Hans Magnus Enzensberger – Ah Avrupa!

“Kimi seçersek seçelim, sonuçlar ne olursa olsun: Hepimiz sosyal demokratız,” diyordu eskimiş tüvit ceketli adam, kırmızı şarap dolu bardağını şerefime kaldırırken. Onun bu gözlemi beni şaşırtmadı, çünkü davetli olduğum bu seçim partisi işçi hareketinin ünlü ideologlarından birinin Vasastadt’daki evinde veriliyordu, asansör yoktu ve üç kat çıkılıyordu. Olof Palme’nin seçim başarısını kutlamak için tamamen kendi aralarında olma isteğindeydiler, bana öyle geldi. Yıl 1982 idi ve Palme başarısının doruk noktasına erişmişti; oysa dört yıl sonra bu başarı çok acıklı bir biçimde noktalandı. Ev özentisiz ve alçakgönüllü bir biçimde döşenmişti, biraz ihmal edilmişe benziyordu; oradan buradan toplanmış sandalyeler, duvarlarda eski afişler, tahta raflarda kitaplar. Tüm eşyalarda belirli bir Ikea ruhu. Bizde, Frankfurt ya da Berlin’de genç öğretmen çiftler, radyo oyunu yazarları ve sayısı gittikçe azalan, doktora bursu alma başarısını göstermiş sanat tarihçileri böyle evlerde oturur. Bu tip evlerde para, prestij, kariyer kokusu yoktur; içim rahat koltuğa yaslandım; ilk seçim sonuçlarını beklerken mukavva tabaktaki füme eti yemeye koyuldum. Federal Almanya’da bir fikir işçisi bu tarz rahat köşelerde, iktidarın oldukça uzağında yaşamaya alışkındır zaten. Fakat tam bu sırada, koridordaki doğaçlama barın yanında yardımsever bir ruh beni aydınlatmaya başladı. Tüvit ceketli adamın, yerel öğretmenler sendikası sekreteri değil de, ülkenin en tutucu gazetesinde başmakaleler yazan ve kendisinden kaçınılan bir gazeteci; mutfaktan peynir alan oldukça şık giyimli adamın Stockholm’ün en parlak mimarlarından biri olduğu; spor ayakkabılı somurtkan kadının Sosyal Bakanlığın yüksek mevkilerinden birinde yıllarca bulunduğu; şakakları kırlaşmış resim öğretmeni gibi görünenin resim öğretmeni değil, eski bir büyükelçi olduğu; kendisiyle kimsenin ilgilenmediği, bütün gece fotoğraf çeken fotoğraf makinalı bayanınsa, olağan bir foto muhabiri ya da ev sahibinin teyzesi değil, İsveç Kraliyet ailesinin en zengin varislerinden biri olduğu ortaya çıktı. Bilmeden, her deneyimli sosyologun hiç çekinmeden ülkenin güçlü azınlığı diye adlandıracağı bir toplulukta bulmuştum kendimi; oysa orada bulunanların hiçbiri bu güçlü azınlıktan olma izleri taşımıyordu. “Güçlü azınlık” terimi ne kadar da berbat; dünyanın hiçbir yerinde, ne Tiran’da ne de Pnom Penh’de bu terim Stockholm’daki kadar uygunsuz düşmez. Bir köşede küçük bir televizyon var. Spikerin sesi duyulmuyor, konuklar hararetle sohbete dalmışlar, arada bir göz ucuyla ilk seçim sonuçlarına bakıyorlar.


Gerilim, heyecan, “seçim ateşi” gibi duyguların izi bile yok. Zaten daha seçim öncesi günlerde de, İsveçliler’in akıl almaz rahatlığı, seçim kampanyasındaki soğukkanlılıkları, konuşmacıların heyecansız davranışları dikkatimi çekmişti. Birçok demokratik ülkede seçim günleri, parti politikasının renksiz alışılagelmişliğinin açık bir tiyatroya dönüştüğü günlerdir. Seçim göstermelik bir kampanya, bir karnaval, arınma ibadetidir — bir çeşit söylev, futbol turnuvası, birikmiş saldırı duygularının ve üstü bastırılmış ihtirasların ortaya döküldüğü bir maç, gündelik politik yaşam saptırmalarının, başarısızlıklarının, düş kırıklıklarının bir supabıdır. Özellikle de halklar geleceklerinin söz konusu olduğunu sandıkları zaman, seçim kampanyaları yıkıcı bir kavgaya, ulusal bir boğuşmaya dönüşür; bu boğuşmada başka zamanlarda yasak olan bir duruma izin vardır: açık rekabete, acımasız netleşmeye, nefrete, mutsuzluk ve düşmanlık duygularının ortaya dökülmesine.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir