A. Hakan Soysal – 24. Gun

Kitapta sözü edilen yerler gerçekten de İstanbul’un Anadolu yakasında bulunan yerlerdir. Bu yerlerde bahsi yapılan binalar, köprüler, geçitler de gerçekten vardır. Ama bu kitapta yer alan isimler ve evler tamamen uydurulmuştur. Romanda hayati bir rolü bulunan Emniyet Müdürü de tamamen hayal olarak yaratılmıştır. (Bildiğim kadarı ile) İdealtepe, Maltepe İlçesine bağlı bir yerleşim olması nedeniyle burada kendi adı ile anılan bir İlçe Emniyet Müdürlüğü de yoktur, Emniyet Müdürü de. Romanda belirtilen polislerin de İstanbul’daki Emniyet Güçleri ve polislerle uzaktan yakından bir alakaları yoktur. Bunu kitaptaki bütün karakterlerin tamamen hayal ürünü oldukları için bir kez daha belirtmekte fayda var. Yaşayan insanlarla romandaki insanlar arasında bulunabilecek benzerlikler ise tümüyle rastlantı ve okurun benzetmesinden ibarettir. 3 -I- Avşa adasını bilir misiniz? Adanın arka tarafı hemen her mevsim rüzgar altında kalır ve bu nedenle dalgasız gün geçmez, öbür yanı ise alabildiğine sıcak ve kalabalık olur. Burada yaz tatilini geçirenlerin dönüşte akıllarında kalan üç şey: kalabalık, sıcak ve adanın arka tarafında esen sert rüzgârdır. Biz adanın arka tarafında biraz yamaca doğru ve denizi alabildiğine gören bir yerde bulunan evimizde yaz tatilini geçiriyorduk. Bahçe ile ilgilenmek, evin ihtiyaçlarını sağlamak, eve göz kulak olmak benim yaz tatili görevlerim arasında olduğu için benim yaz tatillerim genelde iki veya üç ay sürerdi. Burada akşamları rüzgâr etkisini azaltır ve dalgaların uzaktan gelen sesini balkonumuzdan dinleyerek uyurdum. Sabahları ise martıların çığlıklarıyla uyanırdım. Hava kötüyse, sanki ölmüşüm de kuşlar yüreğimi kemiriyormuş gibi hissederdim.


Ben bir süre daha uyukladıktan sonra güneş, gölgenin yamaçlarda ilerlemesi kadar büyük bir hızla kumları kaplar, çok geçmeden ilk dalgalar iskelenin altını boydan boya kaplayan saca şiddetle vurarak günün ilk konserini vermeye başlardı. Çok uzaklardan duyulan bu metalik sesin verdiği şok duygusu deniz sesiyle, vücudumun en derin yerlerine kısacık bir zaman parçası içerisinde yükselirdi. Dalgaların iskeleye vurması ile korkunç bir ses çıkardı ve bu sesle kendimi karanlık denizlerde bir şilebin içinde yapayalnız hissederdim. Bu duyguyu yıllar sonra, sevgilimden ayrıldığım ilk gün tekrar yaşadım. Yatakta yine tek başına uyanıyordum. Irmak’ın hayatımın tam ortasından geçip aynı hızla toparlanıp gidişinden bu yana yirmi dördüncü gamlı sabahtı o gün. Akşama hala yalnız başıma, yirmi dördüncü gece. Onu izleyen günlerde, duyduğum korkulara ipucu ararken, belleğimin sisleri arasından gerilere bakmaya uğraşacak, yirmi dördüncü gecenin sonuna kadar hangi hareketleri yapıp hangilerini yapmadığımı hatırlamaya çalışacaktım. Ama daha yataktan kalktıktan sonra bile neler yaptığım konusunda pek fazla şey hatırlamıyordum. Herhalde diğer bütün günlere benzer bir gün olmuş olmalıydı. Yirmi dördüncü günün benim için önemli olan bir başka yanı ise Irmak ile olan ilişkimin babamın sigara tiryakiliği ile yakın benzerlikler gösterdiğini tespit etmek oldu. Bu benzerliği görmek için demek ki ayrılığın üzerinden yirmi dört gün geçmesi gerekiyormuş. Babam, her sabah kahvaltı bile yapmadan yaktığı sigarasını, hastalığın son zamanlarında ağzına koymayı bir türlü başaramıyordu. Daha dudaklarına sigaranın filtresi değmeden öksürmeğe başlıyordu. Hastalığının adı konduğundan son gününe kadar sigarayı bırakmaya uğraşmıştı.

Mark Twain’in sözünü bilmeyen var mıdır? “Sigarayı bırakmak bir şey değil. Ben yüz kere bıraktım” Bu söze sanki kendisi söylemiş gibi inanır, sıklıkla tekrar eder ve sanki ilk kez kendisi söylemiş gibi hissederdi. Çünkü benim bildiğim belki on kez bırakmayı denemişti. Birinde neredeyse bir yıl, birinde dokuz hafta, bir diğerinde ise dört ay bırakmıştı. Durup dinlenmeden, bıkmadan bırakmayı deniyordu. Fakat babam er ya da geç günün birinde bir kibrit çakıyor, alevi sigaranın ucuna tutuyor ve o ilk solukta tüm var olma açlığını içine çekiyordu. İşte tam o anda göğsünün içinde bir sürü manyak, tek bir soluk anında hep birden homurdanıyor, tek bir soluk süresince tek bir ses olup hırıltılar çıkarıyordu. Canavarın birinin babamı boğazından yakalamasını görür gibiydim. Onun hayati organları babamın ciğerlerindeydi ve o bütün organlarını yavaş yavaş alıyordu. Ben işte böylelikle daha çocukluk döneminde tiryakiliğin ne demek olduğunu öğrendim. Babam hayatının her döneminde o şeytanla güreşiyor, ara sıra onu yendiği de oluyordu. Bunu gerek kendi, gerekse başkalarının büyük kayıplarına yol açarak yapıyordu. Çünkü sigara içmediği zamanlar şiddete eğimli ve asabi oluyordu. Refleksleri o kibritin çakıldığı yerde yaşıyor, zihni insanın iç huzurunu sağlayan bilgileri birer ikişer unutuyordu. Tüm bunları yoğun şekilde yaşayarak büyürken “karşıma çıkacak en büyük aşkı terk etmek, sigarayı bırakmaktan daha kolay” diye düşünür ve kendimi haklı çıkaracak deliller ortaya koyardım.

O zamanlar haklıymışım gibi gelirdi. Ama geçen yılın sonuna doğru sevgilim 4 gidince tiryakiliğin ne demek olduğunu biraz daha iyi öğrendim. Belki ilk bakışta aşkı feda etmek, sigarayı feda etmekten kolay gibi görünebilirdi. Ama sıra hem aşka, hem saygıya veda etmeye gelirse… Psikologların en güçlü kalelerinden biridir aşk-nefret ilişkisi! işte o zaman sevginize son vermek de nikotininizi yok etmek kadar zor olabiliyor. İkisi birbirine son derece benziyor. Çünkü bakın size otuz sekiz yıllık tecrübeme dayanarak söyleyeyim, o sürenin sonunda o iğrenç sigaralara karşı duyduğum nefret de kötü bir eşe duyabileceğim nefret kadar güçlenmişti. Sabah çekilen ilk soluk bile (ilk zamanlarda babamın sigarayı bırakamayış nedenlerinin başında olsa da) artık bir öksürük nöbetinin tetiği haline gelmişti. Bu durumda belki tiryakilikten başka bir şey zaten elde kalmıyor. Ancak tiryakiliğin bile zaten psikolojide en dipteki çizgiye atılan bir imza sayılması gerektiğini yine gazetecilik yıllarımda bir psikologla yaptığım röportajdan hatırlıyorum. Sevgilimle olan ilişkimde de durum aynıydı. Irmak artık gitmişti. Onu tüm kusurlarına rağmen sevinmişim. Bu açıdan bakıldığında bile babamın on yıllarca sonraki akciğer kanserine omuz silkerek mutlu manyaklar gibi sigara tüttürüşüne benzer noktaları görebiliyordum. Aynı şekilde, Irmak’ın beklenmedik bir anda “sevgim bitti” açılımıyla terk edip gideceğini görüyor, hatta ona “bir gün beni terk edeceksin” diyebiliyordum. Ama bunu derken bile yüreğimin kapılarını kendisine, daha doğrusu sevgisine ardına kadar açarak tüm kalbimle seviyordum.

Kim bilir? Belki biraz uğraşarak bunları aşabilirdik ama artık çok gerilerde kaldı. Ayrıca yaşadığım aşkta Anadolu köylerinde çalışan insanların radyo dinleyişleriyle benzerlikler de bulmuştum. Örneğin köy evinin avlusunda, biraz da cızırtıyla çalan radyoda çok sevdiği bir türküyü duyup, sesini açmak için radyonun yanına koşup gelen köylünün, sesi açmaya fırsat bulamadan türkünün bitmesiyle duyduğu üzüntü ve şaşkınlığa benzer bir süreçti ilişkimiz. Ya radyonun yanında olduğumuzda sevdiğimiz türkü çalmıyordu, ya da radyodan çok uzaktayken çalan türküye yetişemiyorduk. Sesi çok açsak başka seslerden rahatsız oluyor, kıssak hoşumuza gidecek ayrıntıları kaçırıyorduk. Sadece ve sadece radyomuz var diyebiliyorduk o kadar. Ayrıldıktan sonra da bu kez birbirimize olan alışkanlığımızdan kurtulmaya çalıştığımız bir dönem başlamıştı. O günlerde görünen manzara, yozlaşmış alışkanlıklar içerisinde, göz ardı etmeleri büyüterek hoşgörü ve anlayış stoklarımızı tamamen tükettiğimiz şeklindeydi. Irmak’tan hiçbir zaman babamın sabah sigarasından nefret ettiğim kadar nefret etmedim. Ama tıpkı sigaranın babamın akciğerini alıp onu cansız bırakıp gitmesi gibi, beni kendi kararıyla bırakması arasında da acımasız benzerlikler yakalıyordum. Bana giderken, “daha iyi olacak” demişti. Babam da öldüğü akşamın sabahında sigarasını yakmamıştı. Kurtulmuştu yıllardır bırakmaya çalıştığı sigaradan. İşte tiryakiliğin zorluğunu bu nedenle Irmak’tan ayrılınca daha iyi anladım. Onun gidişinden önce, oldukça değişmiştim aslında, sigara hiç kullanmamıştım hayatımda ama ne garip tesadüftür ki, ayrılırken masanın üzerinde yarısı boş bir paket sigarası kalmıştı.

Sonra onu da yanıma gelip sigara isteyen çocuklara vermiştim. Çünkü yanımda taşıyacağım bu yarım paketin, Irmak’a duyduğum özlemleri de yanımda taşımama neden olacağını düşünüyordum. Sigara içen insanların ağızlarının kül tablası gibi koktuğunu söylerler ya, o kokuyu ilişkimize son verirken Irmak’ta da bir kez duymuştum. Ama bu kokunun aslında sigaranın katran kokusu değil, kendi çürümemizin kokusu olabileceğini de düşünmedim değil. Böyle bir koku ağız kokusu değil olsa olsa yenilginin ve kaybın insan bedeninde bıraktığı çöküntünün kokusu olabilir diye düşünüyordum. Irmak ile bir şeyler paylaşmayı, konuşmayı, ayrılığın hemen ardından gelen günlerde özlemek istediğimden daha fazla özlüyorum. Mevsim ne olursa olsun benim günlerim gri bir renge bürünmüştü. Şehir bile bana bomboş geliyordu. Caddede yürüyenler bile sanki yoktular. 5 Bu anlattıklarım ayrılığın üzerinden aylar geçmesine rağmen bu kadar detaylı ise, kafamın çalıştığını ama içime dönük, karamsar, gamlı günlerimin bende derin izler bıraktığını söyleyebilirim. Aslında benim Irmak tiryakiliğim hiç bitmedi inanır mısınız? İnsanın kendisini, hatta her hareketini acımasızca ve kendini haklı göstererek eleştirdiği birine bu kadar bağlanması bile tiryakilik psikolojisi olarak tanımlanabilir. Tiryakilikte de vardır ya! Uzun süre sigarayı bırakmış birine yıllar sonra sigara içirin sigaranın tadından tiksinecektir. Yeni evime taşınmadan önceydi. Çıkıp sokağın başından sonuna kadar yürüdüm, sonra evime geri döndüm. Yani onun evine.

Çünkü gardıroptaki bazı giysileri, mobilyaların bir kısmını, buzdolabımdaki yiyecekleri hep o getirmişti. Ben ise işsiz kalmadan önce, ortanın biraz altında elde ettiğim gelir ile yaşamaya çalışıyordum. Bunları düşünerek tekrar dışarı çıktım. Aşağı yukarı üç kilometre yol yürümüşüm. O halen bilmez ama ben evimden uzaklaştıkça ondan da uzaklaşabileceğimi düşünüyordum. Yürüyüşüm sırasında yanımdan geçenler, arabalar hiç dikkatimi çekmiyordu. Dedim ya benim için yoktular deniz kenarı beni kendime getirebilir diye düşünmüştüm. Sahilde kayalara çarpan dalgaların serpinti halinde beni ıslatmasına aldırmayarak bir süre durdum. Belki iyi de gelebilirdi ama aklıma Amerika’ya ilk ayak basanların durumu geldi. Karaya ayak basıp medeniyetlerini buraya yerleştiren insanların, okyanusları geçerken gösterdikleri dayanışmanın ardından, medeniyet adı altında yerleştikleri yerde aldatmalar yaşayabilmeleri bana çok mantıklı gelmedi hiçbir zaman. Atlantik okyanusunu geçip karaya ayak basanların hikâyelerini hep merak etmişimdir. Uzun süre denizde gittikten sonra karaya ayak basmanın sevinci kayaların keskinliğine sinen endişelerinden daha mı büyüktü? Veya rüzgârsız günlerde yelkenlerini doldurabilmek ve ilerleyebilmek için rüzgârı bekleyenler ile karaya ayak bastıklarında derme çatma kulübelerinin uçup yıkılmaması için rüzgârsız bir gece olsun diye dua eden aynı insanlar olabilir miydi? Yeni bir umut, yeni bir sevgi veya adı her ne olursa olsun bir yenilik arayanların yüreklerine sığdırabildikleri kadar heyecan ve bir o kadar tedirginlikle söyledikleri “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” sözü bu ikilemlerden kaçmanın sihirli formülü olabilir miydi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir