido gemileriydi. “Goben” seher vaktinde Sivastopol önlerinde görüldüğünde, hemen ateş açan istihkâmı muharebeye hazır buldu. “Goben” tabyaları bombardımana tuttu, liman ağzında demir atan Rus filolarına birkaç yaylım ateşi açtı ve sonra da boş yere Yalta’dan gelen Sivastopol’a ulaşmayı deneyen mayın dikme gemisi “Pruth”u batırdı. Aynı zamanda küçük kruvazör “Breslau’’ ve “Berk” Novorossi petrol tanklarını ateşe vermişti. Böylelikle zarlar atılmıştı. Artık ne Türkiye ne de Rusya için geri dönüş yoktu. Rus, İngiliz ve Fransız büyükelçileri pasaportlarını talep ettiler ve Konstantinopol’ü terk ettiler. Birden bütün dünyanın bakışları Boğazlar ve küçük yarımada Gelibolu’nun üzerine çevrildi. Gerçekten dünyanın savaşlar yönünden zengin tarihi asla mekân olarak böylesi bir sıkışık savaş meydanı görmedi.

Galibiyet ve yenilginin bıçak sırtında bulunduğu, stratejik ve politik açıdan her iki taraf için tehlikenin olduğu, buradaki gibi dramatik anlarla dolu bir savaş yoktu. Her türlü deniz gücünün ve ordunun bütün silahlarının dar bir alanda karşılıklı işbirliği içinde Çanakkale’yi ele geçirmek için bu savaşlardaki gibi birlikteliği henüz görülmemişti. Bir tarafta modern silah ve bol mühimmatla üstün kuvvetler, diğer tarafta ise yetersiz savunma araçlarına rağmen inançla ve hırsla savaşan, asla sarsılmayan ve baş eğmeyen, kaçmayan mükemmel Anadolu askeri. Türk ordusu bu savaşlarla tarihine en güzel şeref sayfalarından birini eklerken, bu konuda en büyük pay orada savaşan Almanlara aittir. Sayıları azdı ama general ve amiralinden en alt kademedeki topçusuna kadar tesirleri mühimdi. Gelibolu’yu bir Alman general savunuyordu. Çanakkale Boğazı ve donanma Alman amiralin idaresine bırakılmıştı, her Türk karargâhında, her tabyada, her bataryada Almanlar görevliydi. Almanların organizasyon kabiliyeti, hayal gücü sevk ve idaresi, en çaresiz durumlardaki müdahaleleri olmasaydı Türk ordusu asla zafere ulaştırılamazdı ve üstün düşman gücünün taarruzu hiçbir zaman engellenemezdi. 1 Çanakkale Boğazı, Çanakkale’ye bakış Çanakkale’nin savunucuları, Amiral Usedom ve Amiral Mertin konuşurken Bunlar sadece 500 kişiydi, bunların kahramanlıkları Alman halkının içinde unutulmadan kalmalıdır. En umutsuz anlarda bile mükemmel bir dayanışma ruhuyla bu zor durumdan kurtulmayı başarmalıydılar. Bu, ruhun maddeye galebe çaldığı, bir araya toplanan arzu ve isteklerin bunaltıcı maddi yapının üstüne çıktığı, ruhi gücün maddi gücün üstünde olduğunu gösteren bir zaferdi. Bu büyük tarihî hadise her şeyden önce gençliğimize daima bir misal olarak kalmalıdır. Bu vaziyet gençlerimize samimi bir arzuyu, sebat ve organizasyon kabiliyetiyle birleştiren bir avuç Alman’ın ve fanatiklik derecesinde vatan sevgisiyle dolu, ölüm korkusu tanımayan Türk askerinin, başarıya olan sarsılmaz inancının nasıl mükemmel bir zafere ulaştığını göstermelidir. 1 Editörün Notu: Alman subayın bu ifadelerini ve kitabın ilerleyen sayfalarında sıkça karşılaşılan benzer subjektif yorumlarını her hatıratta karşılaşılabilen kendini ve bağlı bulunduğu milleti üstün gösterme ve bütün başarıyı kendine mal etme çabası olarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyiz. ONLAR GELİYOR Haftalardır Çanakkale Boğazı’ndaki tabyalardaki gözcüler, her gece monoton gece nöbetini icra ediyor, makaslı dürbünlerle girişi bucak bucak tarıyor, Ege Denizi’nin karanlıklarını gözlemeye devam ediyordu.

Bataryalar daima ateşe hazır hâlde bulunuyordu, projektörlerin ışık demeti Kilitbahir civarını, –Boğaz’ın en dar yerini– gün gibi aydınlatıyordu. Orada bir dizi basit mayın adeta kurbanlarının (gemilerin) altında bekleşiyordu. Gözler her ne kadar ağrısa, aşırı yorgunluktan yaşarsa da bir an bile dikkat elden bırakılmıyordu. Aksi takdirde İngiltere’nin güçlü gemileri karanlık gecede savaş ilan etmeden kolayca tabyalara baskın düzenleyebilir ve cepheyi yarabilirdi. 3 Kasım’da gün ağarmasıyla güneşin ilk ışıkları doğu tarafını kızıla boyuyor, Çanakkale Boğazı’nın o yöne doğru akan sularının ve sahilinin üzerine doğru süzülüyordu. Gelibolu’nun tepeleri koyu vişneçürüğü rengiyle kaplıydı. Görüş berraklaşıyor, nöbetçi erler daha uzakları görebiliyordu. Bu arada nöbetçilerin bakışları birdenbire savaş gemilerinin havada uzanan dumanlarına ve sancak direklerine yöneldi. Boğaz girişinde yol alan İngiliz gemilerinin bacalarından çıkan kesif dumanlar ve sancak direkleri son zamanlarda ne kadar da sık görünür olmuştu. Bugün sekiz büyük gemi ve birkaç torpido botu eskisinden daha da yakınlaşmış gözüküyor. 16 km mesafede bulunuyorlar. Devasa gemilerin üstünde aniden şimşek çakar gibi parıltılar oluşuyor ve derin bir homurtuyla ilk ağır obüs mermileri yaklaşarak vızıldayıp gidiyor. Dış tabyalardaki her yerde -Seddülbahir, Kumkale ve Orhaniye’de- obüsler patlıyor, taşı, toprağı havaya savuruyor, âdeta yerin altı üstüne geliyor ve fasılasız bir gök gürültüsü Gelibolu’nun tepelerinden yuvarlanıp gidiyordu. Kudretli İngiltere çelik yumruklarıyla kapıları dövüyor, bununla da Boğaz’a girmeyi çok arzuladığını ve transit geçiş istediğini göstermek istiyordu. Bir atış talimindeki gibi uzun menzilli İngiliz topları kendilerine cevap veremeyen, verse de atışları ulaşamayan bu eskimiş bataryaların üstüne ateş açtı.

Seddülbahir üzerindeki korkunç bir patlama havayı titretti. Ağır bir top, batarya avlusunun ortasında bulunan cephaneliğin toprak siperlerine isabet etti, aynı ikiz kuleden çıkan ikinci bir mermi onu takip etti ve atış siperlerini tamamıyla delip geçti. Hemen hemen 10 bin kg. kara barut ve onlarla birlikte 51 Türk topçusu ve üç subay da havaya uçtu. Kundaklanmaktan kurtulan bataryanın iki top namlusu kullanılamaz hâlde kumda gömülü olarak durmaktaydı. Obüs mermileri dış tabyaları susturmak için mütemadiyen tabyaların üstünde patlıyordu. Ancak öğleye doğru ateş durdu. Yavaş yavaş gemiler gözden kayboldu. Gelibolu’nun üzerinde tekrar sessizlik hâkimdi. Harap olan dış tabyaların istihkâm siperleri derhal düzeltilmiş ve çevrede obüs mermilerinin sebebiyet verdiği çukurlar derhal doldurulmuştu. Ağır kalibreli yüzlerce obüs mermisi sadece iki, eskimiş, pek de işe yaramayan topu kullanılamaz hâle getirmişti. Tek düze yorucu gece nöbetleri devam ediyordu. Fakat bundan böyle İngiliz–Fransız donanmasının Boğazlardan geçerek yarma harekâtını deneyeceğinden de şüphe yoktu ve Boğaz’daki bütün askerler bu saldırının beklentisi içinde yaşıyordu. Düşman şimdi güçlü zırhlılarıyla gelse de galibiyet kolay olmayacaktı. Onlar istihkâmları bir kaç haftadan önce ele geçiremezdi, tabya ve bataryalardaki sahil toplarının savaş gücü de zaten azdı.

Buralar, modern istihkâmdan ziyade, bir müzeye ait olabilecek, modası geçmiş bir tophaneden başka bir şey değildi. Hususi hazırlıkların da birçok eksiği vardı. Bundan başka mühimmatta da epey bir noksan vardı. Ne mayın, ne de deniz hizmetleri için araç ve projektör mevcuttu. Telemetre, telsiz, telefon emirlerini ulaştıracak cihazlar ve diğer birçok elzem malzemenin eksikliği hissediliyordu. Her şeyden önce acil durumlarda zarar ziyanı bertaraf edecek uzman eksikliği vardı. Bu sebeple Amiral Souchon memleketten gerekli personelin gönderilmesini rica etti. Konu çok acildir, çünkü tüm savaşın sevk ve idaresi için büyük bir öneme sahip olması gereken Çanakkale Boğazı konusunda her gün savaş kararı alınabilirdi. Böylece Boğazlar Başkomutanı olarak Amiral Sounhon ve Usedom, Çanakkale Boğaz komutanı olarak Tümamiral Mertin idaresinde Berlin’de 26 subay ve her biri donanmanın seçkin, kabiliyetli ve güçlü adamlarından müteşekkil 432 kişilik bir hususi komutanlık oluşturuldu. Böylesi büyük bir nakliyeyi Romanya’dan geçerek getirmek zor bir görevdi. Sivil giyimli mühendis ve isçiler, sahte pasaportla, tebdil-i kıyafetle, yola çıktı ve 29 Ağustos’ta salimen, İstanbul’a ulaştı. Hemen bir vapurun üzerinde karanlık bir gecede ve büyük bir gizlilikle sevk edilen kişiler önlerindeki Kilitbahir Tabyası’na ulaştı. O kişiler iki gün sonra iyi giyimli, mavi yakalı, haki asker ceketi içinde ve başlarındaki fesle halis muhlis Türkler olarak kendilerini takdim edebilene kadar dünyada tanınmıyordu. Takımın sadece bir kısmı gemilere çıktı, diğer kısmıysa farklı özel gruplara ayrıldı: Topçular tabyalara yöneldi, mayın takımı komandoları oluşturuldu, kıyı boyunca alarm hizmeti organize edildi. Bahriyeli topçular, hemen topları kendi gözleriyle tetkik etti.

Böylesi müzelik parçaları hiç görmemişlerdi. Bunlarla büyükbabalarının çağında ateş edilmiş olmalıydı. Toplarla uzun süredir kaybolup giden zaman içinde olduğu gibi, nişangâh ve arpacıkla nişan alınabiliniyordu. Doğrudan atışların hedefi olan pirinç nişangâh, Türk arkadaşlar tarafından 10 yıllık süreç zarfında büyük bir gayretle öylesine tertemiz hâle getirilmişti ki bütün çentik izleri kaybolmuş ve mermi vinci ancak el faaliyetleriyle hizmet verebilmişti. Batarya telefonlarının aranması beyhudeydi, zira netice itibariyle cephanelik imkânları gözden geçirildiğinde mükemmel topçular gözlerine inanamadılar, stok öyle azdı ki… Bu arada ciddi bir durum da bu obüs mermilerinin ne kadar süre yetebileceğiydi ki kolayca hesaplanabilirdi. Mayın komando erleri de kendilerini pek iyi hissetmiyordu. Onlar depolarda boş yere kullanılabilir mayın aradı. Evet, birkaç tane buldular, fakat mayınlar belli ki düşman gemileri için tehlike oluşturamayacak hâldeydi. Çok değişik modellerin oluşturduğu bu koleksiyon, daha ziyade son Balkan Savaşı’ndan kalma ganimet parçaları diyebileceğimiz Bulgar mayınları, eski pılı pırtılar gibi etrafa saçılmış duruyordu. Uzun araştırma ve soruşturmalardan sonra bir miktar daha mayının bulunduğu ve bunların daha çok boş mayın gövdesi olduğu tespit edildi. Bu mayınlar toprak üzerinde dağılmıştı ve orada “savaş abideleri” olarak bulunuyordu. Projektörlerin ve böyle birçok teknik eşyanın aranması da boşunaydı. Çanakkale Boğazı için her şey mahzun gözüküyordu, çok mahzundu. Bütün bu eksik malzemeler nereden temin edilmeliydi, mevcut değersiz savaş araç ve gereçleriyle dünyanın en büyük ve en modern donanmasının taarruzlarına başarıyla mukavemet edebilecek güçlü bir savunma nasıl hazırlanacaktı? Ne sövüp sayıp sızlanmakla ne de ihmalleri eleştirerek zarar ziyana çare bulunamazdı. İş yapılması gereken yerde boş eleştiriler yakışık almazdı.

Böylece erler büyük bir hararetle çok söz söylemeden derhal işe koyuldu, çünkü artık zaman kaybedilemezdi. Herkes yapabileceğinin en iyisini yapıyor ve görevinin başında bulunuyordu. Almanlar Türk askerleri arasında, gönüllü, anlayışlı, zeki ve heyecanlı öğrenciler ve silah arkadaşları buldu. Büyük bir gayretle istihkâm tabyalarının iyileştirilmesi için çalışırken, topçu takımı gece gündüz uygulama ve tatbikat yapıyordu. Eksikliği giderilemeyen şeyler, topçu erlerinin sarsılmaz arzuları ve tam iştirakleriyle dengelenmeliydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir