Ilhami Soysal – Isbirlikciler

23 Nisan 1920 günü. Ankara’da Hacıbayram Camiinde yapılan dini bir törenden sonra, Taşhan karşısındaki (şimdiki Ulus Alanı) kırmızı kiremitli, birbuçuk katlı binada mebus (milletvekili) olarak toplananların sayısı sadece 115’dir. Bu 115 kişi, Türkiye’nin ilk Büyük Millet Meclisinin ilk oturumunda bulunabilenlerdir. Sonraki günlerde, haftalarda ve aylarda sayıları 380’e yükselecektir. Bu ilk TBMM üyelerinin sayıları 380’e kadar yükselecektir ama, aynı zamanda da Đstanbul’daki Padişah Hükümeti, Ankara’daki bu Meclis toplama işini «Huruc-u alessultan» yani Padişaha karşı ayaklanma sayacak, Kuvayı Milliye’yi «Kuvayı bagiye» yani eşkıya kuvvetleri olarak ilan edecek ve Đstanbul’daki Nemrut Mustafa Paşa Divanı Harbi 11 Mayıs 1920’de, ilk TBMM’nin «Reis» seçtiği Mustafa Kemal Paşa ile, Ali Fuat (Cebesoy), Paşa, Miralay (Albay) Kara Vasıf Bey, Washington eski sefiri ve eski Ankara Mebusu (milletvekili) Midillili Alfred Rüstem Bey, Dr. Adnan Bey’ler ve Halide Edip (Adıvar) Hanım’ı idama mahkûm edecektir. Kuvayı Milliye’cilerin «şaki ve bagi» oldukları, «katillerinin caiz olduğu» (öldürülmelerinin din yasalarına uygun olduğu) yolundaki fetvalar ard ardına yayınlanmakta, ajanlar eliyle ya da Đngiliz uçaklarıyla havadan atılmak suretiyle Anadolu içlerine dağıtılmaktadır. 25 Mayıs’ta, Ankara Hükümetinde görev alan eski Harbiye Nazırı ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi Ferik Fevzi Paşa (Çakmak), 6 Haziran’da da Miralay Đsmet (Đnönü), Bekir Sami (Kunduh), Celalettin Arif, Dr. Rıza Nur, Yusuf Kemal (Tengirşenk), Mehmet Rıfat (Börekçi), Miralay Fahreddin (Altay) Beyler gene Đstanbul Birinci Sıkıyönetim Mahkemesince idama mahkum edilecekler, bu idam hükümleri de Padişah iradesiyle kesinlik kazanacaktır. Ankara’daki ilk TBMM’nin açılışına kaynaklık eden Erzurum Kongresine 56, Sivas Kongresine de 38 delegenin katıldığı düşünülürse, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıktan açığa yeni bir devlet ve hükümet oluşturmak için başlangıçta sadece 115 kişinin bir araya gelebilmiş olmasını yadırgamamak gerekir. Ulusal Kurtuluş Savaşı gerçekte bir avuç idealistin öncülüğüyle başlamış, giderek tüm ulusu kapsamış ama bu arada dış düşmanların yanı sıra bir sürü de işbirlikçi ve hainle boğuşmak zorunda kalmıştır. Bu işbirlikçi ve hainlerden, Kurtuluş’tan sonra sadece 150 tanesi, 150’likler adıyla genel bir affın dışında tutulup sınırdışı edilmişlerdir. (1) Ancak bu, 150’liklerin dışında da o kadar çok hain ve işbirlikçi vardır ki, bunlar hatırlandığında, 150’likler listesine girenlerin pek çoğunun işbirlikçiliği, âdeta bağışlanabilir düzeyde kalmaktadır. Örneğin, son Osmanlı Padişahı Sultan Vahidettin bunlardan biridir. 150’likler listesine girmemiştir.


Son Osmanlı Sadrıâzamlarından biri olan Damat Ferit Paşa da öyle… Ve daha niceleri… 23 Nisan 1920’de, Anadolu içlerinde, Ankara’da kelleyi koltuğa almış bir avuç insan Kurtuluş Savaşı ateşini yakmaya çalışırken, Đstanbul’da başta Padişah ve Hükümeti, işgal orduları askerleriyle sarmaş dolaş işbirlikçiliği yapmakta, Anadolu direnişini yok edebilmek için Konya’da, Tokat’ta, Yozgat’ta, Düzce’de, Biga’da, Adapazarı’nda, Koçgiri’de ayaklanma üzerine ayaklanma kışkırtmaktadırlar. Bu konuya girerken, burada iki çarpıcı örneği hemen sergilemek isteriz. Bunlardan birincisi, Ankara’da ilk Meclisin toplanmasından sadece iki gün önce 20/21 Nisan 1920 gecesi Bursa’da ortaya çıkan bir olaydır. Heyet-i Temsiliye tarafından Kuvayı Milliye Kumandanı tayin edilmiş Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Bursa’daki 17. Tümen Komutanı Miralay Bekir Sami Bey şehrin ileri gelen tüm ulemasını (din bilginlerini) toplamışlar, Đstanbul’daki Şeyhülislamın Kuvayı Milliye karşıtı fetvalarına karşı onlardan yardım istemektedirler. Ankara’dan Mustafa Kemal Paşa’dan da bir telgraf gelmiş okunmuştur, işte tam bu sırada, genç bir hoca efendi ayağa kalkıp. — Hakikat sizin dediğiniz gibi değildir! diye bağırır. Kuvayı Milliyecileri suçlamaya başlar. Herşey altüst olmak üzeredir. Ali Fuat Paşa, birden tabancasını çekip bu hocaya yönelir ve gürler: — Sakın yerinden kıpırdama, karışmam! Sonra hemen iki polis çağırtır ve genç hocanın üstünü aratır. Din, iman, müslümanlık, şeriat, padişah, halife diyen hoca efendinin cebinden çıka çıka Đngiliz istihbarat teşkilâtı ajanı olduğunu gösteren bir belge çıkar. Bursalı öteki ulema, ancak bundan sonra uyanıp, Ankara’nın istediği yolda bir karşı fetvayı kaleme alır. Đkincisi ise daha acıdır. Yıllar ve yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Bu bir Đngiliz gizli belgesidir.

Özeti de şöyledir: Đngiltere’nin Đstanbul’daki diplomatik temsilcisi (Yüksek Komiseri) Sir Horace Rumbold’un Đngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a 7 Mart 1922 tarihinde gönderdiği 232 sayılı gizli bir yazıda, «Vahideddin, (Yunan propagandasına karşı Türk tezini Avrupa’ya tanıtmak amacıyla Ankara’dan gönderilen Dışişleri Bakanı) Yusuf Kemal (Tengirşenk) kurul üyelerinden özel katip Kemal Bey’in, kayınpederinin evinde bulunan valizini, katibin iki günlük yokluğundan yararlanarak ajanlarına açtırmış, içindeki altı gizli belgenin fotokopilerini çektirerek, belgelerin gene valize yerleştirilmelerini buyurmuş, fotokopileri 6 Mart 1922 günü emektar bir mabeyncisiyle, Đngiltere Yüksek Komiserliği baştercümanına göndermiştir.» demektedir. Bir Fransız Türkologu olan Jean-Louis Bacqué-Grammont; Salahi R. Sonyel’in 1975 yılında Đngiliz belgelerinden derleyerek aktardığı bu bilgi karşısında şöyle yazmaktadır: «Vahidettin bunları gerçekten çaldırarak. Türkiye’yi işgalinde bulunduran bir ulusun diplomatik temsilcisine göndermişse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çabalarına hıyanet etmiştir.» (2). Ve bilmeliyiz ki, daha böyle nice hain ve işbirlikçi vardır ki, yakın tarihimizin karanlıkları arasında adları üstünde pek durulmadan unutulup gitmişlerdir. Bunları gün yüzüne çıkarmak, günümüz tarihçilerinin başta gelen görevi olmalıdır. — II — BĐR TARĐH YANLIŞI Sözlükler, Đşgal’i, bir yeri almak, tutmak, elegeçirmek, işgalci’yi de işgal eden, içeri giren diye tanımlar… Bu tanımları böylece akılda tuttuktan sonra, ülkemizde eğitimin hemen her dalında olduğu gibi, tarih eğitimi dalında da ezbercilik egemen olduğu için, «— 16 Mart 1920 tarihinde ne olmuştu?» diye sorulsa, alınacak yanıt bellidir: «— Đstanbul işgal edilmişti.» (3). Okullarda da öğretildiği gibi, resmi kayıt, belge ve tarihlere göre de bu böyledir… Evet de, acaba gerçekten böyle midir? Nedense hiç kimse, öylece ezberlenivermiş bir iddianın doğruluk ve yanlışlık derecesini araştırmaz. Madem ki böyle deniyor, böyledir denilir ve geçilir… Üstelik işin kolayına kaçan resmi tarihçilerin bir de yalanlanamaz, yanlış olduğu ileri sürülemez belgesel tanığı vardır: «— Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’u…» Evet, Atatürk de 1927 yılı Ekim ayında altı gün boyu 36,5 saat süren Nutuk’ta, Kurtuluş Savaşının oluşum ve gelişim evrelerini anlatırken, Đstanbul’un Đşgali ara başlığıyla, 10 Mart,1920’de bu son Osmanlı Başkentinde Đngiliz Askeri birliklerinin bazı yeni girişimlerini ve el koymalarını uzun uzun anlatır. Telgraf başında, Đstanbul’dan Telgrafçı Hamdi Efendi’nin çektiği telgraflarla olaylardan nasıl haberdar olduğunu açıklar (4). Bu aktarmalardan dolayıdır ki, klasik tarihi okumuş herkes, Manastırlı Hamdi imzasıyla Đstanbul’dan 18 Mart 1920 tarih ve «Derâliye» çıkışlı, «Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine» diye başlayan, «Bu sabah Şehzadebaşındaki Muzıka Karakolu’nu. Đngilizler basıp oradaki askerlerle Đngilizler müsademe ederek neticede şimdi Đstanbul’u işgal altına alıyorlar.

Berayi malumat maruzdur» biçimindeki telgrafı anımsar. DERYAYI BĐLMEYEN BALIKLAR Nutuk’u okumuş ya da dinlemiş olanlar bilirler: Manastırlı Hamdi ve Harbiye telgrafhanesinden memur Ali, Đstanbul’dan Ankara’ya haber uçurmayı sürdürürler. Hamdi Efendi şöyle yazar: «Bizim en emniyetli bir arkadaşımız var ki yalnız o değil, herkes, yani gelenler söylüyor. Şimdi de Harbiye’nin işgalini haber aldık. Hatta Beyoğlu telgrafhanesinin önünde Đngiliz Askeri olduğunu fakat telgrafhaneyi işgal edip etmeyeceği meçhuldür.» Harbiye Telgrafhanesinden Ali araya girip Ankara’ya bilgi aktarır: «Sabah Đngilizler basarak altı kişi şehit ve cnbeş kadar da mecruh oldu. Şimdi, Đngiliz askerleri dolaşıyor. Şimdi, işte, Đngiliz askerleri nezarete giriyorlar. Đşte içeri giriyorlar. Nizamiye kapısına. Teli kes! Đngilizler buradadır.» Ali devreden çıkınca, Hamdi Efendi’nin telgraf maniplesi tıktıkları sürdürür: «Paşa Hazretleri, Harbiye telgrafhanesini de Đngiliz Bahriye askeri işgal edip teli katettiği gibi bir taraftan Tophaneyi işgal ediyorlar. Bir taraftan zırhlılardan asker îhrac olunuyor. Vaziyet vehamet kesbediyor efendim. Sabahki müsademede 6 şehit, 15 mecruhumuz vardır.

Paşa Hazretleri. Emri Devletlerine muntazırım.» Arada da Hamdi Efendi bilgi vermeyi sürdürür. Beyoğlu telgrafhanesi de işgal edilmiştir, Harbiye telgrafhanesi de. Bir süre sonra Hamdi Efendi’nin konuştuğu Merkez Postahanesi de susar, Đngilizler, Đstanbul’un Anadoluyla haberleşmesini kesmişler, Meclisi basıp bazı mebusları tutuklamışlardır. Bunlara hep işgal denir… Telgrafçı Manastırlı Hamdi Efendi, Harbiye Telgrafhanesinden Ali Efendi, Đstanbul’da bulunan nazır, mebus, kumandan ve hatta Kuvayı Milliye Teşkilâtı hep Đstanbul’un işgâlinden söz etmektedir. Bir tek, Mustafa Kemal’dir ki, Nutuk’unda bu olaydan «Đstanbul telgraf merkezlerinin işgali» ya da «bilmüsademe cebren işgal» diye söz eder. Đşin ilginç yanı, telgraf merkezlerine el koyan «Kuvve-i Đşgaliye» komutanlığı da aynı gün yayınladığı bildiride, bu olaydan «işgal» diye söz etmekte ve Osmanlı Halkına, «işgal muvakkattir» diye de güvence vermektedir (5). Bütün bunlara bakıp, eh Đstanbul’un Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra işgal tarihi 16 Mart 1920’dir demek doğrudur diye düşünülebilir… TARĐHĐ YANILGI Pek iyi pek güzel de, o zaman Kasım 1918’den beri Đstanbul limanına demir atmış yüzden fazla düşman savaş gemisini, Kilyos’tan Çatalca ve Yeşilköy’e, Anadolu yakasında Beykoz’dan Haydarpaşa ve Bostancı’ya kadar pek çok yere yayılıp dağılmış düşman askeri birliklerini, Đstanbul’daki Yüksek Komiserliklerini, Komutanlıklarını neyin nesi sayacağız? Bütün bunlar, yoksa, dostluk gösterisine gelmiş Müttefik kuvvetleri miydi? Peki, gene Nutuk’ta yer alan şu telgrafa ne diyeceğiz? 9 Mart 1920 günü, yani Đstanbul’un resmen işgal edildiğinin açıklanmasından tam bir hafta önce Đstanbul’daki 10.Tümen komutanı bir şifre ile Ankara’daki Yirminci Kolordu Komutanlığına yazmış olduğu 465 numaralı şifre, şöyle: «Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine; Đngilizler tarafından Türkocağı binasının işgali üzerine Milli Talim ve Terbiye binasına nakleden Ocağın bu yeni işgal ettiği bina, dün zevalda Đngilizler tarafından tekrar işgal edilmiştir efendim. Mart 1920 (âdi)» (6). Demek ki, Osmanlı Başkenti Đstanbul’da, resmi ve cebri işgalin öncesinde de Đngilizler, diledikleri resmi ve gayrı resmi binalara, bir işgal ordusunun doğal davranışı içinde el koymaktadırlar. Bu bir tek örnek… Böylece yüzlerce, binlerce örnek var. Bu böylece bilindiği zaman, bir tarihi yanılgıyı düzeltmek gerek. Bu yanılgı da, Đstanbul’un işgal tarihi, gerçekte 16 Mart 1920 değil, 13 Kasım 1918’dir.

Dolayısıyla Đstanbul, Osmanlı Devletinin 466 yıllık başkenti, — Đstanbul 1457 yılında başkent yapılmıştır — Üçbuçuk yıl değil, tam 1784 gün, yani beş yıla yakın süre işgal altında kalmıştır. 13 Kasım 1918’den, 2 Ekim 1923 tarihine kadar… Đşgal tarihi’nin 16 Mart 1920 değil, 13 Kasım 1918 olduğunun bir başka tanığı da gene bizzat Mustafa Kemal Paşa’dır. Yıldırım Orduları Grup Komutanlığından istifa eden Mirliva Mustafa Kemal Paşa o gün, yani işgal donanmasının Çanakkale’den geçip Đstanbul limanına demirlediği ve taretlerini Đstanbul üzerine çevirdiği günün akşamı, Haydarpaşa istasyonunda, Adana’dan beri geldiği trenden inmiş, bir istimbotla bu düşman zırhlılarının arasından karşıya Đstanbul tarafına geçmiştir. Geçerken de, yanlarından geçtikleri dev gibi düş man gemileri karşısında üzüntüyle bunları seyreden yaveri Cevat Abbas’a; «— Geldikleri gibi giderler…» demiştir (7). Gidecek olanlar kimdir? Kim olacak? Elbetteki Đstanbul’daki işgalciler… DÖRT BAŞI MAMUR ĐŞGAL! Evet. Đstanbul. 16 Mart 1920’de değil, 13 Kasım 1918 tarihinde işgal edilmiştir. Üstelik de dört başı mamur şekilde… Çanakkale Boğazını zorlayıp da 1915’de ağır bir yenilgiyle yüzgeri eden Đtilâf Donanması, 30 Ekim 1918 Mondros Bırakışmasından sadece ondört gün sonra. 61 parçalık bir armada ile, Đstanbul önlerine gelip demirlediğinde, karaya çıkan Bahriye silahendazları, Kumkapı, Ahırkapı, Sarayburnu, Galata Köprüsü, Sirkeci, Galata, Salıpazarı, Dolmabahçe rıhtımlarına asılmış yüksek binalardan sarkıtılmış Đngiliz, Fransız, Đtalyan ve Yunan bayraklarıyla, alkış tutan, «Hurra» çeken, «Zito» diye bağırışan çılgın ve sarhoş kalabalıklarla, ellerinde çiçekler bulunan Rum. Yahudi, Ermeni ve levanten kız ve kadınlarıyla karşılanmışlardır. Galata, Yüksekkaldırım, Beyoğlu, Nişantaşı, Şişli yolları ve sokakları, kurtarıcılarını alkışlayıp kucaklayan azınlıklarla doludur. Bunlar sokaklarda dans etmekte, pembe ablak yüzleri, başlarında yana eğilmiş mavi bereleriyle Fransız, soğuk ve küstah görünüşlü Đngiliz ve buralara neden, nasıl ve niçin geldiklerine karar verememiş ürkek ama şamatacı Đtalyan deniz piyadeleri ve hele Yunanlılar gemilerinden çıktıklarında çan sesleri arasında, başlarına çiçekler serpilip, ortodoks papazların üzerlerine okunmuş sular döktükleri, kutsanan Yunan efzon askerleri süngülerini, tabancalarını, meçlerini cakalı cakalı sallamaktadırlar. Bir tek, Müslüman Đstanbul’dur ki, Fatih’i, Çarşamba’sı, Süleymaniye’si, Beşiktaş’ı ile içine çekilmiş, durgun ve ağırbaşlı bir yenilgi acısı içindedir (8). Đşte Mustafa Kemal Paşa, Đstanbul’a ayak bastığı gün bu azgın karşılayıcı ve şımarık «sözde kurtarıcıların» arasından geçerek önce Akaretler’deki annesinin evine gitmek istemiş, yol bulamamış, bunun üzerine Beyoğlu’na doğru yürümüş, Pera Palas’a yerleşmiştir (9). Đşin aslına bakılırsa, Mondros Bırakışmasından sonra, Đstanbul’un işgali için ortada hiçbir gerekçe yoktur(10).

Nitekim, 30 Ekim 1918 tarihinde, Mondros Ateşkesini Osmanlı Devleti adına Đngilizlerin Akdeniz’deki Donanma komutanı Amiral Calthorpe ile imzalayan Türk Delegasyonu Başkanı, Bahriye Nazırı Rauf Orbay, Đngiliz Amiral’den, «Hiçbir Yunan savaş gemisinin Đstanbul’a veya Đzmir’e gitmemesi, Đstanbul’un işgal edilmemesi konusundaki kuvvetli isteğinizi hükümetime bildirdim…» diye yazılı bir «sözde» güvence de almıştır(11). Bir vatansever olduğu kuşku götürmemekle birlikte daha sonraki yaşam çizgisinde de görüldüğü gibi, politik kıvraklıktan hayli uzak biri olduğu anlaşılan, Hamidiye Kahramanı Rauf Bey, ateşkes andlaşmasını imzalayıp Đstanbul’a döndüğünde 2 Kasım’da gazetecilere, Đngiliz Amiralinin sözde güvencesine dayanıp, «— Sizi temin ederim ki. Đstanbul’umuza tek bir düşman askeri çıkmayacak,» diye demeç vermiştir. Rauf Bey bu demecinde şunları da söylemektedir: «Yaptığımız mütareke umudumuzun üstündedir. Devletin bağımsızlığı, saltanatın hukuku, milletin onuru tümüyle kurtarılmıştır» (12). Düşman sözüne güvenmenin sakıncalarını Rauf Bey kısa bir süre sonra, gözleriyle görmüş, bilfiil yaşamış, Đstanbul’dan Anadolu’ya zorlukla kaçabilmiş, Mustafa Kemal’le birlikte Erzurum ve Sivas Kongre’lerine katılmıştır. Tarihin garip bir cilvesidir, Rauf Bey, Anadolu Direnişçilerinin, ulusal kurtuluşçuların iki numaralı adamı olarak Đstanbul’daki Padişahın, yeni bir Millet Meclisi toplanmasını kabul etmesinden sonra mebus (milletvekili) olarak yeniden Đstanbul’a geldiğinde, 16 Mart 1920’da Đngilizlerin bu meclisi basması üzerine tutuklanıp, Malta adasına sürülmüştür.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir