Paul Sussman – Kambiz In Kayıp Ordusu

Sinek Yunanlıyı sabahtan beri rahatsız edip durmaktaydı. Çölün fırın sıcaklığı, hızlı yürüyüş ve bayat kumanya yetmezmiş gibi şimdi bir de bu işkence çıkmıştı. Tanrılara lanet ederken yanağına okkalı bir yumruk indirdi: ter damlaları çevreye saçılmış ama sineği ıskalamıştı. “Kahrolası sinekler!” diye yere tükürdü. “Aldırma,” dedi arkadaşı. “Beni çıldırtıyorlar! Neredeyse onları düşmanlarımızın gönderdiğine inanacağım.” Arkadaşı omuzlarını silkti. “Belki de öyledir. Amonların garip güçleri olduğunu söylerler. Onların, istedikleri zaman vahşi hayvanlara dönüştüklerini duymuştum. Çakal, aslan falan gibi.” “İstedikleri hayvana dönüşsünler,” diye homurdandı Yunanlı. “Onları elime geçirince bu lanet yürüyüşün hesabını sormasını bilirim. Dört haftadır buradayız! Dört hafta!” Yunanlı omzundaki su torbasını indirip içerken içindeki sıcak, yağlı sıvıya yüz buruşturdu. Naxos’un dağ pınarlarından serin ve taze dört bardak su için ne vermezdi; içinde sanki vebalı elli orospu yıkanmış gibi tatmayan suya.


“Ben bu paralı askerliği bırakıyorum,” dedi. “Bu kampanya sonuncum olacak.” 7 KAMBlZ’lN KAYIP ORDUSU “Her seferinde bunu söylersin.” “Bu kere kararım kesin. Naxos’a dönüp kendime bir eş ve esaslı bir parça toprak bulacağım. Zeytin ağaçları -o işte para var, biliyor musun?” “Dayanamazsın.” “Dayanacağım.” Yunanlı sineğe yine boş bir tokat salladı. “Bu kere farklı artık.” Bu kere gerçekten farklıydı. Yirmi yıldır başkalarının savaşlarında boğuşuyordu. Bu çok uzun bir süreydi ve bunun da farkındaydı. Bu yürüyüşlere artık dayanamıyordu. Ve o eski ok yarasının sancısı da bu yıl çok azmıştı. Artık kalkan tutan kolunu göğsünden yukarı kaldıramıyordu.

Bir sefer daha, sonra bu iş sona erecekti. Doğduğu adada zeytincilik yapacaktı. Sudan bir yudum daha alarak, “Bu Amonlar kim?” diye sordu. “Hiçbir fikrim yok,” dedi arkadaşı. “Kambiz’in yıkılmasını istediği bir tapınakları varmış. Orada bir kâhin var anladığım kadarıyla. Bütün bildiğim bu işte.” Yunanlı homurdandı ama konuşmaya devam etmedi. Aslında savaştığı kişilerle pek ilgilenmezdi. Libyalılar, Mısırlılar, Kariler, îbraniler, hatta kendi Yunanlıları – hepsi birdi onun için. Savaşa giderdin, öldürmen gerekenleri öldürürdün, sonra yeni bir sefere katılırdın ve bu kere belki de bir önceki savaşta parasını aldığın insanları öldürmeye koyulurdun. Bugün efendisi Persli Kambiz’di. Bir süre önce Mısır ordusu saflarında aynı Kambiz’e karşı savaşmıştı. Bu iş böyleydi işte. Sudan bir yudum daha alarak Teb’i, çöle çıkmadan önce oradaki son gününü düşündü.

O ve arkadaşı Makedonyalı Phaedis bir kırba bira alıp büyük nehir Iteru’yu geçip pek çok kralın gömülü olduğu söylenen Ölüler Kapısı vadisine gitmişlerdi. Öğleden sonrasını orada içerek ve keşfe çıkarak geçirmişlerdi. Bir moloz yığınının dik yamacının dibinde dar bir geçit bulup içeri girmişlerdi. İçeride duvarlar ve tavan baştanbaşa resimlerle kaplıydı. Yunanlı bıçağını çıkartıp yumuşak taşa Yunan harfleriyle adını kazımıştı: “Ben, Naxoslu Menendes’in oğlu Dymmachus, bu harikaları gördüm. Yarın Amonlarla savaşa gidiyorum. Tanrılar…” Ama yazısını bitiremeden zavallı Phaedis bir akrebin üzerine 8 KAMBÎZİN KAYIP ORDUSU basmış, müthiş bir çığlık atarak, ürkmüş bir kedi gibi geçitten dışarıya fırlamıştı. Kendi haline nasıl da gülmüştü! Ama son gülen arkadaşı olmuştu. Phaedis’in bacağı kütük gibi şişince ertesi gün orduyla sefere çıkamamış ve böylece de çölde dört haftalık cehennemi yaşamaktan kurtulmuştu. Zavallı Phaedis mi? Talihli Phaedis demek daha doğru olurdu herhalde! Arkadaşının sesiyle, daldığı hayalden uyandı. “Dymmachus! Hey, Dymmachus!” “Ne var?” “Sersem herif, önüne baksana. İleri.” Yunanlı gözlerini kaldırıp yürüyüş kolunun ilerisine baktı. Yüksek kum tepeleri arasındaki geniş bir vadiden geçiyorlardı ve önlerinde öğle güneşinin kavurucu ışığı altında muazzam bir piramit şeklinde kaya yükseliyordu; kenarları adeta özellikle o şekilde yontulmuş gibi dümdüzdü. Hiçbir özelliği olmayan çölün ortasında böyle sessiz ve tek başına duruşunda adeta tehdit edici bir şey vardı.

Yunanlı farkında olmadan elini boynundaki îsis muskasına götürüp kötü ruhları kovmak için acele bir dua mırıldandı. Y’arım saat kadar yürüdükten sonra öğle yemeği molası verildiğinde Yunanlının bölüğü neredeyse kayanın altına varmıştı. Yunanlı o yana gidip altındaki daracık gölge parçasına yığıldı. “Daha ne kadar gideceğiz?” diye inledi. “Ey Zeus, daha ne kadar gideceğiz?” Oğlanlar ekmek ve incir getirdiler, askerler yemeklerini yiyip sularını içtiler. Bazıları kayanın üzerine adlarını yazmaya koyulurken Yunanlı arkasına yaslanıp gözlerini kapatarak aniden esmeye başlayan hafif rüzgârın keyfini çıkardı. Yanağına bir sinek konunca bunun sabahtan beri kendisine eziyet eden aynı sinek olduğundan emindi. Bu kere sineğe vurmaya kalkışmadan dudaklarında ve gözkapaklarında dolaşmasına izin verdi. Sinek havalandı, tekrar kondu, bir daha havalanıp yine konarak kendisinin kararlılığını sınıyor gibiydi. Yunanlı yine de kımıldamayınca sahte bir güvenlik duygusuna kapılan sinek sonunda alnında karar kıldı. Yunanlı elini gayet dikkatle kaldırdı, yüzünden bir karış ötede hiç kıpırdamadan tuttu, sonra olanca gücüyle alnına indirdi. Avucunda ezilmiş sineğe bakarak, “Sonunda geberttim işte seni!” dedi. 9 KAMBİZ’İN KAYIP ORDUSU Ancak zaferi pek kısa ömürlü oldu, hemen ardından yürüyüş kolunun gerisinden bir korku mırıltısı yükseldi. Yunanlı, sineği silip kalkarken kılıcına el attı. “Ne oluyor? Saldırıya mı uğradık?” “Bilemiyorum,” dedi yanındaki adam.

“Arkamızda bir şeyler oluyor.” Gürültü giderek artıyordu. Yanlarından, ağızlarından köpükler saçarak dört deve sırtlarındaki yükleriyle uçar gibi geçti. Çığlıklar ve boğuk haykırmalar duyuluyordu. Rüzgâr da giderek artıyor, yüzüne çarpıyor, saçlarını dalgalandırıyordu. Yunanlı elini gözlerine siper ederek vadinin güneyine doğru baktı. Arkalarından bir tür karanlık yaklaşıyor gibiydi. Yunanlı önce, bir süvari saldırısı, diye düşündü. Sonra yüzüne sert bir rüzgâr tokat gibi indi ve o ana kadar boğuk bir çığlık olarak gelen şeyi açık seçik duydu. “İsis,” diye mırıldandı. “Ne?” dedi arkadaşı. Yunanlı döndü. Gözlerinde korku vardı. “Kum fırtınası.” Kimse konuşmadı, kimse kıpırdamadı.

Hepsi de batı çölünün aniden çıkıp önlerindeki her şeyi yutan kum fırtınalarını duymuşlardı. Koca kentlerin onların altında kaldığı, uygarlıkların tümüyle yok oldukları söylenirdi. Libyalı rehberlerden biri onlara, “Kum fırtınasıyla karşılaşırsanız yapacak bir şey vardır,” demişti. “Nedir o?” diye sormuşlardı. “Ölmek,” demişti rehber. “Kurtarın bizi!” diye biri bağırdı. “Tanrılar bizi korusun!” Ve birden herkes koşup bağırmaya başladı. “Kurtarın bizi!” diye haykırıyorlardı. “Merhamet edin bize!” Bazıları sırt çantalarını atıp vadi boyunca çılgın bir koşu tutturmuşlardı. Diğerleri kum tepesinin yamacından yukarı çıkmaya çalışıyorlar, diz çöküyorlar ya da piramit kayanın gölgesine sığınıyorlardı. Bir adam ağlayarak kumların üzerine yüzüstü kapaklandı. Bir başkası üstüne binmeye çalıştığı atın ayakları altında ezildi. İçlerinde bir tek Yunanlı olduğu yerde duruyordu. Ne kıpırdıyor, ne konuşuyor, sadece o karanlık duvar üzerine doğru hızını 10 KAMBİZ’IN KAYIP ORDUSU artırarak gelirken ayakları taş kesmiş gibi durmuş bekliyordu. Yanından, yük hayvanları ve silahlarını atmış, yüzleri korkuyla kasılmış askerler geçmekteydi.

“Kaç!” diye bağırdılar Yunanlıya. “Ordunun yarısı telef oldu bile! Kaç, yoksa mahvolursun!” Rüzgâr şimdi Yunanlının beline kadar kaldırmıştı kumları. Sanki bir cavlan akıyormuş gibi bir de gümbürtü vardı. Güneş solmuştu. Arkadaşı, “Haydi, Dymmachus, gidelim buradan,” diye bağırdı. “Kalırsak diri diri gömüleceğiz.” Yunanlı yine de kıpırdamadı. Ağzı hafif bir gülümsemeyle çarpılmıştı. O kadar çok şey hayal etmişti de, bunu bir kere olsun düşünmemişti. Ve bu onun son seferiydi de! Gülünecek kadar zalim bir şeydi bu! Elinde olmadan kıs kıs gülmeye başladı. “Sersem Dymmachus! Neyin var senin?” “Git!” diye Yunanlı fırtınayı bastırmak isteyen bir sesle bağırdı. “Sen istersen kaç! Hiç fark etmez. Ben olduğum yerde öleceğim.” Yunanlı kılıcını çekti, önünde tutarak parıldayan çeliğindeki yılana baktı. Yılanın açık ağzı kılıcın ucuna doğru uzanıyordu.

Bunu yirmi yıl önce ilk seferinde Lidyalılara karşı savaşırken kazanmıştı ve o günden sonra uğuru olarak hiç yanından ayırmamıştı. Parmağını kılıcın keskin kenarına sürttü. Arkadaşı kaçmaya başladı. Omzu üzerinden, “Sen çıldırmışsın!” diye bağırdı. “Seni aşağılık çılgın!” Yunanlı onu dinlemedi bile. Kılıcını daha sıkı kavrayıp giderek yaklaşan büyük karanlığa baktı. Karanlık az sonra üzerine çökecekti. Kaslarını gevşetip bekledi. “Gel bakalım,” diye mırıldandı. “Bakalım ne mene şeymişsin.” tçi birden ferahlamıştı. Savaşta hep böyleydi: önce korku, kurşun gibi ağırlaşan kol ve bacaklar ve sonra savaşın ani coşkusu. Belki de zeytin ağacı yetiştirmek ona göre bir iş değildi. O bir machimostu. Savaşmak onun kanındaydı.

Belki de en iyisi buydu. Kem gözlere karşı eski bir Mısır büyüsünün sözlerini mırıldanmaya başladı. 11 KAMBİZ’ÎN KAYIP ORDUSU Sakhmet’in oku sende! Thoth’un tılsımı senin gövdende! İsis seni lanetliyor! Nephtys seni cezalandırıyor! Horus’un mızrağı kafanda! Ve sonra fırtına bin arabalık bir güçle çarptı kendisini. Rüzgâr neredeyse ayaklarını yerden kesecekti, kum gözlerini köreltmiş, ceketini parçalamış, etini dağlıyordu. Karanlıkta gölgeler vardı, kollar sallanıyor, çığlıklar kulakları sağır eden kükreme içinde kayboluyordu. Ordunun bayraklarından biri bacaklarına çarptı, bir an orada durdu, sonra rüzgâra kapılıp anaforun içinde kayboldu gitti. Yunanlı rüzgâra kılıcıyla saldırdı ama rüzgâr onun için bile çok sertti. Kendisini geriye ve yana itti, dizleri üstüne çökertti. Kumdan bir yumruk ağzına inince boğulacak gibi oldu. Her nasılsa yine doğruldu ama aynı anda bir daha çökertildi ve bu kere kalkamadı. Üzerinden bir kum dalgası geçti. Yunanlı birkaç dakika direndi, sonra kıpırtısız kaldı. Birden çok büyük bir yorgunluk hissetmişti, sanki suyun altında yüzüyormuş gibi sakindi. Kafasının içinden ağır ağır görüntüler geçiyordu: doğup büyüdüğü Naxos; Teb’deki mezar; Phaedis ve akrep; yıllar önce o vahşi Lidyalılara karşı ilk seferi ve kılıcını kazanması. Son bir irade gücüyle kılıcı başının üstüne kaldırdı.

Kendisi tümüyle kumlar altında kaldığı zaman bile kılıcın ucu kumların üstünde kalmıştı ve üzerindeki yılan, Yunanlı’nın düştüğü yeri işaret ediyordu. 12 1 KAHIRE , EYLÜ L 2000 Bir balina kadar siyah, uzun ve parlak Limuzin Büyükelçiliğin bahçe kapısından çıkınca bir an durakladıktan sonra trafiğe girdi. İki motosikletli polis önünden gidiyor, ikisi de arkasından geliyordu. Konvoy yüz metre kadar, iki yanı ağaçlıklı ve binaların sıralandığı yolda dümdüz gittikten sonra sağa ve tekrar sağa saparak Corniche el-Nil’e girdi. Diğer sürücüler Limuzinin içinde kim olduğunu görmek için bakıyorlarsa da camları siyah olduğu için iki bulanık başın dışında bir şey belli olmuyordu. Arabanın sol ön tarafında küçük bir Amerikan bayrağı dalgalanmaktaydı. Konvoy bir kilometre sonra yollar ve üst geçitlerle dolu bir kavşağa geldi. Öndeki motosikletler yavaşladılar, sirenlerini çalıp hızlarını artırarak Limuzini bu asfalt labirentinden kurtarıp trafiğin fazla yoğun olmadığı bir üst yola çıkardılar. Konvoy hızını artırarak havaalanına doğru yol almaya başladı. Arkadaki motosikletliler birbirlerine uzanarak konuşmaya başladılar. Patlama o kadar ani ve hafif olmuştu ki, bir patlama olduğu bile pek anlaşılamamıştı. Boğuk bir çarpma sesinin ardından Limuzin havaya kalktı, üst yolun ortasından kayıp beton bir duvara çarptı. Bu kere daha yüksek sesli bir patlama arabayı sarstı, alt taraftan fışkıran alevlerden bunun basit bir yol kazasından başka bir şey olduğu anlaşıldı. 13 KAMBİZ’İN KAYIP ORDUSU Motosikletler kayarak durdular. Limuzinin ön kapısı açıldı, ceketi alev almış olan sürücüsü haykırarak dışarı attı kendini.

Motosikletlilerden ikisi adamı kendi ceketleriyle söndürdüler. Diğerleri içerden yumruklama seslerinin geldiği arka kapılara atıldılar. Havaya kara bir duman sütunu yükseliyor, ortalık yanan benzin ve lastik kokuyordu. Arabalar yavaşlıyor, sürücüler gözlerine inanamayarak bakıyorlardı. Limuzinin sol ön çamurluğu üzerindeki Amerikan bayrağı alev aldı ve bir anda küle dönüştü. 14 2 BAT I ÇÖLÜ , BÎ R HAFT A SONR A “Lanet olasıca!” Toyota dört çekeri bir kum tepesinin üzerinden fırlayıp öteki yana inmeden çirkin beyaz bir kuş gibi havada asılı kaldıktan sonra öteki yana konunca sürücüsü bir çığlık attı. Bir an direksiyon hâkimiyetini kaybedecek gibi olduysa da sonunda yamacın altına inince arabayı düzeltti ve sonra gaza bir daha basarak bir sonraki tepeye tırmanmaya başladı. “Seni lanet olasıca!” diye gürledi. Yirmi dakika kadar cipin stereo hoparlörlerinden yayılan kulak tırmalayıcı bir müzik eşliğinde sarı saçları rüzgârda uçuşarak yirmi dakika kadar gittikten sonra, yüksek bir kumulun tepesinde kayarak durup motoru kapattı. Sigarasından bir nefes çekti, yanında duran dürbünü alıp dışarı çıktı. Çöl, insanı ürkütecek kadar sessiz, hava sıcaktı, gökyüzü yukarıdan insana bastırıyordu sanki. Adam bir an durup çevresinde yaşam ve hareketten yoksun düzensiz kum tepeleri ve aralarında taşlık bölümler halinde uzanan manzaraya baktı, sonra sigarasından bir nefes daha çekip dürbünü gözlerine götürerek kuzeybatı yönüne çevirdi. Görüş alanında hilal biçimli bir yamaç ve dibinde yeşil bir vaha vardı. Palmiye ağaçlıkları ve tuz gölleri arasında küçük beyaz 15 KAMBİZ’İN KAYIP ORDUSU köyler serpilmişti; ekili arazinin batı ucundaki daha büyükçe beyazlık ise küçük bir kasabaydı. Adam sigaranın dumanını burnundan çıkararak, “Siwa,” diye gülümsedi.

“Tanrıya şükürler olsun.” Birkaç dakika kadar olduğu yerde kalıp dürbünü sağa sola çevirdi, sonra cipe dönüp motoru çalıştırdı. Bir saat sonra vahanın kenarına varmış, araba çölden çıkıp toprak yola girmişti. Sağında üç radyo direği ve beton bir su kulesi vardı. Bir yabani köpek sürüsü tekerleklerin çevresinde zıplayıp duruyordu. “Hey, ben de sizi gördüğüme sevindim!” Adam güldü, kornasını öttürdü, cipi sağa sola kaydırıp arkasında bir toz bulutu kaldırarak hayvanları dağılmaya zorladı. Birkaç uydu çanağı ve derme çatma bir asker kampını geçtikten sonra girdiği asfalt yol kendisini kum tepesinden gördüğü büyük yerleşim yeri olan Siwa Kasabasının tam ortasına götürdü. Kasaba adeta terk edilmişti. Yolda bir iki eşek arabası vardı, kasabanın büyük meydanında ise bir kadın grubu tozlu bir sebze dükkânının önüne toplaşmışlardı; pamuklu başörtüleri burunlarına kadar indirilmişti hepsinin. Öğle sıcağı herkesi evine kaçırmıştı. Adam cipi meydanın bir yanında, yıkık binaların bulunduğu kayalığın altına park etti, arka koltuğun üzerindeki büyük zarfı aldı ve arabanın kapılarını kilitlemeyi düşünmeden meydanın öteki ucuna yürüdü. Kasaba mağazasına uğrayıp sahibiyle bir şeyler konuştu, adama bir kâğıtla bir tomar para verdi, başını Toyota’dan yana salladı, sonra bir yan sokağa girip kenarında Welcome Oteli yazan köhne bir binadan içeri girdi. O içeri girer girmez tezgâhın ardındaki adam bir sevinç çığlığı atarak yerinden fırlayıp kendisini karşılamaya koştu. “Dr. John! Döndünüz demek! Sizi gördüğüme çok sevindim!” Adam Berberice konuşmuştu, genç adam da aynı dilde karşılık verdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir