Ahmet Oktay – Gece Defteri, Günlük

Bu kitap, alt başlığından da hemen çıkarsanabileceği gibi, bir “gizli günlük” değil. Okur, kişisel yaşamıma, özel kaygılarıma, ruhsal sorunlarıma ilişkin hiçbir şey bulamayacak okuduklarında. Ama burada söz konusu olan yine de Ben’im. Yazarlardan, kitaplardan, düşüncelerden, olaylardan söz ediyorum. Ben konuşuyorum yani. Güncel ile tarihsel olan arasında bağ kurmak istiyorum. Yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz dehşeti ve güzelliği, sorunları ve çözüm çabalarını izliyor, kendimce sonuçlar çıkarıyorum. Gerekli bir kitap mı bu? Tam bilemiyorum. Rahmetli Oktay Rifat, bu dünyadan göçüp gitmeden önce, terekesini temizlemiş, yazınsal yaşamım işte bu yayımladıklarımdan ibarettir demiş, gizemli bir yazar olmak istememişti. Ardında pekâlâ küçük/büyük günahlar ve suçlarla dolu birçok günlük bırakabilirdi. Yarma kalır mıyım kalmaz mıyım? Hiç bilmiyorum. Üstelik böyle bir kaygıya da kapılmadım. Zaten böyle örtük bir arzu bulunmadan yazılabilir mi? Yazmak, yazmayı sürdürmek, bir anlamda yarında süreceğine inanmaktır. Bu yüzden, yarma da kalmayı arzulayan bir şair/yazar olarak, tıpkı Oktay Rifat gibi ardımda kalacak sandığın fazla kurcalanmasını istemiyorum. Batı’da Gide, Türkiye’de Birsel gibi düzenli bir Günlükçü olmadım zaten.


Aralıklarla tuttuğum birçok günlüğü ya yaktım ya yırtıp attım. Elimde, gün gün değil, ara ara tutulmuş 1984, 7 1990, 1991, 1992 ve 1993 yıllarına ait beş defter var. Türkiye’nin karmaşa yılları bunlar. Ne demişim, ne düşünmüşüm diye merak ederek okuduğumda, Günlükler’in içinde okurun da ilgisini çekebileceğini sandığım düşünceler bulunduğunu gördüm. Edebiyat, sanat, kültür, siyaset sorunları üzerinde kitap okumaları dolayısıyla geliştirilmiş bu düşüncelerin tarihleri yazarlığım açından ilginç göründü bana. En azından benim okurlarımın -bir okurum olduğunu biliyorum- hangi sorunlara hangi tarihte değindiğimi bilmelerini istedim. Bu Günlük’ün Türkiye’nin entelektüel yaşamı hakkında kimseye çamur atmadan, kimseyi küçültmeden bir fikir de verebileceğine inanıyorum. Bir iki küçük öfkenin ve eleştirinin asla kişisel hınç alma duygusuyla ilgisi olmadığını, okurun hemen anlayacağına inanıyorum. Zamanımla hesaplaşmaya, zamanımdan öğrenmeye çalıştığımı gördüm bu düzensiz Günlük’lerde. Belki binlerini ilgilendireceğini sanmam da bu zaman sorunu dolayısıyla güçlendi içimde. Birçok günce, kitabın hacmi fazla artmasın diye tarafımdan çıkarıldı. Defterler de kitap yayınlanır yayınlanmaz yakılacak. Zaten her kitap, son çözümlemede, birer Günlük değil midir? Gece Defteri’nin bir yerinde Simon de Beauvoirün Sartre’ın ölümünü Veda Töreni adlı güncesinden önce Mandarinler romanında imlediğini öne sürdüğümü göreceksiniz. Benim bu Günlük’lerde dile getirdiğim kimi anlık düşünceler ve duygulanımlar da tutulduğu tarihlerden önceki ve sonraki günlerde zaten yazılaştırıldılar. Okur, bir iki kişisel tartışmaya ya da tepkiye rastlayacak.

Ama kim silebilir kendini tümüyle yazısından. Üstelik, bunları kimileri gibi dergi sayfalarına dökmemişim, kendimi doğrulama payları çıkarmamışım. “Bakî kalan bu kubbede bir hoş sâdâ imiş.” 8 1984 ı Ocak 1984 1983’ün son gecesi Sevim Burak’ın ölüm haberini aldım. Dilerim, yeni yıl böyle haberlerle dolu geçmez. 1957-58’lerde tanıdım Sevim’i. O sıralar Galatasaray’da, o görkemli yapılardan birinde oldukça iş yapan bir “terzihanesi” vardı. Ömer Uluç’la yaşıyordu. O atölye, bir dönemin yazarlarının, ressamlarının uğrak yeriydi. Sevim, 1951’lerde Yeni İstanbul gazetesinin açtığı öykü yarışmasında derece almıştı ama, benim tanıdığım sıralarda yazarlığı “seçmiş” görünmüyordu henüz. 60’lardan sonra işi ciddi tutmaya başladı. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, “velut” bir yazar değildi Sevim. Öyle bir yazar olmayı da istemedi. Yazı, bir uğraş değil, neredeyse kutsal bir törendi onun için. Ancak büyük bir gereksinim duyduğunda, daha doğrusu ruhsal bir zorlanma sonucunda başlardı yazmaya.

Gelgelelim, bundan sonrası şaşırtıcı, beklenmeyen bir teknik sorununa dönüşür, Sevim durmaksızın bir biçim ve biçem araştırmasına girişirdi. Kendini hiçbir kez içinden yükselen o dürtünün beraberinde getirmiş olması gereken kendiliğindenliğe kaptırmazdı. O bir anlık esin’in ardından laboratuvanna kapanırdı Sevim. Terekesinden hayli metin çıkacağını umuyorum. Ne yazık ki, çok istememe rağmen, Adam Yayınları’nda çıkan oyunu ve öyküleri için sağlığında yazamadım. Yaşam, niyetleri de tasarıları da ne kadar sık bozguna uğratıyor. Bütün bir geçmiş, o korkunç ve her şeye rağmen “kardeşçe bohem” gözümde canlanıyor. Yapabildiğimiz ya da yapabileceğimiz, yaşamı o yılda, o biçimde yaşamakmış. Olanca somutluğuyla. Kim ne derse desin: O yaşamdan çok şey kazandı kazanmayı bilen. 11 2 Ocak 1984 Sevim için kısa bir anma yazısı yazdım. Onun geçmişi alımlayış biçimi üzerine oldukça doğru gözlemler yaptığımı sanıyorum. Savlarımı genişletip daha ayrıntılı bir çözümleme yapmam gerekiyor. Sevim’de fantastik olan rastgele değil çünkü, bir işlev yüklenmiş durumda. N.

Eray’da süslemeci bir nitelikte görünen Sevim’de varoluşa ilişkin sorunlara bitişiyor. Sahibinin Sesi’ni hiçbir tiyatrocunun görmeyişine de akıl erdiremiyorum. Yaratıcı bir yönetmen bir şölen üretebilir aslında o oyundan. Gerçekten de, her türlü sahneleme tekniğine olanak veren bir oyun Sahibinin Sesi. Kural tanımayan, düşlemin tüm ayakbağlarmı çözen bir oyun. Ama şimdilerde herkes gibi tiyatrocular da önce gişeyi, sonra da vatanı kurtarmayı öngörüyor, tiyatroyu değil. Oyun yazarları da en ufak bir tarih bilinci edinmeden tarihe eğiliyor ve seyirciye büyük bir sessizlik sunuyorlar. Tarihin o gürültülü geçmişinden böylesine cılız bireysel psikolojiler üretmek de bize özgü elbet. Sevim’in oyunu sahnelense, IV. Murat’tan çok daha fazla ayak sesi duyacağımıza eminim ben. Gramofondaki konuşmaları da gerçek kişilere yaptırmalı bana kalırsa, dilleri ağızlarının içinde büyüyen aktör ve aktristlere değil. Oyunun sonundaki o konuşmalara ilişkin “yuki gibi” nitemi, giderek arabeskleşen, bürokratlaşan ya da tekdüzeleşen toplumsal yaşamımıza da çok uygun düşüyor elbet. Devrimci siyasal mücadeleyi bile yukileştiremedik mi zaten? Ama faşizmin yukileştiği görülmüyor henüz. 3 Ocak 1984 Düşünür-gezer yazısına başladım. Benjamin’in kavramlaştırmalan çok ilginç.

Gerçi o, Marks’ın kimi düşüncelerini izleyerek işçi sınıfının gelişimi ve toplumsal kuramın belirişi dolayısıyla flaneur’ün işlevini yitirdiğini öne sürer. Ya da yitireceğini. Baudelaire’in bir toplumsal kuramdan yoksun olduğunu, bu yüzden gerçekliği sınıf ilişkileri açısından alımlayamadığım vurgular ve düşünür-gezerliği’nin bu durumdan kaynaklandığını söyler. 12 Gerçekten de şairin düşünür-gezer olarak yaşaması olanaksız mı artık? Sanmıyorum. Kitle iletişim araçlarının yayıp geliştirdiği ideoloji, kültürün görselleştirilmesi, yaşamın yalnızlaştırılması, kullan-at anlayışının yaygınlaşması, insanın nesnelerle kuşatılması ve doğadan, doğal olandan sürekli koparılması şairin yeniden marjinale çekilmesini gerektirecek gibi görünüyor. Genç şairler nedense hâlâ siyasal sözün kitlelere işlemesi bir yana ulaşamadığını bile göremiyorlar. Soyutluk, sardı şiiri. Günlük yapıp etmelerden, nesnelerden, olgulardan giderek uzaklaşılıyor. Üstelik bir örnek dille konuşuyor herkes. Düşsüz, kişisel imgeden yoksun bir şiir ortalıktaki. Ne kırın ne kentin dramı farkediliyor. Verili toplumsal yaşamın ve değerlerin içine iyice yerleşen şair, siyasal protesto ile verilmişi aşabileceğini sanıyor. Ama benimsediği yaşama biçemi ve etik’i siyasal karşıtının. Dahası siyasal protestosu da parçalı. Dizgenin burasını reddediyor ama şurasını kabul ediyor.

Sözü bu yüzden işlevsiz. 4 Ocak 1984 Kırın ve kentin dramı diye yazmışım dün. Latife Tekin’in başarısı burada yatıyor. Kırın gerçeğini yaşayan biri Tekin. Köyün bir flaneur’ü bal gibi. Bir koleksiyoncu, paçavra toplayıcısı, lodosçu. Köyün yalnızca iktisadi ilişkiler üzerinde kurulmadığını, toplumsal ilişkilerin ve düşüncelerin de en az onlar kadar önemli olduğunun farkında. Yapı ve üst-yapı ilişkilerinin karşılıklı etkileşimini, ideolojilerin de kendi düzeylerindeki belirleyiciliğini görüyor. Kuşkusuz, Güney Amerika romancılarının, özellikle Marquez’in etkisi var. Marquez’i okumaması efsaneye ilişkin olanı atlamasına yol açabilirdi herhalde. O insanların o cinler, perilerle gerçeklik kazandıkları besbelli. 5 Ocak 1984 Sevim, bugün Kuzguncuk Camii’nden kaldırıldı. Cenazelerde karşılaşıyor artık yazar çizerler. Görmediğim nice kişiyle karşılaştım. Zaman da yaşam da ayırdı çoğumuzu.

Doğal olarak. Cenazeden sonra Edip, Muhteşem Sunter ve Tülây iskele13 nin bitişiğindeki meyhanede oturduk. Cenazenin ardından güzel, dostane bir gün oldu. Yalnızca o eski meyhanenin lüksleşmesine üzüldüm. Kahverengi formika masalarını da sevmedim. Ne güzeldi eskiden: Tahtaydı tümü de. Yaşamımızı her yandan kuşatıyor yeni teknoloji. TV ve video uygarlığı içinde yaşayıp değerleri korumanın yolunu bulmalıyız. Ben bile kimi zaman kaç saatimi öldürüyorum ekranın karşısında. Cansever’le şiiri üzerine de konuştuk. Bezik Oynayan Kadınlar çözümlememe değindi. Cemile’nm IV’üncü mektubundaki “Karşı vitrinde/Yeni cilalanmış bir tabut” dizelerini anımsatarak: “Bir imge o” dedi. Geleneksel şiir anlayışını çoktan terk etmiş Cansever gibi bir şairin, imgelerin tek başlarına değilse bile bütünde eklemlendiğinde bir anlam ürettiğini görmek istememesine şaşırdım elbet. Şiirin, yayınlandıktan sonra şairinden bağımsızlaştığını ve tasarlandığından fazla bir şey olduğunu da yeterince anlamış görünmüyor Edip. İmgeler özgür değildir.

Ne yazık ki. Hele masum hiç değil. 6 Ocak 1984. Dün sabaha karşı şu cümleyle uyandım: “Posta kutusu. Bağırmamış, hayır. Kansı soluna dönmüş, uyuyor.” Böylesine netlikle gelmesi cümlenin, şaşırtıcı. Şu bir türlü başlayamadığım romanın giriş cümlesi bu. Uzun süredir kurguladığım konunun bir trük’ü bu posta kutusu. Ama henüz flu yanlar var. Ne zaman başlarım bilemiyorum. Ne var ki Tülây’ın sorusu çok geçerli: “Zaro ağa mısın sen?” Gelgelelim, ölüm gündemde değilmiş gibi davranıyorum: acele etmeden. Biçimi çözümlemeden bir romana nasıl başlanabilir ki? Şiirde bir sözcükle başlandığı olur, ama roman. Çünkü toplumsal bir araştırma değil mi roman önünde sonunda? Bir “bozulma”nın araştırılması. Buysa, yazılırken bulunan yapı’ya bel bağlamayı olanaksızlaştırıyor.

Yüzde sekseni, hatta biraz daha fazlası kurgulanmış olmalı romanın. Çünkü, yazarken bulunan yeni bir teknik çözüm, yeni bir romana başlamak demektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir