Ahmet Sik – Imamin Ordusu

Ahmet Şık’ın yazdığı ve çalışma başlığı “İmamın Ordusu” olan kitabı şu anda “Dokunan Yanar” başlığıyla ekranlarımızda… Kitabın sahte kopyalarının elektronik ortamlarda dolaştığı şu günlerde, okurların “kitabın aslı”nı okuma olanağının sağlanmasını demokratik bir görev, düşünce özgürlüğünün savunulması yönünde bir katkı olduğu inancındayız. Kitabı internet ortamında yaymamızın tek nedeni ve amacı bundan ibarettir… “Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”. Martin Niemöller1 “Dokunan Yanar” Cemaat emniyette nasıl örgütlendi? 1 Alman ilahiyatçı Martin Niemöller (1892-1984), pişmanlığını dile getiren bu satırları yazdığı 1946’da dünyanın ikinci paylaşım savaşı sona ermişti. Alman Proteston Kilisesi’nin Nazilerle işbirliği yapmasına muhalefet eden İtiraf Kilisesinin (Bekennende Kirche) yöneticisi olan Niemöller, bugün Dünya Ökumen Kiliseler Konseyi diye anılan Dünya Kiliseler Konseyi’nin de başkanlığını yapmıştı. Önceleri inanmış bir Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçmeni olan, Yahudi soykırımını destekleyen Niemöller, daha sonra kiliseler arası kavgalarda kendisini geliştirerek bu ırkçı fikirlerin karşıtı bir direnişçi olmuştu. Konuşma yasağına rağmen verdiği vaazlarla Nazilerin tepkisini çekti ve tutuklandı. İlk tutukluluk hâli kısa sürse de, 1937’de yeniden tutuklanarak o da toplama kamplarını boylayanların arasında yerini aldı. Savaş sonrasında da kiliseye dönerek bu kez de Almanya’nın silahlanmasına karşı mücadele veren önemli isimlerden oldu. 2 Devlet İslamcılara hep ihtiyaç duydu Fethullahçıların 1980’lerin ortalarından başlayarak sistematik biçimde örgütlendiği Emniyet teşkilatının, bugün itibariyle büyük çoğunluğunun cemaatçilerin elinde olduğu artık herkesin malumu. Bir diğer önemli tespitte bulunmak gerekirse, şimdi Fethullahçılık diye anılan özellikle asker başta olmak üzere devletin gözünde “İslamcı tehlike” olarak adlandırılan bu yapının, yıllar öncesinden, 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bizatihi şimdi kendilerini tehlike olarak gören cuntacılar tarafından palazlandırıldığını söylemek yanlış olmaz. 28 Şubat 1997 postmoderin darbesi2 süreci ve sonrasında Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) başında Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel bulunuyordu. Darbenin 2.


yıldönümünde kendisiyle yapılan bir röportajda, “Bu bir süreçtir. Yani Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlamış, devam eden bir süreçtir. Devam da edecektir. Bu böyle gidecek”3diyordu. MGK’nin asli unsuru ve belirleyici gücü olan orduya komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da 28 Şubat sürecinin 1923’ten bu yana sürdüğünü ifade ederek, “İrtica ne zaman palazlansa bu süreç kendini gösterir… İrtica tehdidi 2 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan ve Türkiye siyasi tarihine geçen kararlar, “postmodern darbe” diye anılmaktadır. Necmettin Erbakan liderliğindeki RP 1995 genel seçimlerinden az farkla da olsa ikinci DYP ve üçüncü olan ANAP’ın önünde birinci parti olarak çıkmıştı. Seçimlerin ardından kurulan DYP-ANAP koalisyon hükümeti, RP’nin güvenoylaması hakkında hukuksal inceleme yapılması için Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru haklı görülerek geçersiz sayıldığından dağılmıştı. Bunun üzerine TBMM’de birinci parti durumunda olan RP ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan ittifakla RefahYol hükümeti 8 Temmuz 1996’da güvenoyu aldı. Ancak hükümetin, kendilerinden zaten rahatsız olan askerlerin istediği biçimde davranacak kimi tutumları ve bir takım karanlık komplolar sonucu 28 Şubat süreci hayata geçti. Millî Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat 1997’deki toplantısında da, “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler” başlığıyla resmen bir muhtıra yayımlandı. Muhtırada 8 yıllık eğitim, tarikatlar, laiklik karşıtı hareketler, TSK’den irticacılık suçlamasıyla atılan personelin RP’li belediyelerde istihdamı, bazı tarikatçıların cüppe ve sarıklarıyla kimi eylemlerde bulunması örneklerle anlatılıp, “TSK’nin rejimi bekçisi olduğuna” bir kez daha vurgu yapılıyordu. Kısa süre sonra da RefahYol hükümetinin Başbakanı Necmettin Erbakan, “Havada yakıt ikmali” olarak tanımladığı başbakanlık görevini hükümet ortağı DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e vermek amacıyla 18 Haziran 1997’de istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sundu. Ancak Demirel, hükümet ortaklarının arasındaki protokolü dikkate almadı ve hükümeti kurma görevini TBMM’de çoğunluğu olmayan muhalefet lideri ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Daha sonraki bir aylık müddet zarfında, Cumhurbaşkanı Demirel, birçok DYP milletvekilini bizzat arayarak partilerinden istifa etmeleri gerektiğini, etmezler ve Mesut Yılmaz hükümeti güvenoyu alamazsa askeri darbe olacağını tehdit olarak öne sürerek parti grubunun parçalanmasını sağladı. 12 Temmuz’da Mesut Yılmaz başkanlığında ANAP – DSP – Demokrat Türkiye Partisi arasında kurulan 55.

hükümet TBMM’den güvenoyu aldı. 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar işbaşında kalan bu hükümet zamanında 28 Şubat kararları harfiyen yerine getirildi. 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edildi. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri (İHL) dâhil meslek liselerinin ortaokul bölümleri kapatıldı. Ayrıca İHL’lerin önünün kesilmesi için meslek liselerinden mezun olanların üniversiteye giriş sınavından aldıkları puanla kendi bölümleri dışında tercih yapmaları halinde ortaöğretim başarı puanlarının daha düşük katsayı ile hesaplanması kararı alındı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş tarafından RP hakkında açılan kapatma davası da 17 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi’nde sonuçlandı. RP’nin, “Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri saptandığı” gerekçesiyle kapatılmasına karar verildi. Necmettin Erbakan ve 6 partiliye de 5 yıl siyaset yasağı getirildi. 3 Milliyet Gazetesi, 29 Şubat 2000 3 bin yıl sürse 28 Şubat süreci de bin yıl devam edecektir. Bitmiş değildir”4 diyecekti. Birbirinin neredeyse tıpatıp aynı olan ve “Cumhuriyet’in ilanından bu yana irticaya karşı mücadelenin sürdüğü ve süreceği” söylemleri ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Ya da durum gerçekten öyle midir bakalım. Aslında devletin ne irtica ile mücadelesinde bir süreklilik ne de her fırsatta ifade edilmesine karşın rejime karşı tehdit olarak görülen bu tehlikeyi yok etmek gibi bir derdi oldu bu ülkede. Kıvrıkoğlu’nun da altını çizdiği gibi İslamcılar palazlandıkça ordu tırpanlıyordu. Zaten 2000’li yıllara kendi iradeleriyle değil, devletin ihtiyaç duyduğunda tedavüle sokmak üzere verdiği izin ve destekle palazlanabilen İslamcılar ihtiyaç olmaktan çıktığı anda da hep budanarak hizaya sokuldu. Kızıl kuşağa karşı yeşil kuşak projesi Türkiye’de başarılı darbelerin tümünün arkasında büyük sermaye ve emperyalizmin olduğu gerçeğinden hareketle, 12 Eylül 1980 darbesinin sadece IMF’nin 24 Ocak 1980 tarihini taşıyan, geniş yığınları daha da yoksullaştırmaya dayalı ekonomik programını uygulamak ve büyük sermayenin krizini çözmek için değil, Türkiye’yi küresel sermayenin çemberine dâhil etmek ve ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu haline dönüştürmek amacı taşıdığı olgusal bir gerçek.

Ancak bu tespiti yaparken 12 Eylül darbesinin temel saiklerinin arasında Türkiye’deki sosyalist devrimci mücadelenin yükselişinin durdurulamaması gerçeğini de görmek gerekiyor. Bu “tehlikenin” tam da sermayenin çıkarları doğrultusunda tehdit olmaktan çıkarılması gerekiyordu ve gereken 12 Eylül günü yapıldı. Ülkenin üzerinden bir silindir gibi geçen 1980 darbesi sonrasında, tek tehlike olarak görülen solun pasifize edilmesi için, İslamcı cenahın alkışlarla karşıladığı darbeyi yapanlar “komünizm tehlikesi”ni bertaraf etmek için ABD üretimi “kızıl kuşağa karşı yeşil kuşak “ projesini hayata geçirdi. İnşa edilecek yeni sistemin adı Türk-İslam senteziydi. Sol kadroların ordu içinde bile örgütlendiğini gören cuntacılar, daha 12 Eylül öncesinde kendi kurumlarında başlattıkları milliyetçi ve dinci düşüncelerin gelişmesi çabalarını darbe sonrasında devletin tüm kurumlarında ve ülkenin dört bir yanında hayata geçirdi. Din ve İslam’ın, sol sosyalist fikriyatın egemen olmasının engellenmesinin en önemli aracı olarak kullanılmasında elbette ki İslamcıların devlet tarafından kullanılmaya açık ve hazır olmaları gerçeği de vardı. Tarafların brbirlerini karşılıklı olarak kullanmasına dayalı dogmatik bir çıkar ilişkisiydi bu. Nur Cemaatinden gelen itiraf 4 Akit Gazetesi, 28 Şubat 2000 4 Nur Cemaatinin önemli isimlerinden olan Yeni Asya gazetesinin sahibi, Mehmet Kutlular devletin İslamcıları kullandığını, İslamcıların da bunu kabul ettiğini Ruşen Çakır’la yaptığı röportajda şöyle itiraf ediyordu: “Derin Devlet denen şeye dayanıyor bunun ucu. 1980’den sonra devletin politikası değişti. Eskiden anarşist ve Marksistler tehlikeliydi, sonra dindarlar oldu. Öyleyse bu dindar gruplarla temas kurmak, onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle barıştırmaktı. Bu amaçla görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular. Cemaate (Fethullah Gülenciler) daha ziyade istihbarattan olanlar gitti. Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışalım’ dediler, ama ben reddettim… Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi.

Burada menfaatler karşılıklıdır. Her iki tarafın maksadı ayrıdır. Devlet bu gruplara, ‘Atatürk’e saygılı olun biz de size yardımcı olalım’ demiştir. Bakın bazı İslami gruplara, 12 Eylül’den sonra birden palazlandılar. Acaba kendi güçleriyle mi palazlandılar. Hayır.”5 Bu konuyla ilgili benzer bir tespiti yapanlardan biri de Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel’di. Taraf Gazetesinden Neşe Düzel’le yaptığı ve AKP hükümetinin demokrasi karnesini değerlendirdiği söyleşide6 İnsel, “Devlet kadroları özellikle mi milliyetçilerle dolduruluyor?” sorusuna, “Doldurulmuştu zaten. Şu anda yönetici ve seçici kadrolar onlar. Zaten bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nda Alevilerin Sünni İslam içinde nasıl misyonerce eritilmeye çalışıldığını görüyoruz. İçişleri Bakanlığı’nda da aynı kadrolaşma var. Poliste Fethullah Gülen çevresinin kadrolaşması var. Adalet Bakanlığı’na da kısmen girdiler.

Ve askerler, denetim elimizden gidiyor endişesiyle bunları 28 Şubat’ta biraz temizlemeye kalktılar. Çünkü kendi yarattıkları ucubeden korktular” yanıtını veriyordu. Bunun üzerine Neşe Düzel’in, “Derin devletin yarattığı ucube Fethullahçılar mı?” sorusunu da İnsel şöyle yanıtlayacaktı: “Evet. Çok açık bir biçimde 1970’lerde desteklenen ve 1980’lerde güçlenmesi için adımlar atılan bir mekanizma bu. Desteklenenler arasında sadece Fethullahçılar yok. Türk İslam sentezinin başka unsurları ve başka tarikatlar da var. Bu çevreler kendileri için çalışır hale geldikleri için şimdi askerlerle çatışır durumdalar. Bunların hepsi milliyetçidir. Fethullah Gülen milliyetçidir. Komünizmle mücadele derneklerinde yetişmiş ve siyasallaşmış bir kişidir. 1960’ların komünizmle mücadele derneklerinin bir ürünüdür Gülen. Derin devlet, kendi denetimi altında oldukça her şeyi makbul görür. Bir şey onun denetimi dışına çıktığı anda tehdit unsuru haline gelir. Gülen’in altın nesil yetiştireceğiz diye bir iddiası var. Burada inanılmaz bir Müslüman Türk elitizmi söz konusu.

Aynı Cizvit papazları gibi… ‘Biz okullarda altın nesil yetiştireceğiz. Sonra bu elit nesille dünyaya hâkim olacağız, dünyayı yöneteceğiz’ düşüncesi bu.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir