Ahmet Ümit – Istanbul Hatırası

Byzantion Kral Byzas’ın Efsanevi Kentini Tanrı, Kral’a bakıyordu. Kutsanma töreniydi: Şükran günü, bedel anı, saygı zamanı. Tanrı kutsal bir armağan olarak sunmuştu bir kartal başı gibi denize uzanan bu güzel ülkeyi onlara. Rüzgâr, büyülü bir güçle doldurmuştu gemlerinin yelkenlerini; toprak, doğurgan bir kadın gibi ekilen tohumları nefis yemişlere dönüştürmüştü; deniz, cömert bir bahçe olup balıkların en lezzetlisini vermişti onlara. Tanrı, belayı uzak tutmuştu halkından. Şimdi sıra ondaydı. Kral olmanın gereğini yerine getirmeli, üzerine düşeni yapmalı, sözünü tutmalıydı. Enli, keskin kılıcını kavradı. Tanrı, Kral’a bakıyordu. Küçük alan süt mavisi bir aydınlıkla kaplanmıştı. Ortalık deniz kokuyordu. Ateş gibi yanan geniş alnında nemli bir serinlik hissetti. Aynı serinliği sunağın yanında bekleyen genç boğa da hissetti, hayvanın bütün bedeni ürperdi. Genç boğayı güçlükle zapt eden dört savaşçının dördü de ürperdi, boğanın bir adım gerisindeki kâhin de ürperdi ama Kral ürpermedi. Ne rüzgârın görünmez dokunuşuna aldırdı, ne tüyleri diken diken eden serinliğe.


Kılıcını usulca kaldırarak yaklaştı. Tanrı, Kral’a bakıyordu. Kral, huzura varınca durdu, saygıyla başını kaldırdı. Tanrı’nın elindeki üç uçlu yabaya dikti gözlerini. Bir vuruşta koca ülkeyi denizin dibine yollayan o korkunç silaha. Yüreğindeki saygı korkuya dönüştü, bakışlarını hızla kaçırdı Tanrı’dan. Bir an meydanda her şey durdu, denizden esen rüzgâr, siyah derisi öfkeyle seğiren boğa, boğayı tutan askerler. Bir an ürkütücü bir sessizlik çöktü her yana. Biraz daha beklerse bu sessizlik kalıcı bir lanete dönüşecek, biraz daha beklerse Tanrı’yı öfkelendirecekti. Hemen söze başlamalıydı. Daha fazla beklemek olmazdı. “Ey Poseidon,” diye gürledi, itaatkâr bir sesle. “Ey denizlerin, yer sarsıntılarının, atlann tanrısı. Ey Kronos ile Rheia’nın oğlu, ey Zeus’un ve Hades’in kardeşi. Ey ölümsüzlerin en güçlüsü.

Ey en güçlülerin ölümsüzü. Sana binlerce şükür. Sana binlerce saygı. Sana binlerce sevgi. Sen ki bizden yüz çevirmedin. Sen ki Megara’dan yola çıktığımızdan beri bizi yalnız bırakmadın. Sen ki her zaman yazgımıza yoldaşlık ettin. Öfkeni üzerimizde denemedin. Fırtınalarını gemilerimizin önüne çıkarmadın. Güçlü yabanı bize karşı kullanmadın. Denizleri uysal, merhametli ve bereketli kıldın. Ey tanrıların en görkemlisi, ey denizlerin mutlak hâkimi, ey Megaralı göçmenlerin koruyucusu. Sen olmasaydın, üç yanı denizlerle çevrili bu ülkeyi bulamazdık. Sen olmasaydın, bu bereketli toprakların üzerinde bir anıt gibi yükselen genç kentimizi kuramazdık. Sen olmasaydın, karada da, denizde de var olamazdık.

Sen ki bizi kendi çocukların gibi sevdin, sen ki bize acıdın, bize şefkat gösterdin, bizi savundun. Biz de sana şükranlarımızı, bu boğayı kurban ederek sunmak istiyoruz. Lütfen adağımızı kabul et. Lütfen bugüne kadar yaptığın gibi bundan sonra da bize acı, bizi koru, bizi gözet. Lütfen öteki tanrıların da bize acımasını sağla. Çünkü sen bizi en çok sevensin. Çünkü sen güçlüsün. Çünkü sen adilsin…” Tanrı sanki bu sözleri duymamış gibi ateş saçan gözlerle bakmayı sürdürüyordu bu genç ülkenin genç kralı Byzas’a. Kral hiç üzülmedi Tanrı’nın bu kayıtsız tavrına. Saygısını zerrece yitirmeden diz çöktü, boyun eğdi, selam verdi. Sonra usulca doğruldu, hedefinden emin bir savaşçı gibi, dört askerin güçlükle zapt ettiği siyah boğaya yöneldi. Boğa kendisine doğru yürüyen Kral’dan önce kılıcını fark etti. Güneş, sanki yaklaşmakta olan felaketi haber vermek istercesine ışıklarını kılıcın parlak yüzeyinden vahşi hayvanın gözlerine yansıttı, iplerle bağlandığı için huzursuz olan boğa iyice gerginleşti, bu her yanına deniz kokusunun sindiği küçük meydandan kaçmak, bu iplerden, gözlerine vuran bu parıltıdan kurtulmak istedi. Askerleri de sürükleyerek bu cendereden çıkmaya çabaladı. Ama dört savaşçı izin vermedi ona, sımsıkı sarıldılar güçlü hayvanı tutan iplere.

Tanrı, Kral Byzas’a bakıyordu. Byzas, usulca boğaya yaklaştı. Kral’ın kokusunu alan boğa daha çok sinirlendi, öfkeyle burnıından solumaya başladı. Askerler hayvanı zapt etmekte artık güçlük çekiyorlardı. Akacak kanı toplamak için elinde toprak bir çanak tutan kâhin, dualara başlamıştı çoktan. Byzas, görkemli, güzel hayvanın önünde durdu ama kılıcını kullanmadan, boğayı Tanrı’ya kendi elleriyle sunmadan, saygıyla kurbanına baktı. Boğa da gözlerini ona dikmişti. Olacakları anlamak istercesine gergin bir merakla bakıyordu. Nasıl ki Tanrı’yı bekletmek olmazsa, kurbanı da bekletmek olmazdı. Kral, keskin, enli kılıcının kabzasını yeniden sıkı sıkıya kavradı. Boğaya doğru bir adım attı. Elindeki kılıcı, alttan boğanın gırtlağına çaldı. Kan, kâhinin tuttuğu çanağa fışkırırken boğa öylece kaldı. Çok sürmedi, birden acıyla irkildi, bütün gücüyle ileri atılmak istedi. Eğer boş bulunsalar dört askeri de peşi sıra sürükleyip kanını etrafa saçarak takati tükenene kadar kaçacaktı ama kaslı kollar yine izin vermedi.

Hayvan kısa sürede gücünü yitirdi, önce titreyen dizlerinin üzerine çöktü, sonra gürültüyle sağ yanına yıkıldı. Tanrı, Kral’a bakıyordu. Kral artık umursamıyordu Tanrı’yı; üzerine sıçrayan kanın etkisi mi, kadim bir güdü mü bilinmez, bakışları az önce öldürdüğü boğaya takılı kalmıştı. Boğanın gözleri artık öfkeli değildi, sadece şaşkındı, bir parça da mahzun. Kral pişman değildi yaptığına, görevini yerine getirmiş birinin huzuru vardı yüreğinde ama nedense, o da bakışlarını kurbanının donuklaşan siyah gözlerinden bir türlü alamıyordu. “Adamı Atatürk’e kurban mı ettiler diyorsun?” Kurbanın siyah gözleri, Atatürk’e takılıp kalmıştı. Elli yaşlarında gösteriyordu; kollan yukarı uzatılmış, avuç içleri birbirine bakacak şekilde, elleri naylon iple bileklerinden bağlanmıştı. İki yana açılmış ayakları deniz yönüne çevriliydi. Gümüş renkli, dalgasız, uzun saçları yerdeki mermerin üzerine yayılmış, taba rengi deri ceketinin yakasıyla bej gömleğinin göğsü kurumuş kandan siyahlaşmıştı. ince, kırçıl bir sakalın süslediği çenesi göğsüne düşmese, muhtemelen adamın ölümüne neden olan boğazındaki derin kesiği rahatlıkla görebilecektim. Bu tür manzaralarla defalarca karşılaşmış olmama rağmen, daha sabahın ilk saatleri olduğundan mı, yoksa artık yaşlanmaya başladığımdan mı bilinmez, nedense, cesede bakmak canımı sıktı. Rengi giderek açılan denize döndüm. iki çilekeş şehir hatları vapuru, denizin iki ağır işçisi, usulca kıpırdanan maviliğin üzerinde köpükten şeritler bırakarak hemen önümden geçtiler. İnce bir esinti vardı Sarayburnu’nda. Süt mavisi bir aydınlık.

Ortalık mis gibi deniz kokuyordu. Arkamızda, asfalt bir yolla ayrılan sarayın eteklerindeki ağaçlar çiçeğe durmuştu çoktan. Eski güzel günleri anımsar gibi oldum, çocukluğumun İstanbul’unu. Yarım yamalak görüntüler, tamamlanmamış sesler, olay parçacıkları… Hayır, bir tek anı bile canlanmadı belleğimde. Ansızın bir bakışın ağırlığını hissettim üzerimde. Başımı kaldırdım, onunla göz göze geldim; solmakta olan bir yarımay gökyüzünden beni süzüyordu. Solmakta dedim ama sanki yeni doğuyormuş gibi an be an belirginleşiyordu çizgileri. Üşüdüm, içim ürperdi; bakışlarımı yarımaydan kaçırıp pardösümün yakasını kaldırdım. “Bu bir rastlantı mı?” Ses küçük meydanda hafifçe yankılandı, denizin kıpırtıları arasında yitip gitti. Sesin sahibi bizim delişmen Ali’ydi, gözlerini Atatürk’ün tunçtan heykeline dikmişti. Soruyu kime sorduğu belli değildi, Zeynep benden önce davrandı. “Neymiş o rastlantı olan?” Önemli bir ayrıntıyı mı kaçırdım endişesi vardı güzel yüzünde. Ali, elindeki cızırdayan telsizle Atatürk anıtını gösterdi. “Kurbanın, diyorum, böyle heykelin önüne bırakılması.” Soru dolu gözlerini bana çevirdi.

“Ne diyorsunuz Başkomiserim, bu bir rastlantı mı?” Yanıtı bilmiyordum, heykele yaklaştım. Sivil giysiler içindeki Mustafa Kemal, elleri belinde, gözleri mavi sularda, derin düşüncelere dalıp gitmişti. Benden ses çıkmayınca, “Ne yani,” diye sürdürdü tartışmayı Zeynep. “Adamı Atatürk’e kurban mı ettiler diyorsun?” “Olamaz mı?” Sıradan bir olaydan bahsediyor gibi sakin çıkmıştı Ali’nin sesi. “Ne manyaklar var bu memlekette…” Haklıydı ama Mustafa Kemal’e insan kurban edildiğini bugüne kadar hiç duymamıştım. “Sanmıyorum,” diye mırıldandı Zeynep yeniden maktulü incelemeye başlarken, “bence tümüyle rastlantı. Eğer maktul kurban edilmiş olsaydı, onu burada öldürürlerdi.” Plastik eldiven geçirilmiş sağ eliyle cesedin başının altındaki mermer zemini gösterdi. “Hiç kan lekesi yok. Öldürdükten sonra buraya taşımışlar. Bu cinayetin Atatürk’le ilgisi olduğunu sanmıyorum.” “Bilmiyorum…” Tartışmayı sürdürmeye niyetlenen Ali’nin sözü suları yararak geçmekte olan arabalı vapurun düdüğüyle bölündü. Antik çağlardan kalmış vahşi bir hayvanın kederli haykırışını andıran vapurun boğuk çığlığı sabahın sessizliğinde hızla sönerken, Burada bir şey var,” diyen Zeynep’in sesi duyuldu. Cesedin bileklerinden bağlanmış ellerinin içindeki bir nesneyi çıkarmaya çalışıyordu. “Metal bir şey… Tamam, aldım işte.

” Bakışlarımız Zeynep’in işaretparmağıyla başparmağı arasında tuttuğu yuvarlak metale takılı kalmıştı. “Bu bir para,” diye mırıldandı Zeynep. “Antik bir paraya benziyor.” Ali sikkenin üzerindekileri okumaya çalıştı. “Kenarında bir yazı var, ortasında da şekiller… Ne bunlar ya?” Bizim kartal gözlü Ali’nin bile güçlükle seçebildiği, metal paranın üzerindeki şekilleri gözlüksüz görebilmem mümkün değildi. Ceketimin iç cebindeki yakın gözlüğümü çıkarmaya hazırlanıyordum ki, Zeynep’in açıklamasıyla buna gerek kalmadı. “Yıldız değil mi bu? Şu da ay!” Hayretten açılmış gözlerini bana çevirdi. “Evet, ay var Başkomiserim, ortasında da bir yıldız.” Duraksadı, sonra tuhaf bir sesle mırıldandı. “Tıpkı bayrağımızdaki gibi.” “İstanbul’un ilk adı Byzantion.” Karanlık laboratuvarın penceresiz duvarındaki perdeye yansımıştı sikkenin aydınlık görüntüsü. Ağzı yukarı dönük yarım ayın ortasında, kenar çizgileri biraz silikleşse de görkeminden pek bir şey kaybetmeden binlerce yıldır parıldayan yıldıza bakıyordum. Madeni paranın üzerinde, dokuz harften oluşmuş bir sözcük hem ayı, hem de yıldızı kuşatmıştı. “Hangi dilde bu yazı?” Elindeki uzun cetvelle sikkenin üzerindeki sözcüğü gösteriyordu Zeynep.

“Türkçe değil… Rusça galiba.” “Hayır,” dedim kesin bir tavırla. “Yunanca… Bu, Yunan alfabesi.” Sadece Zeynep değil, yanımda dikilmekte olan Ali de dönüp baktı. Nereden biliyordum? “Yunanca alfabeyi Dimitri Amca’nm evinde öğrendim. Patrikhane’de papazdı. Karısı Sula’yla Balat’ta, bizim evin karşısındaki bahçeli evde otururlardı. Hiç çocukları olmamıştı, rahatça girer çıkardım evlerine. Yunanistan’dan gelen resimli kitaplar vardı, onlara bakarken çözdüm Yunan alfabesini. Çözdüm dediysem eskiden, şimdi harfleri karıştırıyorum ama bu kadarını okuyabilirim.” “Peki ne yazıyor orada Başkomiserim?” diyerek merakla sordu Zeynep. Gözleri hâlâ sikkenin üzerindeki kabartma yazıya dikiliydi. Perdeye yaklaşarak harfleri gösterdim. “Siz de okuyabilirsiniz, Byzantion yazıyor.” Çözemeyeceği bir problemle karşılaşmış gibi tasalı bir sesle mırıldandı Ali.

“Bizans’la mı ilgili?” Zeynep’in gözleri de aynı soru dolu ifadeyle kısılmıştı. “Ne?” diye söylendim. “Bilmiyorum, demeyin sakın.” Önce bir anlam veremediler bu tepkime, sonra önemli bir hata yapmışlar gibi bakışlarını kaçırdılar. “Sahiden bilmiyor musunuz? Yapmayın çocuklar, Byzan- tion yahu, Byzantion… Üzerinde yaşadığınız şehrin, İstanbul’un ilk adı.” Ali ezikliğini derin bir sessizliğin ardına gizlerken, Zeynep kendini savunacak oldu. “İstanbul’un ilk adı Konstantinopolis değil miydi?” Hayal kırıklığına uğramış gibi başımı salladım. “Tabii değil, İstanbul’un ilk adı Byzantion, Konstantinopolis adını yüzlerce yıl sonra aldı.” Ansızın perdedeki görüntü değişti, bir kadın büstü belirdi gözlerimizin önünde. Kadın profilden görünüyordu, saçları başının arkasında toplanmıştı, yüz hatları oldukça belirgindi. Bu, sikkenin arka yüzüydü. Biraz da benim tarih vaazımdan kurtulmak için görüntüyü değiştirmiş olan Ali, “Bu kadın da Byzant mı, Bizans mı?” diyecek oldu ama sözcüğün devamını getiremedi. Baltayı taşa vurmuştu yine. “Yav, neydi şu isim Başkomiserim?” Yarı şaka, yarı ciddi, sertçe tekrarladım. “Byzantion Ali, Byzantion!” “Hah işte,” diye kıs kıs güldü yardımcım.

“Bu kadın da Byzantion prensesi olmalı herhalde.” Bundan pek emin değildim. Bir süre üçümüz de sessizce perdedeki kadını izledik, sonunda, “Bilmiyorum,” diyerek duvardaki ışık düğmesine yöneldim. “Bu konuda ben de en az sizin kadar cahilim. En iyisi bir uzmanla konuşmak.” Florasanların çiğ ışığı odayı aydınlatınca perdedeki antik kadının görüntüsü kayboldu. Aynı anda laboratuvarda duymaya hiç de alışkın olmadığım güzel bir koku çalındı burnuma; işte oradaydılar. Zeynep’in masasının üzerinde, gösterişsiz bir vazonun içinde duran lila rengi sümbüllerden geliyordu bu koku. “Ne kadar güzel çiçekler,” diye mırıldandım. “Kim getirdi bunları?” Soruyu Zeynep’e sormuştum ama Ali’nin yüzünün kızardığını gördüm. Zeynep ise büyük bir rahatlıkla, hatta gururla yanıtladı. “Ali getirdi Başkomiserim.” İşte bu gerçekten de büyük sürprizdi; bizim kaba saba Ali, her fırsatta didiştiği Zeynep’e çiçek getirecek! Şaşkınlıkla yardımcıma baktım; yüzündeki kızıllık iyice koyulaştı, göz göze gelmemek için bakışlarını kaçırdı. Biraz takılayım şuna diye geçti içimden ama şu mahcup haliyle öyle sevimliydi ki köftehor, yapamadım. “Güzel çiçeklermiş,” diyerek konuyu kapatıp Zeynep’e döndüm.

“Bu davayla ilgili uzmanlar bulmamız gerek. Tarihçiler, sikkelerden anlayan bilim adamları, bizi aydınlatacak kişiler.” “Derhal araştırırım Başkomiserim.” Konunun değişmiş olmasından Ali de memnundu. “Sikke uzmanlarından başlayalım,” diye hevesle katıldı konuşmaya. “O paranın üzerindeki ay yıldızla cesedin Atatürk heykelinin dibine bırakılması arasında bir bağlantı olmalı.” Yardımcımın takıldığı nokta da önemliydi. Binlerce yıl önce basılmış bir paranın üzerindeki ay yıldız ve Mustafa Kemal… Ne yani, şimdi bu politik bir mesaj mıydı? Katil ya da katiller sıradan insanlar değil de, amaçlarına cinayet işleyerek varmak isteyen teröristler miydi? Bu ihtimal bana pek mantıklı gelmiyordu. Çünkü bugüne kadar sağdan ya da soldan hiçbir terörist grup bu tür bir yöntem kullanmamıştı. Eylemleri son derece açık ve somut hedeflere yönelik olurdu. Tabii, arkalarında onları gizlice yönlendiren istihbarat örgütleri yoksa. Hiçbir zaman Siyasi Şube’de çalışmadım ama terör gruplarının büyük bölümünün istihbarat örgütleri tarafından yönlendirildiği biliyordum. “Oo bütün takım buradaymış,” diyen Şefik’in sesiyle kapıya döndüm. Olay Yeri Inceleme’nin acar komiseri laboratuvarın eşiğinde dikilmiş, neşeyle bizi süzüyordu. Ama içeride ağır bir havanın hâkim olduğunu fark edince anmda ciddileşti.

“Ben de size bakıyordum Başkomiserim, maktulün kimliği belli oldu da.” Bu iyi haberdi işte. “Nüfus kâğıdını mı buldunuz?” Elindeki delil poşetiyle yaklaştı. “Cüzdanını bulduk Başkomiserim. Cinayet mahallinin yüz metre ilerisinde. Kimlik cüzdanın içindeydi. Yolda bir de parçalanmış cep telefonu vardı.” Poşeti alırken sordum. “Cep telefonuyla cüzdan aynı yerde miydi?” “Aynı yerde sayılır… Sarayburnu’ndan Eminönü’ne uzanan ana yolun kenarında… Sepetçiler Kasrı’nın önünde… Cüzdanla cep telefonun parçaları arasında sadece on metrelik bir mesafe vardı. Katiller atmış olmalı, cesedi bırakıp kaçarken…” Ne söyleyeceğini bilmeme rağmen emin olmak için sordum: “Katiller diyorsun, failin tek kişi olmadığından nasıl emin olabiliyorsun?” “Kurban taşınmış Başkomiserim. Sizin de bildiğiniz gibi, maktulün gırtlağını orada kesselerdi ortalık mezbahaya dönerdi. O cesedi de tek kişi taşıyamaz.” Önemli bir meseleyi hatırlamış gibi merakla sordu: “Etraftakilerle konuştunuz mu? Gören filan olmuş mu?” Etraftakilerle konuşan Ali olduğu için soruyu da o yanıtladı. “Yolun öteki tarafında, garnizonda nöbet tutan askerler hiçbir şey görmemişler. Yandaki otopark görevlileri de… Kıyıda kafa çeken şarapçıların da olan bitenden haberi yok.

Gecenin o saatinde Sarayburnu’nda bulunan herkese sorduk, kimse bir şey görmemiş.” Kendine açıklar gibi sessizce mırıldandı Şefik. “Katiller profesyonel olmalı. Heykelin çevresinde de işe yarar ne bir iz vardı, ne bir kanıt.” Şefik’in sözleri, aklıma yeniden bu cinayetin bir istihbarat örgütünün işi olabileceği ihtimalini getirdi. Fakat onlar kolay kolay mesaj bırakmazlardı, tabii bizi yanlış yönlendirmek istemiyorlarsa. “Peki neden Atatürk heykeli?” Yine aynı soruyu dile getiriyordu bizim inatçı Ali. “Tuhaf!” dedi Şefik. Hepimiz gibi o da yorum yapamıyordu. “Gerçekten tuhaf! Katil bir mesaj mı vermek istiyor acaba?” Saatlerce tartışabilirdik bu konuyu ama bir sonuca ulaşmamız imkânsız görünüyordu. Özellikle de şu anda sahip olduğumuz verilerle. Akıl yürütmek yerine elimdeki poşetin içindekileri masanın üzerine döktüm. Hepimizin gözleri taba renkli bir cüzdanla iki parçaya ayrılmış cep telefonuna Çevrildi. “Cüzdan da güzelmiş.” Adeta neşeli çıkmıştı Ali’nin sesi.

“Maktul zengin biriymiş anlaşılan.” “Orasını bilmem,” dedi Şefik cüzdandan taşan kâğıt banknotları göstererek. “Ama nakit para taşımayı seviyormuş. Tam bin iki yüz yirmi beş lira var cüzdanda.” Zeynep’in ilgisini çekmişti bu durum. “Katil paraya dokunmamış mı?” “Sanmıyorum. Adamın üzerinde daha fazla para vardıysa onu bilmiyorum ama bin iki yüz yirmi beş lira cüzdanın içindeydi.” Paradan çok maktulün kimliği ilgilendiriyordu beni. İzleri silmekten korktuğum için sağ elimin iki parmağıyla mümkün olduğu kadar az noktaya dokunarak cüzdandaki kimlik kartını çıkarırken Zeynep akıl yürütmeyi sürdürdü. “Bu durumda cinayet para yüzünden işlenmemiş gibi görünüyor… Yoksa katil ne kadar para varsa hepsini alırdı.” “Öyle görünüyor…” Kimse Şefik’in son sözleriyle ilgilenmemişti. Üçümüz de’ pürdikkat, parmaklarımın arasında duran kimlik kartına bakıyorduk. Kimlikteki fotoğrafta adamın kırçıl saçları daha kısaydı ama kuşkuya yer bırakmayacak kadar kurbanımıza benziyordu. Adı Necdet’ti, soyadı Denizel. 1959 yılının 12 Ağustos’unda İstanbul’da doğmuştu.

Medeni halinin yanında bekâr yazıyordu. “Adam, üniversitede öğretim üyesiymiş.” Bakışlarımızın yeniden üzerinde toplandığını görünce, cüzdandan masanın üzerine savrulmuş olan kartviziti gösterdi Şefik. “Orada yazıyor, Dr. Necdet Denizel. Sanat Tarihçisi – Arkeolog.” Üniversite hocalarının mütevazı kartvizitlerine hiç benzemiyordu Şefik’in gösterdiği kart. Dokunmadan bile oldukça pahalı bir kâğıda basılmış olduğu anlaşılıyordu. Ama Ali kartla değil, maktulün mesleğiyle ilgilendi. “Arkeolog ha! Anlaşılan kurban, şu sizin Byzantion’la ilgileniyormuş Başkomiserim.” “O zaman ilk ziyaret edeceğimiz yer de onun evi olmalı,” diye destekledim onu. “Böylece hem Necdet Denizel, hem de Byzantion hakkında bilgi sahibi oluruz.” “Byzantion?” Öylece bakakalmıştı Şefik. “Byzantion da ne? Ali küçümseyen gözlerle süzdü meslektaşını. “Bilmiyorsun değil mi Şefik? Yazık… Yazık sana! Byzantion, üzerinde yaşadığın bu şehrin ilk adı.

” Neler olup bittiğini hâlâ anlamayan Şefik’in zihni iyice karışırken, Zeynep yetişti imdadına. “Hani şu maktulün avucunda bulduğumuz sikke vardı ya, işte onun üzerinde yazıyor Byzantion…” “İnsan pek de vefalı bir varlık değil.” Kurbanın kartvizitinde yazılı ev Samatya’daydı. istanbul’un yedi tepesinden yedincisinin eteklerinde. Yaşadığım Balat kadar olmasa da hep sevmişimdir Samatya’yı; İstanbul’u İstanbul yapan kadim semtlerden biridir. Bir zamanlar daha çok Ermeni nüfus yaşarmış bu güzel semtte. Bazen Tatavla dışında, farklı bir yerde rakı içmek istediğimizde Evgenia’yla buraya geliriz. Psammatia, derdi Evgenia buraya. Rumca adı buymuş. Kumluk, kumsallık anlamına gelirmiş. Benim ise Samatya denince aklıma, çatıları güneş, pencereleri deniz kokan kagir evler gelir; eski kiliseler, camiler, dar sokaklar gelir, dar sokaklardaki küçük meyhaneler gelir; binlerce yıllık surların arasından her gün binlerce istanbulluyu taşıyan, bıkkınlık nedir bilmeyen banliyö trenleri gelir. Ama Samatya da Balat kadar yorgundur, yaşlıdır, yıpranmıştır. Bu yüzden, maktulün iki katlı ahşap evinin bu kadar güzel olacağını hiç düşünmemiştim. Narin, mor çiçekleri demir kapının üzerinden sarkan, gümrah iki erguvan ağacının arasından geçerek girdik küçük bahçeye. Koca gövdesi eğilmiş, ta Bizans’tan kalmış izlenimi veren bir incir ağacı karşıladı bizi.

iyice yükselen güneşin sıcaklığıyla, baygın, insanın genzini yakan bir koku yayıyordu ortalığa. Kavgacı martıların cırtlak sesleri geliyordu bir yerlerden, arka sokaktan çocuk gülüşleri yükseliyordu. Hayranlıkla binayı süzen Ali yutkunarak mırıldandı: “Ne güzel evmiş be! Bahçesi bile var… Arkeologlar iyi maaş alıyor olmalı.” Ali’den birkaç metre öndeydi Zeynep, nerdeyse binanın jcapısma ulaşmıştı. Ama dönüp arkadaşına laf yetiştirmekte gecikmedi. “Ya da adam, kazılardan sağlam bir define çıkardı.” “Belki de bu yüzden öldürmüşlerdir. Defineden arkadaşlarına pay vermediği için.” Ali ciddi miydi, yoksa şaka mı yapıyordu, belli değildi. “O zaman arkeolog arkadaşlarını araştıralım,” diye yanıtladı Zeynep. Ama yüzündeki gülümseme, bütün bu sözleri eğlence için sarfettiğini gösteriyordu. “Hatta hepsinin mal varlıklarını kontrol edelim.” “Define var mı, yok mu, bilmiyorum ama sanırım bu dediklerinin hepsini yapmak zorunda kalacağız.” Sözlerim Zeynep’in yüzündeki gülümsemeyi sildi, Ali’nin bakışları da kırmızı sardunyalardan bana çevrildi. Artık ciddileşme zamanıydı.

“Hadi girelim şu eve,” diyecekken cep telefonum çalmaya başladı. Ekranda Evgenia’nm adını görünce biraz telaşlandım. “Bir dakika çocuklar,” diyerek uzaklaştım. Gümrah erguvan ağaçlarının salkım salkım dökülen çiçeklerinin altına gelince açtım telefonu. “Merhaba Evgenia…” “Merhaba Nevzat…” “Nasılsın?” “iyiyim… İyiyim…” Hayır, iyi değildi. İyi olamazdı, çünkü bu akşam ilk kez evime gelecekti, ilk kez yaşadığım mekâna girecek, benimle aynı havayı soluyacak, orada ilk kez benim hayaletlerimle, acılarımla, yasımla karşılaşacaktı. Gergindi, çünkü onu evime Çağırmak için yıllarca beklemiştim. Oysa ben teklifsizce girip Çıkmıştım onun evine, meyhanesine, arkadaşlarının arasına, hatta Rum cemaatinin içine. Ama sıra bana gelince, sabırlı Evgenia’m hep bir engelle karşılaşmıştı, duygusal bir barikat, matemle sıvanmış bir duvar, acıyla yoğrulmuş bir uzaklık. Sonra alışmıştı buna, bırakın açıkça dile getirmeyi, ima bile etmemişti, işte bu nedenle olsa gerek, onu evime davet atiğimde, mutluluktan çok tedirginlik belirmişti yüzünde. “Emin misin?” diye sormuştu. “Nevzat bundan emin misin?” “Eminim,” demiştim biraz da kaşlarımı çatarak. “Tabii eminim. Emin olmasam çağırır mıyım?” Emin miydim gerçekten? Aslında bilmiyordum ama emin olmalıydım. Bu daha ne kadar sürebilirdi ki böyle? Evge- nia, benim en yakın arkadaşımdı, yaşamda en güvendiğim insandı, hepsinden önemlisi, sevdiğim kadındı… Ya Güzide ile Aysun? Kaybettiğim karım, kızım? Evet, onların hayalleri, izleri, eşyaları, kokuları, evimin duvarları arasında hâlâ duyduğum sesleri… Doğru, hâlâ onların anılarıyla yaşıyordum ama Güzide ile Aysun ölmüştü.

Bunu kabullenmek ne kadar zor olsa da, onlardan bir türlü kopamasam da, gerçek buydu. Kader mi, lanet mi, kötü şans mı, adına ne dersek diyelim, o korkunç patlama karımla kızımı çekip almıştı benden. Ama hayat devam ediyordu. İnsan istemese bile başkalarıyla karşılaşıyor, başkalarını seviyordu. Başkalarına duyulan sevgi, ölenlere duyulan bağı azaltmamalıydı. Buna evet demenin kendimi kandırmak olduğunu biliyordum. Hayat, canlılara öncelik tanırdı. Ölenlerin görüntüleri, sesleri, kokuları, anıları, izleri ağır ağır silinir giderdi. Acı ama galiba başka yolu da yoktu, insan pek de vefalı bir varlık değildi. Önemli olan ölenleri tümüyle unutmamak, ruhlarından bir parçayı benliğinize katarak, onların gönlünüzde yaşadığına kendinizi ikna etmekti, ikna etmekti, diyorum çünkü zamanla yüzlerini bile hatırlamakta güçlük çekeceğimiz sevdiklerimizin ruhumuzdaki etkileri, yaşamın canlı görüntüleri, sarsıcı olaylarıyla ağır ağır silinip giderdi belleğimizden. Her ne kadar bunun tersini kendime sık sık yinelediysem de acı gerçek buydu. Ve bu gerçek, beni avcuna almakta gecikmemişti. Ona daha fazla direnememiş, bir yol ayrımına gelmiş ve teslim olmuştum. O yol ayrımında Evgenia beni bekliyordu. Onun da yardımıyla düştüğüm yerden doğruldum, yeniden ayakta durmayı, acılarımla birlikte yürümeyi öğrendim.

Normal insan diye bir şey varsa, işte o insanlardan biri olmaya çalıştım. Ve Evgenia’ya minnetimi belirtmek için, aslında yıllar önce yapmam gereken daveti yaptım, onu evime çağırdım. Uzun bir kararsızlığın ardından kabul etti teklifimi ama tedirginliğini üzerinden atamadı. Her an fikrimi değiştireceğimden ya da onu kıracak bir davranışta bulunacağımdan korkuyordu. Telefonun öbür ucundan gelen sesi bu yüzden gergindi, tedirgindi. Onu rahatlatmam gerekiyordu. “Ne o?” dedim sesime sahici bir sitem ekleyerek. “Yoksa akşam gelmeyeceğini mi söyleyeceksin?” “Yok Nevzatcım, hiç öyle şey yapar mıyım?” Tedirginliği kaybolmuştu. “Şey, gelirken, diyorum, şu senin sevdiğin bizim mezelerden…” Rolümü ustaca oynadım. “Hayır, Evgenia. Ne konuştuk, bu akşam elini hiçbir şeye sürmeyeceksin, hepsini ben ayarlıyorum…” “Tamam o zaman.” Rahatlamıştı, onu ikna etmeyi başarmıştım ama kendimi ikna ettiğimden kuşkuluydum. Evgenia şakayla karışık sordu. “Peki neler olacak masada?” “Hayatında hiç görmediğin yiyecekler…” diye iddialı konuşmamı sürdürdüm. “Mezeleri tattıktan sonra, gel bizim meyhanede çalış, dersen hiç şaşırmam.

” Küçük bir kahkaha attı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir