Sevim Ak – Vanilya

Eylülün son günleri. Hava serinledi, günler iyice kısalmaya başladı. İnsanın canı, artık yünlü giysiler giyip, sıcak salep içmek istiyor. Kıymık, ekşi yoğurt yemiş gibi bakıyor bana. “Salebi de nereden çıkardın şimdi? Şu gökyüzündeki terziden söz etsek ya,” diye homurdanıp duruyor. Kıymık bu günlerde aklını havayı erkenden karartan suçluyla bozmuş. Suçlu dediği de gökyüzünde bulutların arasında oturan terzi. Bakın, nasıl da pişkin pişkin gülümsüyor şimdi! Dedektifliğinden söz açılacak ya, ağzı kulaklarında. Kırk yıllık polis şefinde onun havası yok. “Ehemmm… Suçlular elimden asla kurtulamaz.” Fırsat önüne geldi. Hiç kaçırır mı? Günün birinde ona işimin düşeceğini sanıyor. Yatak odasının kapısına astığı kâğıdın aynısından elime tutuşturdu. “Yolunda gitmeyen bir iş varsa bir suç ve bir suçlu mutlaka vardır.” Kıymık Dedektiflik ve Keşif Bürosu Danışma ücretlidir.


Kihkih! Kihhh… Bu büroya işi düşen oluyor mu Allah aşkına? “Gazetelerdeki polisiye olayları sadece polisler mi araştırıyor sanıyorsunuz? Her olayın dosyası bende de var. Faili belirsiz olayları günü gününe izler, ipuçlarını biriktiririm. Suçluyu da… bazen bulduğum olur…” Akşam oldu mu, Kıymık’ı görmelisiniz. Gülmekten yerlere yatarsınız. Her akşam konserve kutularından yaptığı teleskopuyla gökyüzündeki suçlu terziyi aramaya çıkıyor. Sözde bu terzi, görünmeyen makasıyla her yirmi dört saatte günün bir dakikasını kesiyor ve görünmeyen makinesiyle geceye dikiyormuş. Kıymık, sinirinden tırnaklarını yemeye başladı. “Güneş, kış geceleri daha çok tembellik etsin diye tutmuş bu terziyi.” Geçenlerde Kıymık, mahalle ve sınıfındaki tüm arkadaşları, komşuları, şarkıcılar, film yıldızları, müzik grupları, öykü kahramanları adına bir sürü dilekçe yazdı. Dilekçe kâğıdına değil, kullanılmış kâğıtlara, gazete kenarlarına, dergi parçalarına, kumaş artıklarına, mendillere, eline ne geçtiyse ona. Dilekçeleri birbirine güzelce bağlamayı da becerdi. Neyle mi? Eline ne geçtiyse onunla: kurumuş ot parçaları, çiçek sapları, elektrik kabloları, sosis bigudilerle… Başını ellerinin arasına almış, kara kara düşünüyor şimdi. Bir yandan da gözlerinin önünden geçen gri bulutlara acıklı acıklı bakıyor. “Öff… Bu dilekçeleri gökyüzündeki terziye nasıl ulaştırabilirim ki! Uç uca ekledim, olmadı, kısa geldi.” Dilekçelere bir göz atayım, dedim.

Şaşırdım. Bayağı meydan okuyor terzi hanıma. “Gündüzden kırptığın dakikaları ya bir çuvala koy ya da denize at. Geceye ekleme.” Vayyy! Kıymık’ın gecelerle ne alıp veremediği var, diye düşünüyorsunuz, değil mi? Kıymık için uzun geçeler demek, anneannesiyle geçirilecek upuzun saatler demektir. Herkes anneannesini çok sever. Oysa Kıymık’ın en büyük derdi anneannesi. Ona sadece anneanne deyin, gülüyorsa bile birdenbire asılır suratı. Bacası tıkanmış bir soba gibi burnundan, ağzından, kulaklarından pofur pofur dumanlar çıkararak homurdanır: “Öff… Gene mi anneannem… Anneannemle yaşamım dayanamayacağım kadar sönük ve renksiz.” Kıymık, kızıl sarı saçları gözlerinin içine giren, burnunun üstü tuzluktan püskürtülmüş gibi çillerle kaplı, kısacık boylu, zayıf, bayramlarda okulun borazancıbaşısı, anne ve babasının tek çocuğu, anneannesinin biricik torunudur. Annesi ve babası ayrılmışlar, Kıymık’ı bir süre için anneannesine bırakmışlar. Anneanne, Kıymık’ın yaşamını tıpkı bir öğretmen gibi programa sokmuş. “Kıymık her sabah okula gidecek… Öğleyin okuldan dönecek… Yemek yiyecek ve hemen derslerinin başına oturacak… En az iki saat ders çalışacak… Sonra sokağa çıkabilir… Hava kararır kararmaz eve dönecek…” Hava karardıktan sonra evde anneanneyle oturmak yok mu, bu Kıymık’ın canını sıkıyor işte! Anneanne geceleri keyifsiz oluyor. Ya midesi gaz yapıyor, ya dizleri ağrıyor, ya da ayakları uyuşuyor, ödevlerini yapmasına hiç yardımcı olmuyor. Kıymık, içinden çıkamadığı bir soruyla karşılaştığında başı öne eğik, elleri arkasında, yüzü alev alev yanarak odasında dört dönüyor.

“Öff… Anneannem nerede yanlış yaptığımı gösterse ya! Göstermez… Çünkü o zaman bir işe yarar. Anneannem bir işe yaramak istemiyor!” Kıymık’ı can sıkıcı bir çocukmuş gibi tanımanızı istemem. Bu aralar sıkıntılı günler geçiriyor, o kadar. Aslında güler yüzlü, sevimli, hoş uğraşları olan şirin bir çocuk. Kafası yaşamı kolaylaştıracak keşiflerle dolu. Küçücükken yemeğini mama sandalyesinde bir tutuklu gibi yediği dönemlerde önemli bir karar almış: “Büyüyünce kendimi, yaşamı eğlenceli kılacak keşiflere adayacağım!” “Ah, şöyle bir makine şu günlerde ne çok işime yarar! Düğmesine basacaksın, ağzını açacak. Ağzından istediğin kâğıdı, diyelim ki “Tost alırım,” derse, “Yaa… Kilo al, sonra da erimek için pahalı bir spor salonunun yolunu tut,” diye karşılık verir. Anneanne istediği yanıtı hiçbir zaman alamaz. Üstelik de, “Demek ki paraya ihtiyacın yokmuş,” deyip avucundaki parayı Kıymık’ın yalvaran bakışlarının altında çantasına geri koyar. “Yaa… Bana hak verdiniz mi şimdi?” Sen hep haklısın, Kıymık. Anneanneyi çok yaşlı sanmayın. O kadar da yaşlı değil. “İsmi Körpegül… Nasıl yaşlı denir ona?” Annesi gül fidanı dikerken doğurmuş onu. Adı o yüzden Körpegül. Yaşı altmış bile değil, ama nedense yorgun görünüyor.

Kaplumbağadan yavaş hareket ediyor. Söylenenleri işitebilmek için kulak kepçesini sesin geldiği yana çeviriyor. Konuşurken ağzından baloncuklar çıkıyor. Konuşur mu sanki? Upuzun geceler boyunca ağzını açtığı sayılıdır. O da konuşmak değil, esnemek için. Konuşmasına hep aynı cümleyle başlar zaten: ‘Beni bir on yıl önce görecektin…’ Arkasından iç çeker ve devam eder: ‘Ne enerjik, ne güzel bir kadındım! İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Bak, şimdi her yanım ağrıyor. Bir yerden bir yere giderken zorlanıyorum. Artık bana kim eskilerin Körpegül’ü der.’ Kıymık, anneannesinin on, yirmi, otuz yıl önceki fotoğraflarda benim diye gösterdiği kadının, anneannesi olmadığını iddia eder hep. Çünkü fotoğraflardaki kadın sürekli gülüyormuş. Anneannesini ise bir gün bile gülerken görmemiş. “Elbette… Gülen göz gülmeyen göze, gülen ağız gülmeyen ağza, gülen yanaklar gülmeyen yanaklara nasıl benzer?” Anneannenin günleri bir koltuktan kalkıp ötekine oturmakla geçiyor. Ah, sürekli oturmak ne sıkıcıdır! “Büyüyünce anneannem gibiler için bir koltuk icat edeceğim. Üzerinde bir saatten fazla oturunca yayları dışarı fırlayacak.

” Harika bir buluş! Kıymık oturmaktan hiç hoşlanmaz. “Hep oturmak zorunda olsaydım, herhalde çıldırırdım.” Peki ya, hep yemek yesen? “Ooo… Yemek yemekten hiç bıkılır mı?” Her gün en sık tekrarladığı şeydir yemek yemek. “Bu beni hiç sıkmaz. Üstelik her seferinde bir başka tat alırım. Hem ben sadece yemek mi yiyorum canım. Başka bir şey yapmıyor muyum? Müzik dinliyorum, top oynuyorum, şiir ezberliyorum, raflara tırmanıp çikolata arıyorum, kuşlara yem atıyorum, televizyon seyrediyorum. Anneannemse hiç yerinden kalkmıyor. Ev işlerini sabahları gelen bir teyze yapıyor. Anneannem ne yemek pişiriyor, ne alışverişe gidiyor, ne sokakta dolaşıyor, ne de balkona çıkıyor. Ziyaretine gelen de öyle az ki! Postacı bile unutmuş onu. Acaba gazeteci de olmasa kapısını kim çalardı?” Gazeteyi sağlık haberlerini okumak için alır anneannesi. Sağlıkla ilgili edindiği bilgileri harfi harfine uygular. “Ah, anneannem… Hiç unutmuyorum. Bir sabah kahvaltıda altı yumurta birden haşlamıştı.

Gazetede okumuş, yumurta ömrü uzatıyormuş. Ama günde en az altı tane yersen!” Birkaç hafta sonra yumurtanın zararlarıyla ilgili bir başka yazı okumuş. “Yumurta damarları tıkıyormuş. Ayda bir yumurta yiyeceğiz artık!” diye bas bas bağırmıştı. “Ah, gazete de olmasa, bu evde hiçbir şey değişmeyecek!” Kıymık, bu sabah da her sabahki gibi sütünü içerken gazetenin çizgi bantlarına göz attı. “Tırmık” adlı çizgi bandın hemen altında küçük bir ilan gözüne çarptı. İlan şöyleydi: Felçli bir adama kitap okuyacak bir genç aranıyor Ceylan Sok. No. 33 PALMİYE “İlanı okur okumaz kendimi denizde boğulmak üzereyken bir sala tutunmuş gibi hissettim. ‘Beni kurtarsa kurtarsa böyle bir iş kurtarabilir ancak,’ dedim.” “Genç” biri aranıyor. Kıymık daha 11 yaşında. 11 yaşındakilere genç değil, çocuk denir ama. “Kitap okumanın yaşla ne ilgisi var, canım. Öğretmen yeri geldiğinde sınıfta en düzgün ve hızlı okuyan Kıymık, demiyor mu? Bu iş benim yapabileceğim en iyi iş! Üstelik bağıra çağıra kitap okumayı çok severim.

Derslerimi bile yüksek sesle okuyarak çalışırım. Yoksa kafam almaz.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Kitabinizi çok begendim.