Nihat Genç – Arkası Karanlık Ağaçlar

Üniversite yıllarında etliye sütlüye karışmayan, siyasal, aktüel konularda hiç konuşmayan, sis gibi, uzak beyaz bir arkadaşımız vardı. Kül saçlı, mum yüzlü… Sessizliği derin bir ıstırabın iniltisi mi, yoksa beli bükülmüş zavallı, sarp bir yoksulluğun karlı beyaz resmi mi… Ruh gibi, hayalet gibiydi Macit! Ya da uzak uzak yerlere gelin gitmiş gibi. Bizim gibi, Âdem ve Havva’nın soyundan gelmediğinden eminim. Hanım hanımcık bir çocuk. Teolojik bir yanlışlık sonucu melekler katından doğrudan aramıza katılmış olmalı. Birbirinden zarif, ıssız yıldızların bir yerinden, bu çirkin hayatımızın ortasına tepetaklak düşmüş olmalı. Geceleri, yurtta kaldığı odasının yağlı perdeleri, hiç silinmemiş kara bir kirle kapanmış penceresinden hep karanlığa diker gözlerini, gündüzleri, başı bir yana eğik hep yere bakar! Sessiz, unutulmuş, kireçten bir dağ! Rüzgârda hiç kımıldamayan karnı çürük kabarcıklarıyla kararmış eski bir ağaç gibi. Suyunu sürüklemeye hali kalmamış, önü kesilmiş nehirler gibi. Onun, kötü, ölüm gibi duruşunu hep bir şeylere benzetirim. Fısıltısız soluk yüzü, tatlı uzak derelerin kıyısından mı geldi. Yoksa, derin vadilerin bir köşesinde bir kaya parçasının dibinde kafası hüzünle koparılmış bir zambak mıydı? Ya da yarası iyileşene kadar bu ölümcül sürünün seslerine katılmak istemeyen bir dolu yalnızlık. Yakından bakarsanız, gözleri, incecik ay ışıklarının gizli sesiyle konuşuyor gibi. Gökten yerlere serpilen ve sadece bu gözlerin gördüğü, beyaz bir meşalede yıkanan, saf bir ruh taşıyor gibi. Her gün öğrenci cenazelerinin kalktığı, boğaz boğaza bu kanlı cehennemin içinde, gece yarılarının dalgalan gibi, en uzak denizlerin şarkıları gibi. Diğer çocukların gözünde ise, solmuş bir ot parçası, kopya kâğıdından yapılmış, biraz sonra buruşturulup atılacak boş yazılara benziyordu.


En ileri görüşlümüz, “kız gibi çocuk” derdi. Tek bir dostu, arkadaşı olmayan, kantinde otururken mum alevi gibi titreyen Macit’ten solcu çocuklar ürkerdi. Paylaşılmaz bir kederi mi vardı. Macit istemese de, Macit’e çay ısmarlar önüne koyarlardı. Her defasında Macit, mezar dikeni gibi bakar o çaya. Her defasında çay buz gibi soğuyup, içilmeden kalırdı. Sağcı çocuklar da ürkerdi ondan, “gardaş, bu oğlan ajan mı?” diye birbirlerine sorarlardı. Ağzını aramak için masasına oturur. “Gardaş memleket neresi?” diye yoklama çekerler. Macit, durgun sularda yıldız sessizliğiyle, sanki bir kelime etse, temiz ruhu uçup gidecekmiş gibi. Gerçekte, bu yakınlaşmalardan Macit ürkerdi. Vazosunda solmayı bekleyen beyaz bir gül gibi Macit, bir gün beni de şaşırttı: “Göçmenim!” dedi “nerelisen gardaş!” diyen çocuğa. Sağcı çocuk hemen muhabbete girdi: “Bak gardaş, burası Türk’ün son kalesi!”… Başka bir sağcı oğlan masadaki arkadaşının kulağına fısıltıyla: “Oturmayın lan o polisin masasında!”. Macit’in ağzından tek kelime alamayan sağcı çocuk: “Ne polisi oğlum, ne emmeye gelir, ne gömmeye!”. Polis, ajan diye işkilleniyorlardı ama bir akıl hastası gibi davranıyorlardı.

Oysa, Macit’in soluk kederli yüzüne, sağcı-solcu olmadan, ürkmeden, kuşkulanmadan bir bakabilsek, bizim cinsimize ait olmayan, öpmesi, sevmesi, dokunması, susuşu bize benzemeyen başka diyarların büyüsüyle var olduğunu görürüz. “Göçmenim” dediğinde, “Bulgar, Boşnak!” değil, çulluk kuşları gibi, bıldırcın kuşları gibi, yağmurun tokatlarıyla sert dağların yamaçlarına çakılmış, ağaç gölgelerine sığınmış bir göçmenlik olduğunu anladım, bu susuşuyla kanatlarını kurutup, başka bir ülkeye kaçacak, bir göçmen! Soğuk kış sabahları Ankara, piskopos götüne benzer! Seher vakti vardım okula. Yüzlerce öğrenci, ambulansa ölü bir öğrenciyi taşıyorlar, çığlıklar, sloganlarla. Her köşe başını polis tutmuş. Okula girmem imkânsız. Ölü çocuğun sabit bakışları buzdan çivi gibi beynime saplandı, bakkala, elektrik direklerine tekme-tokat bağırıp çağırıyorum. Zihnime kötü bir fotoğraf girdiğinde, beynimi bardak gibi dolduran bu zehirden acilen kurtulmam için, mutlaka birilerini öldürmek fikri saplanıyor, şartlanma gün geçtikçe sabitleşiyordu. Zihnim, “öldürürsen, kurtulursun!” emriyle beynimdeki iktidarı elimden almıştı. Yoldan geçen yaşlı bir adam, mahalle arasında, külden, dumandan bir kahveye soktu beni. Kâbus tapınağı gibi, bir yeraltı mezarlığı. Benim gibi birkaç öğrenci olaylardan korkup buraya gizlenmiş, ölüm kölesi gibi. Birbirimize suçlu gibi bakıyoruz. Kahvenin dumanlı boşluğunda, kapısı kırık ve ağzına kadar sidik dolu helanın tam önündeki masaya kapanmış uyuyan Macit’i gördüm. Akşam birileri önünü kesip dövmüş, korkudan eve gidememiş, pantolonu boydan boya yırtık, yırtığın bir parçası paçavra olmuş yerde sürünüyor, bu soğukta bu pantolon nasıl dikilecek, helanın yanında bu yırtılmış yerinden görünen bacağının çelimsiz çaresizliği, biraz önce gördüğüm vurulmuş öğrenciden daha çok etkiledi beni. Yanına gittim, “şışşt, Macit!”.

Zehir gibi gözlerle baktı bana: “Benimle Elmadağı’na gelir misin?” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir