Ahmet Ümit – Kavim

Genzini yakan koku uyandırdı onu. Bu kokuyu tanıyordu. Yıllarca kapalı kalmıs bir kilisenin kokusu. Kilisede yakılan kandillerin, ufalanan tasların, eriyen mermerin, çürüyen ahsabın, yıpranmıs sayfaların, küflenen cesetlerin kokusu. Dehsete düsmesi gerekirdi ama sadece çevresine bakındı. Usulca kımıldayan siyah bir leke gördü. Biçimsiz, belirsiz bir leke… Simsiyah bir siluet… Gülümsedi lekeye. “Mor Gabriel” diye mırıldandı. Leke yaklastı, yaklasınca insan cismine bürünüverdi. Siyahlar içinde bir insan. O insan basucuna geldi, kulağına fısıldadı: “Beni tanıdın mı?” “Mor Gabriel” diye mırıldandı yine. Ağzından Mor Gabriel sözcükleri dökülürken, müziği duydu; derinden, çok derinden gelen bir ayin müziği. Bilmediği bir dilde yinelenen tutkulu bir mırıltı, kendinden geçmis birinin söylediği bir tekerleme. Aynı anda haçı fark etti. Gümüsten bir haç.


Adam haçı elinde mi tasıyordu, yoksa göğsünde mi, anlamaya çalısırken, bosluğu ikiye bölen bir parıltı yandı söndü. Bir acı hissetti. Parıltı yeniden yandı söndü, acı kayboldu, bütün bedenine bir rahatlık yayıldı, ses uzaklastı, önce odadaki renkler silindi, sonra o siyah leke kayboldu, sonra oda, sonra da ısık… 1 Đnsan denen bu tuhaf yaratığı, kötülükten uzak tutacak ne bir güç var, ne de bir yasa. Sorgu odası alacakaranlık. Nazmı, uzun masanın ucuna oturmus, ben sol yanındaki iskemledeyim, Ali ayakta. Tepedeki lamba, sadece Nazmi’nin yüzünü aydınlatıyor. Nazmi’nin genis alnında ölgün bir parıltı var, çukura kaçmıs gözleri karanlıkta… “Basını öne eğme” diye uyarıyor Ali. Öfkeli değil, görevini yapan bir polisin olağan otoriterliğini tasıyor sesi. Nazmi’nin karsı çıkacak hali yok, usulca kaldırıyor basını; sevincini yitirmis ela gözleri çıkıyor ortaya Isık sert gelmis olmalı, gözlerini kırpıstırıyor. Yüzünde en az iki haftalık sakal. Sakal çizgisinin basladığı yerden bir parmak yukarıda, sol göz çukurunun altındaki yara, siyalı bir leke gibi duruyor. Sorgu odasının sessizliğini bizim Ali’nin sözleri bozuyor. Eliyle masanın üzerindeki siyah Browning’i göstererek: “Kendini de bununla mı vurdun?” diye soruyor. Nazmi’nin ezik bakısları önce Browning’e, sonra Ali’ye dönüyor. Basını usulca sallayarak onaylıyor.

“Onunla…” “Beylik tabancan mı?” diye giriyorum araya. “Beylik tabancam…” “Đyi silahmıs” diyorum, “Teskilatta sevilen biriymissin. Dosyanı okudum, takdirnameler, ödüller… Amirlerin senden çok memnun. Herkes hakkında iyi konusuyor.” Hiç tınmadan, öylece dinliyor Nazmi. Bir ara bakısları masadaki sigara paketine kayıyor. Paketi alıp, ona uzatıyorum. “Yaksana…” Titreyen elleriyle bir sigara çekip, kurumus dudaklarının kenarına yerlestiriyor. Uzanıp yakıyorum. O sigarasından derin bir nefes çekerken, “Kimse senin yaptığına inanmıyor” diyorum. “Nasıl oldu bu is?” Feri kaçmıs ela gözleri bos bos dolanıyor yüzümde. Sanki çare olurmus gibi yeniden derin derin çekiyor sigaranın dumanını ciğerlerine. “Bilmiyorum Bas komiserim…” diyor sonunda. “Bilmiyorum” diye tekrarlarken, ciğerlerinde unuttuğu dumanlar kendiliğinden süzülüyor dısarıya. “Oldu iste…” “Yani sen yaptın?” Buruk, pismanlık yüklü bir sesle yanıtlıyor: “Ben yaptım…” Neden onu sorguluyoruz; gerçek gün gibi ortada.

Adam da inkâr etmiyor zaten. Niye ona daha fazla acı çektirelim? Ama Cengiz Müdürümüzün uyarısı var. Son günlerde polisler hakkında basında çıkan olumsuz yazılar, kılı kırk yarmamıza yol açıyor. Ali de Cengiz Müdürümüz gibi düsünüyor olacak ki sorguya yeniden baslıyor: “Neden yaptın?” Nazmi yanıt vermek yerine sigaraya sığmıyor. Ama Ali onu rahat bırakmıyor: “Cinayet gecesi karınla tartısınız mı?” Ali’nin yüzüne bakmadan yanıtlıyor Nazmi: “Tartıstık…” “Konu neydi?” “Hatırlamıyorum… Son günlerde hep tartısıyorduk…” Ali, avını kıstırmanın yollarını arayan bir avcı gibi Nazmi’nin tepesinde durmus bir açık yakalamaya çalısıyor. “Kıskanıyor muydun karını?” Ali’nin sorusunu ben bile yadırgıyorum, Nazmi isyan edecek diye düsünüyorum, yapmıyor. “Kıskanırdım…” diyor. Sesi yorgun, çaresiz, tükenmis bir adamın ruh halini yansıtıyor. “Hosuna giderdi onu kıskanmam…” Kederle gülümsüyor; içten içe öldürdüğü karısıyla konusur gibi… Çok sürmüyor bu. “Yanlıs iz üzerindesin Komiserim” diyor. Basını kaldırmıs Ali’ye bakıyor. Ne söylediğini bilen bir adamın kararlılığı var yüzünde. “Kanım kıskandığım için öldürmedim. Sandığın gibi değil…” “Peki ne o zaman?” “Oldu iste” diyor Nazmi… “Kader…” Yeniden sigarasından derin bir nefes çekiyor. “Nasıl kader?” diyor Ali.

“Nasıl olacak bildiğin kader…” Artık bos vermis bir adamın özgüveni var sesinde. Bana dönüyor. “Bas komiserim siz daha iyi bilirsiniz, bizim meslek zordur.” Sessiz kalarak onaylıyorum onu. Ali bana hiç katılmıyor. “Polislik zor” diye gürlüyor, ama çekip karımızı, kızımızı öldürmüyoruz diyecek oluyor, söyleyemiyor. Bakıslarını Nazmi’den kaçırarak, “… Ama her kafamız bozulduğunda silahımızı çekip, yakınlarımızı vurmuyoruz” diye tamamlıyor. Nazmi’nin güveni anında kayboluyor, basım öne eğerek, gözlerini saklamayı seçiyor. Ali’nin ona fırsat vermeye hiç niyeti yok. “Onları niye vurdun?” diye acımasızca yapıstırıyor soruyu. Nazmi ölü gibi; ne kıpırdıyor, ne de soruyu yanıtlıyor. Ali adamı fena örseleyecek, izin vermemek için ben giriyorum araya: “Bak Nazmi, sorguyu tamamlamak zorundayız… Bize olanları anlatsan iyi olur.” Yeniden basını kaldırıyor, hareketleri öyle yavas ki kıpırdadığında sanki cam yanıyor. “Zaten anlattım Bas komiserim. Ama mademki istiyorsunuz tekrar anlatayım: O gece eve geldim… Yemek hâlâ hazır değildi.

Aynur yandaki komsunun bulasık makinesi aldığını, bizim ne zaman alacağımızı soruyordu. Yirmi dört saattir görev yapmıstım. Kapkaççılar bir diplomatın karısının çantasını kapmıslar. Tarlabası’nda bütün gün kapkaççı kovaladık. Üzerimize ates açtılar. Bir arkadasım yaralandı, zamanında eğilmesem ben de vurulacaktım. Neyse, sokağı olduğu gibi kusattık. Kimi gördüysek toparladık, ama kadının çantasını bulamadık. Aksamüzeri emniyete döndüğümüzde müdürden de sağlam bir fırça yedik; ne beceriksizliğimiz kaldı, ne salaklığımız… Anlayacağınız o kafayla geldim eve. Karım ne zaman bulasık makinesi alacağız diye karsıladı beni. Üstelik daha yeni aldığımız televizyonun taksidi bile bitmemisken… Tartısmak istemedim… içeri yürüdüm, içerde kızım ağlıyordu, iki yasındaydı… Acıkmıs olmalıydı. Ben aç değildim, yorgundum. Kafamın içi an kovanı gibi vızıldıyordu. Karım, ‘Su çocuğu kucağına al, görmüyor musun ben yemek hazırlıyorum’ dedi. Yüzümü asmısım.

Karım, kızımı kucağıma almak istemediğimi sandı. Hâlbuki ben sadece yorgundum, kızıma sarılıp uyumak istiyordum. Kızımı kucağıma aldım, ama susmadı. Karım da susmadı. Onları dinlemiyordum, onları duymak istemiyordum, sadece uyumak istiyordum, bir de kafamın içindeki vızıltılar dinsin istiyordum. Olmadı, sanki biri kafamın içindeki kovana çomak sokmus gibi vızıltılar arttı. Çocuğu yatağın üzerine bırakıp, ellerimle kulaklarımı tıkadım. Ama bosuna, vızıltılar dineceğine giderek artıyordu. Hayır, artık çocuğumun da, karımında sesini duymuyordum. Oysa kızım katıla katıla ağlıyordu, karım ise karsıma dikilmis, çocuğu göstererek bağırıp çağırıyordu. Ona susmasını söyledim… Belki söylemedim de, söylediğimi zannettim, ama o üzerime yürüdü. Elleriyle bana vurmaya basladı. Bilmiyorum, belki vurmadı da bana öyle geldi. Vursa bile önemsemedim, önemsemezdim… Benim kurtulmak istediğim karım, kızım değil, kafamın içindeki anların vızıltılarıydı… Elim ne zaman tabancama uzandı, ne zaman kılıfından çıkardım, ne zaman tetiğe bastım bilmiyorum. Ardı ardına patlayan mermilerin gürültüsü kafamın içindeki arıları korkutup kaçırıncaya kadar ates ettiğimi biliyorum sadece.

Ben karım ile kızıma ates etmiyordum, sadece arıları kaçırmak istiyordum. Ama gözlerimi açtığımda, onların kanlar içinde kıvranan bedenleriyle karsılastım. Ne yapacağımı bilemedim, bu kez tabancayı kendime çevirdim, bastım tetiğe. Ama olmadı, ölmedim. Öldürmeyen Allah, öldürmüyor iste.” Bir süre sessiz kalıyor, gözlerini yüzüme dikerek tamamlıyor: “Đste böyle oldu Bas komiserim. Gerçek bu. Ama tutanaklara nasıl isterseniz öyle yazın, fezlekeyi nasıl isterseniz öyle düzenleyin. Kaybedecek neyim var ki? Hiçbir hâkim, kendime verdiğimden daha ağır bir ceza veremez ki bana.” Ali’ye bakıyorum; tamam mı, duymak istediklerimiz bunlar mıydı? Ama Ali’nin yüzündeki, o çok iyi tanıdığım, katı polis ifadesi değismiyor. Sanki “iyi de Bas komiserim, o zavallı kadınım, o iki yasındaki masum çocuğun suçu ne?” demek istiyor. Haklı; haklı ama genç. Hele bizim mesleğimiz için çok genç… Katilleri yakalayarak, yasayı uygulayarak suçu, kötülüğü önleyebileceğine inanıyor. Bana gelince, suçu önlemek için suçluyu yakalamanın, adaleti sağlamak için yasayı uygulamanın hiçbir ise yaramadığım karsılastığım yüzlerce olayda birebir yasayarak öğrendim. Keske öğrenmemis olsaydım diyorum çoğu zaman, keske yalan da olsa dünyada adalet diye bir seyin var olduğuna inanabilseydim.

Ama inanamıyorum. Çünkü insan denen bu tuhaf yaratığı kötülükten uzak tutacak ne bir güç var, ne de bir yasa. Aklımdan bunlar geçerken, kapı açılıyor. Açılan kapının aralığından önce floresanlann sıkıcı aydınlığı, ardından Zeynep’in güzel yüzü görünüyor. “Bas komiserim acil bir durum var” diyor. Biçimli kasları çatılmıs, koyu renk gözleri ciddiyetle bakıyor yüzüme. Bir an bakısları Ali’ye kayacak oluyor. Benim sorum, iste o ana denk geliyor: “Mesele ne?” “Bir cinayet islenmis Elmadağ’da… Đlginç bir olay…” Olayın ilginçliğini Nazmi’nin önünde tartısacak halimiz yok. Dahası buradan ayrılmak hosuma gidecek. “Geliyoruz” diyorum. Ali hayal kırıklığı içinde yüzüme bakıyor. “Yazılı ifadeyi sonra alınız, Nazmi hepsini anlattı zaten.” Ali ısrar etmiyor. Ceketini giyip pesim sıra geliyor. Kapıdan çıkarken Nazmi’ye dönerek: “Geçmis olsun” diyorum.

Nazmi’nin dudaklarında acı bir gülümseme beliriyor. “Sağ olun Bas komiserim, ama geçmez…” 2 Yıllardır aradığı türden bir cinayet. Sokağa çıktığımızda gece karsılıyor bizi. Soğuk, nemli, karanlık bir kıs gecesi. Cadde boyunca ilerleyen otomobillerin stop lambalarından yayılan puslu ısıklar iyice kederlendiriyor geceyi. Küçük damlacıklar beliriyor arabanın ön canımda, silecekleri çalıstıran Ali, dısarı bakarak söyleniyor: “Nasıl da kararmıs ortalık. Saat bes bile değil.” “Normal” diye açıklıyor Zeynep. “Aralık ayındayız. Kısın geceler uzun sürer.” Ali yanıt vermiyor, yanındaki koltukta oturan Zeynep’e söyle bir bakmakla yetiniyor. Zeynep, bu gergin bakısa aldırmıyor, aracın kaloriferi yeni ısınmaya basladığından, üsümüs, paltosuna sıkı sıkı sarınmıs. Ben, arka koltuktayım, en az Zeynep kadar üsüyorum. Pardösüm ince geliyor, koltuğun kösesine büzülüyorum. Telsizden yayılan cızırtılar tek müziğimiz.

“Olay Yeri Đnceleme’den Komiser Sefik haber verdi” diyerek anlatmaya baslıyor Zeynep. Bedeni yan bana dönük; parfümünün kokusunu alıyorum belli belirsiz. Yüzünü profilden görüyorum. Enikonu güzel bir kız bu bizim Zeynep. Anlatırken, ister istemez Ali’ye bakıyor, ama onu görmüyor gibi… “Tuhaf kanıtlar bulmuslar cinayet mahallinde…” “Nasıl tuhaf?” Bana bakmaya çalısıyor, ama boynunu yeterince çeviremiyor. “Sefik ayrıntıya girmedi Bas komiserim. Ama ‘Hemen gelirseniz iyi olur’ dedi.” Yeniden Ali’ye bakıyor, bu kez onu görüyor, gülümseyerek sürdürüyor: “Sana da özel bir mesaj bıraktı. ‘Ali’ye söyle, yıllardır aradığı türden bir cinayet onu bekliyor’ dedi.” Ali gözlerini yoldan ayırmıyor bile. Nazmi’nin sorgusunu bırakıp, yeni ise gitmemizi hâlâ içine sindirebilmis değil. “Her zaman öyle söyler” diye mırıldanıyor memnuniyetsizlikle. “Ama her seferinde o sıradan cinayetlerden biri çıkar karsımıza.” “Bu sefer farklı galiba… Burada görmeniz gereken kanıtlar var derken, sesi titriyordu.” “Hiç sanmıyorum.

Sefik ne zaman ceset görse heyecanlanır.” Ali haksızlık ediyor. Sefik, Olay Yeri inceleme’nin en deneyimli komiserlerindendir. Bir kuyumcu titizliğiyle çalısır, hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz. Bir saç telinden, bir parça tükürükten, bir kandamlasından yola çıkarak katili bulmamızda çok yardımı dokunmustur. Sadece bize mi, adlî tabipler de minnetle söz eder ondan. Sevgili kriminologumuz Zeynep de Sefik’i takdir etmistir hep. Ama bu kez nedense sessiz kalmayı seçiyor. Belki cinayet mahallinde göreceklerimizin yeterince etkili olacağını düsündüğünden. Ya da emin olmadan konusmak istemediğinden. Doğrusu benim de Ali’yle tartısacak halim yok. Cinayet mahalline gidene kadar gözlerimi dinlendirsem iyi olacak, çünkü oradan bizim Evgenia’nın meyhanesine gideceğim. Ne zamandır uğramıyorum yanına, çok içerlemis. Dün sabah iyi bir zılgıt yedik. Gidip gönlünü almalı… Pardösümün içine gömülüp, çok da uzun sürmeyecek yolculuğumuzu böyle değerlendirmeye hazırlanırken: “Su çocuk katili harekete geçmis olmasın” diye mırıldanıyor Ali.

Her ne kadar aldırmaz görünse de Sefik’in sözleri onu da etkilemeye baslamıs olmalı. Ali’nin tahminleri beni de uyarıyor, yine de açmıyorum gözlerimi. Kapalı gözkapaklarımın içindeki karanlıkta yedi yaslarında üç erkek çocuğun cesedi beliriyor. Önce tecavüz edilmis, sonra boğularak öldürülmüsler. Kırılmıs oyuncak bebekler gibi boyunları bükük, gözbebeklerinde kurumus kalmıs korkularıyla öylece bakıyorlar yüzüme… Görüntüleri dağıtan Zeynep’in sesi oluyor: “Sekercinin isi olduğunu sanmıyorum.” Ali’nin sorusu yetisiyor hemen: “Niye, Sefik bir sey mi söyledi?” Bizimkiler, katile Sekerci adını taktılar. Oysa öldürülen çocukların yanlarında ne seker kâğıdı bulduk, ne de midelerinde seker. Sekerci lakabını kimin koyduğunu hatırlamıyorum. Çocukları sekerle kandıran sapık klisesinden yola çıkan bir arkadasımız olmalı. Pek yaratıcı olmadığı açık. Ama Sekerci lakabının kullanıslı olduğu da bir o kadar gerçek. “Yok canım, Sefik sadece ilginç bir cinayet, dedi. Her zamanki gibi hiç açıklama yapmadı. Sekercinin isi olduğunu sanmıyorum, çünkü tarih tutmuyor.” “Tutmuyor mu?” diyor Ali.

“Tutmuyor” diye yineliyor Zeynep. “Son cinayetten bu yana üç ay geçmedi. Üstelik bugün cuma değil.” “Belki herif kuralı bozmustur. Hep tarih sırasına göre öldürecek değil ya!” Söylediklerine kendi de inanmıyor; sesinde güvensiz bir tını var. Kapalı gözkapaklarımın içindeki karanlıktan daha karanlık bir dünyanın adamını düsünüyorum. Tespit ettiğimiz, tespit ettiğimiz diyorum çünkü cesedi bulunmamıs baska çocuklar da olabilir üç cinayeti de üç ay arayla, üçüncü ayın son cuması isledi. ‘ Üç ayda bir, o ayın son cuması yedi yasında bir çocuğa önce tecavüz eden, sonra canını alan biri nasıl bir insandır? Zeynep, “Aynı yaslardayken, tecavüze uğramıs biri olabilir” diye açıklamıstı. Neden üç ayda bir, neden ayın son cuması? Katilin mutlaka bir nedeni vardır. Bize anlamsız, tuhaf, aptalca gelse de onun için haklı bir neden. Bir gün öğrenebilecek miyiz acaba? Belki. Ama bildiğim su ki: öğrendiklerimiz öldürülen o çocukları geri getirmeyecek… Belki Sekerci’nin baska çocukları öldürmesini engelleyecek… Ama sadece Sekerci’nin… Baska katiller, çocuk olsun, genç olsun, yaslı olsun, insanları öldürmeye devam edecek… Dünya kurulalı beri böyle olmus, ne yazık ki böyle sürecek… Bu, olayların bize öğrettiği ilk ve en önemli gerçek. Su anda gitmekte olduğumuz olayın kesin gerçeği ise, henüz olay mahallini görmemis olmama rağmen islenen cinayetin Sekerci’nin marifeti olmadığı. Aklımdan bunlar geçerken cep telefonum çalmaya baslıyor. Ekranda bizim müdürün numarasını görünce açıyorum.

“Alo, buyurun Müdürüm?” Müdürüm lafını duyunca, Ali ile Zeynep dikkat kesiliyorlar. “Merhaba Nevzat” diyor Cengiz, “nerdesin?” “Olay yerine gidiyorum, Elmadağ’a. Bir cinayet varmıs.” “Hep bir cinayet vardır” diyor. Sesi yorgun, belki biraz da bıkkın. “Oradan nereye gideceksin?” Kurtulus’a, Evgenia’nın meyhanesine diyecek halim yok ya. “Bilmiyorum, olay yerindeki duruma bağlı.” Sonunda baklayı ağzından çıkarıyor. “Nevzat seninle dertlesmek istiyordum biraz. Bu aksam söyle iki kadeh içip…” Eyvah, Cengiz’i atlatmanın bir yolunu bulmalı hemen, yoksa Evgenia öldürecek beni. “Çok iyi olurdu Müdürüm ama isim uzun süreceğe benziyor. Yarın sabah sizin odanızda yapsak bu konusmayı…” Kısa bir sessizlik oluyor. Cengiz’in canım sıktık anlasılan… Ama Evgenia’nın kalbini kırmaktan iyidir. “Tamam” diyor sonunda Cengiz, “yarın sabah odamda bulusuruz. Rakı olmadı, birer acı kahve içeriz.

” “Tamam, yarın sabah odanızdayım.” “Đyi görevler.” “Sağ olun Müdürüm.” Telefonu kapatırken, ne konusmak istiyor bu adam benimle, diye düsünüyorum. O kadar samimi değiliz. Gerçi severim Cengiz’i, protokol dısı bir adamdır. Ekibindekiler için riski göze alır. Emekli olmamı önleyen de odur. Yoksa çoktan sepetlemislerdi bizi teskilattan. Son günlerde Cengiz’in tayin meselesi dolasıyordu dillerde. Bir üst göreve getirilmesi bekleniyor. Onu mu konusacak acaba? Đyi de, ben bu islerden anlamam. Yukarıdakiler de pek sıcak bakmazlar bana. Neyse, göreceğiz bakalım. “Cengiz Müdürüm mü, Bas komiserim?” diye soruyor Ali.

O da merak etmis olmalı, bu telefon konusmasının nedenini. “Evet, Cengiz Müdürümüz.” “Cinayeti mi soruyor?” “Yok, dertlesmek istiyormus biraz…” Sevecen gülüyor Ali. “Đyi adam su bizim Cengiz Müdür.” “Bir kötülüğünü görmedik” diyorum. “Yok, Bas komiserim yok, çok iyi adam. Ondan daha iyisini görmedim…” Duraksıyor. “Tabii sizi saymazsak.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir