Ahmet Buke – Kumrunun Gordugu

Mahallenin girişindeki ihtiyar palmiyenin taşakları çıktı! Ben inanmadım tabii. Ama Ayazağa Teyze ısrarla kapımı çaldı. Açmayınca pencereyi taşladı. Sonunda bisikletimin ön tekerleğini tığıyla delik deşik etmesine dayanamadım. Perdeyi çektim. “Yemin ederim; nah şu kadar tüylü, esmer taşakları var.” Mucit Dede yolun altındaki kapısından çıktı. “Hanım, hanım! Ayıptır. Bari husye deyiniz.” “Ay sana da husyene de şimdi! Kafam kadar, diyorum. Patlasa mahalle pekmeze batar.” Mucit Dede duramadı daha fazla. Evine geri çekildi. Konu komşu birikti. Hep beraber sokağın başına doğru yürüyüp kayboldular.


Ne olacak bu insanların hali? Yoksulluktan delirdiler toptan. Yalınayak çocuk sürüsü seğirtti arkalarından. “Taşaklı palmiyee, sadece bizdeee!” Mucit Dede’nin uzun, kirli siyah mutfak bacası dumanlar içinde havalandı. Fakir bir füze daha mahalleden ayrılıp ay yörüngesine doğru koptu gitti. * * * Misafirliğe kötü zar –teyze– geldi: 3-1 Ağlamayı bilmiyordum yazmadan önce. Kâğıt kalem alalı maaile sulugöz olduk. Kalemi dilimin ucunda ıslıyorum, nenem başlıyor dizlerini dövmeye. Çiçekli donluğu var onun. İki yirmi pazenden olma. Kocakarı işi. Koyu zeminde küçük beyaz papatyalar açmış. “Evladım benim,” diyor. “A”yı uzatmadan kısa geçiveriyor. Nenem macir ya benim. Eskiden çocuklar eğlenirdi benimle.

“Macir, götü cırcır.” Ağlıyoruz dedim ya; dedem, babam, kedimiz Yusufçuk, annemin patikleri alıyor sırayı. Annemin patikleri kaldı yadigâr. Annemi alıp götürdüler. Sıcak suyla yıkamışlar. Ben görmedim. Nenem anlattıydı. Çiçekli donunu çekiştire çekiştire ağladıydı. Bu akşam da kötü zar geldi: 3-1 teyze. O üç anlatacak, ben bir yazacağım. Hep bir ağlayacağız. * * * t a n a b a tanaba entububa entububa arabina varabina paluha inşai * * * Dünya Kedi Kongresi bizim arka bahçede yapılacakmış. Yok artık, daha neler! Çift Kuyruk, bizim Yusufçuk’un yâreni, gelip anlattı hazırlıkları. Bana düşen kaşarlı köfteymiş. “Hay hay,” dedim.

“Görev bilirim.” “Estağfurullah abicim. Görev ne demek. Mahcup bir rica bizimkisi.” Esaslı çocuk bu Çift Kuyruk. Geçen gün müezzine özendi ama. Kafa kıyak. Bıyıklarında beyaz toz falan. İstimi üzerinde senin anlayacağın. İlla çıkıp cumayı okuyacak. Herkes önüne durdu. Müsaade etmediler oğlana. Üzülmesin diye bize getirdim. Nenemle karşılıklı sala okudular. Hepimizin gözleri yaşardı.

Annemin patikleri dahil. O ne methiyedir geçen ömre ve biten zamana. Çift Kuyruk’u hiç kırmam ben. Dedim ya, iyi çocuk. Az biraz pireli. Ama o kadar da olsun. “Kongreniz başarılı olur inşallah. Allah tamamına erdirsin,” dedim. “Amin,” dedi. Kapanışta Yasin okuyacakmış. Nenem duysa ağlar histen. Söylemedim ama ona. Taşikardi. Korkuyoruz pat diye kalacak. * * * Fırlama bir meyhane buldum.

Yavuz Abi’nin yeri. Güya beni tanırmış. Liseye giderken okulu kırıp gelirmişim. Nasıl da yalan artık! Sinirlenip çıktım. Kalyon birahanesine girdim. Aman ne kötü karşıladılar beni. Bira, çerez; para peşin, dediler. Erkekliğe bok sürmedim, çıkmak da olmaz. Garson çam yarması. Gözüm yemedi. Maçam sıkmadı. İki dikişte bitirdim kulpluyu. Koşup Yavuz Abi’ye girdim. “Oğlum,” dedi. “Paran yoksa siktir et.

Bizden olsun bugün de.” Utandım önce. Sonra kazımadım. “Sübye, rakı, sardalye, on midye dolma açıver.” Yahu bunları ezbere söyledim sanki! Aklımın içinde kilitli bir odada duruyorlardı da aniden anahtarı buldum, hepsini açık havaya, öyle serinliğe, buluttan ve nemden uzağa bırakmış gibi oldum. Halbuki uzay gemisi kadar yalnızdım bu dünyada. “En fenası, rakı ısmarlayacak birinin bile olmaması.” Nah alnında gümüş renkli mermileri sırtlanmış kadın dövmesi taşıyan Yavuz Abi söyledi bunu. Karısını yirmi beş kuruşa satmış. Hilal İstasyonu’nda. Arkadaşları bunu zorla çökertmişler akasyanın dibine. Kör karıyı çağırıp cebren dövme kakmışlar alnına. Yirmi beş kuruş dövmesi. Sonra Yavuz Abi hem karısını hem de sattığı adamı vurmuş. Yalan da olsa dinleniyor meyhanede.

“Seni tanıyorum ben. Ama sen kendini biliyor musun acaba?” dedi. Hakikaten biliyor muyum? Uzaydan koptum geldim. Zımpara gibi havadan geçerken alev aldım kesin. En çok da ayaklarım yanıyor. Çıra kokusu. Kim fırlattı lan, beni? Mucit Dede’yi bulmalı. Olmadı yine okurum önceki sayfaları. Kimim lan, ben? Alnımdan başlayan dudak gölgeme kadar uzayan bu yara izi de ne? Yavuz Abi, “Bu ne oğlum ya?” dedi. Yokmuş eskiden bu faça. * * * Ben öylesine yürüyorum ya, tıngır mıngır. Garaj gibi bir yere varmışım. Kollarım yorulmuş. Sallıyorum ya, yürürken asker gibi. İnsanın ayakları sızlar halbuki.

Benim tersi oluyor. Rap rap rap. Tanrımıza hamdolsun… Hamd ile şükür arasında ne fark var? Uzun Kuyruk’a sorayım bunu. Yoksa Çift Kuyruk muydu? Ah benim bu dağınıklığım. Aklım da cebim gibi. Çakı, kâğıt mendil, jeton, kuru erik, darbımesel, Daday’a bir bilet. Ne ararsan var. Kafamın içi de böyle. Garaj diyordum. En güzel arabalar Kasaba’ya gidiyor. Masmavi kuşaklar içinde ve lastikleri siyah yağmur bulutları gibi. Yorgunum, deyiverdim kendi kendime. Oysa yorgunluk aniden gelmez. Bunu herkes bilir. Damlayarak birikir o.

Tıpkı musluktan maşrapaya sakince düşenler gibi. Tıp tıp. Önce duyulmaz, biraz birikti mi evin içinde trampet çalar. İnsan yorgunum, demeden önce ıhlamaya başlar. Sonra anlar başına geleceği. Ama bende yok öyle insana yakışır taraflar. Kalabalığın arasından sıyrılıp kaldırıma oturuverdim. Yorgunsan oturursun. Ama eşek gibi atmazsın kendini. Efendice, usul usul. Elini dizine koyup oy anam, dersin. “Sen ne yapıyorsun burada?” “Kim?” “Kime diyorum?” “Oturdum işte.” “Olmaz öyle.” “Nedenmiş?” “Bu kaldırım benim. Sen öteye şu mısırcının yanına git.

Hadi!” “Tapuladın galiba. Sen yaylansan oraya.” “Olmaz.” “Neden?” “Mısırcı, Denizli horozu gibi yellenir.” “Tövbe yarabbi,” deyip kalktım. İki çocuk yere tükürüp birbirlerini ittiler önümde. Yazıhanelerin birinden çıkan adam höykürdü. Çocuklar ürkek serçeye döndü. Ayakları yerden kesildi. Ben gidene kadar mısırcı arabasını iki tekerleğin üzerinde kaldırıp gitti. Ondan kalan boşluğa oturdum. Havayı kokladım. Yok, osuruk falan kokmuyor. Bu yine geldi yanıma. Boş, kurşuni tepsisini dizlerine dayadı.

“Burası da mı senin, yoksa?” “Yok, serbest.” “O zaman şimdi de sen siktir git, bakalım.” Küser gibi oldu. Karşı kaldırıma geçip oturdu. Dayanamadım. Yanına vardım. “Alınmadın ya?” “Yok.” “Ne satarsın sen?” “Nane şekeri. Yolculara.” “Şu otobüslerin içine girip satanlardan mı?” “Hı, bildin.” Ön dişleri yok bu oğlanın. Ayağına geçirdiği sandaletler kir içinde. Pis ayakları da. “Hiç kalmadı mı nane şekeri?” “Yok, dün bitti.” “E, bugün boş mu gezdin?” “Hı, bildin.

” Dün kazandığını yemiş oğlan. Bakkal da veresiye vermemiş. Bugün tepsiyi dümbelek yapıp çalası varmış. Ben söyledim, o vurdu kıçına kıçına kalaylının. Yolcular dönüp baktı. Kadının birisi ayıpladı bizi. Yaşlı amca göbek attı karşımızda. Yoruldu galiba. Durunca sordum: “Nereye şimdi?” “Eve. Sen?” “Bilmiyorum.” “Evin nerede?” “Şimdi çıkaramadım. Biraz düşününce bulurum belki.” Hiç yadırgamadı beni. Diğerleri gibi yüzüme boş boş bakmadı. Kalktım.

Yürüdüm. İnsan yolda da bulur evini. * * * Annemin mektubunu buldum el yazımla yazılmış. Polisten kaçarken defterin arasından düştü. Kalbim çıkacaktı, yine de döndüm aldım. Üstelik fark ettim de hızlı koşuyormuşum. Üniforma görünce neden hemen arkamı dönüp topukluyorum acaba? Çok da güzel döktürmüşüm. İnci mübarek el yazım. Oğlum, Sırt çantanı yüklenip gidişini hatırlıyorum. Sokağın sonuna varana kadar her adımında içim yeniden alevlenip söndü. Acaba geri döner misin diye umut ettim. Bana kızma ve arka sayfayı oku ne olursun. Annen Sayfanın arkasını yırtıp atmışım. Ben. Ayakları yanan uzay gemisi.

Polis kovalar. Annemin sayfası uçup durur gözlerimin önünde. Siyah çizikler içinde. * * * Büyük misafir odası buldum kendime. İki yüz adıma bilmem kaç adım. Enini kolay ölçtüm. Boyuna gelince sıkıldım. Taşlardan da sakındım ayağımı. Çakıl çukur dolu ortalık. Ama temiz ve boş. Benim sayılır. Kapıda kocaman “Defin Hizmetine Kapalıdır. Dualarınızı Eksik Etmeyin” yazmışlar. Bir nevi kimsenin olmadığı misafir odası. Öyleyse herkesindir, dedim ve ceketi attım en güneş alır, rüzgâr almaz köşesine.

Boşluk dolu ağırlıklar geldi kondu yüreciğime. Halsizim. Halden anlarım ama. Sessizliğin kıymetini biliyorum burada. Geceleyin düdüklü bir şapka geçiyor dışarıdan −duvarın üzerinden şapka kısmı görünüyor sadece−, onu biliyor ve sayıyorum. Ne kadar sessiz olursam o kadar benim olur bu misafir odası. Ya da herkesin. Uzun geceler boyu, bu çıtçıkmazlığı bahane ederek aslında, süreklilik konusunda düşünüyorum. Misal şu karınca. Sırtında, aslında ağzında demeliyim, taşıdığı çiğdem kabuğunu sayamadığım diğerleri gibi aynı yoldan yuvasına taşıyor. Daha yavaş ve tane tane anlatayım: Çiğdem kabuğu — yuvaya taşınacak. Çiğdem kabuğu — her defasında tek bir karınca tarafından yuvaya taşınacak. Çiğdem kabuğu — her karınca aynı yolu izleyecek. Çiğdem kabuğu — bulunduğu yer – ana patikaya giriş – yol üzerindeki mermer kırığının üzerinden geçiş – ana patikanın devamına katılış – yuva ağzına varış. Şimdi bütün bu süreklilik diyelim ki bir noktada kesiliversin.

Mesela karınca mermer parçasına dokunur dokunmaz kendini yuvaya daha yakın mesafede ama yine asıl patikanın üzerinde buluversin. Peki, bu süreksizliği nasıl ifade edeceğiz? İşte sessiz olan herkesin oturma odasında bunu düşünürken aslında zamanın da süreksiz olduğunu anladım. En büyük kanıtı da ben değil miyim bunun? Düdük ve şapka saati. Şimdi iyice sarınmalı ve susmalı. * * * Şöyle laflar duyuyorum etrafta:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir