Ali Kemal Meram – Padişah Anaları ve 600 Yıl Bizi Yöneten Devşirmeler

Bu kitabın birinci ve ikinci baskılarının yayınlandığı 1977-1980 yıllan içinde aldığım yüzlerce mektubun içeriği, birbirinden çok farklı olmakla beraber, bir çoğu ortak bir görüşü yansıtıyordu: «Biz, şimdiye kadar okuduğumuz hiç bir tarih kitabında sizin açıklamalarınıza benzer bir şeyler görmedik. Siz, bu bilgileri nereden elde ettiniz?» diyorlardı. Üstünde birleşilen bir başka ortak soru da şöyle idi: «İnanılması çok güç, ama çok ilginç olan bir takım gerçeklere yer veren kitabınızı bir «tarih» olarak değil de, niçin «roman» türünde yazdınız?» Şunu öncelikle vurgulamalıyım ki, eğer kitabımın içeriği, şimdiye kadar, İlkokul’dan Üniversite’ye değin okutulan tarih kitaplannda ve Okuldışı tarihsel yazılarda ele alınmış olsaydı, böyle bir kitabı yazma gereğini, hiç kuşkusuz duymazdım. Ama, yoktu. Ne Osmanoğulları’nın «kan ve soylarını, ne de aile kökenlerini» bütünü ile açıklığa kavuşturan bir kitap yazılmamıştı. Üstelik, 620 yıl boyunca devleti, ülkeyi ve ulusu kimlerin, hangi ırk ve soydan gelenlerin yönettiğini içeren bir belgesel de yoktu, özellikle de, Osmanoğullan’ndan çok önce AnadoI lu’yu yurt tutmuş, güçlü deniz ve kara devletleri kurmuş Türk devletleri’nin, Osmanoğulları tarafından neden ve niçin yıkılmış oldukları, başsız ve devletsiz kalan Türk toplumlarının «Osmanlı tutsağı» olarak yüzlerce yıl barışta ve savaşta nasıl ezilip yokedildikleri, hep gizlenmişti. Bu yokediliş ve kesintisiz «Soykırım» tutarsız yakıştırmalarla üstelik «başarı» niteliğinde savunulup durmuştu. Çağın bilim ve kültüründen, uygarlığından, ülkenin ve devletin nimetlerinden yararlanmayı ve devlet yönetiminde yer almayı «Öztürk ırkına» yasaklayan Osmanoğulları’mn, yabancı soylu «dönme ve devşirmelere» bu yetki ve nimetleri nasıl peşkeş çektikleri, «tarih»| diye okutulmakta olan kitapların hiç birinde yer almamış, açıklanmamıştı. Yazılmış tarih kitaplan, tüm bu gerçekleri ters-yüz eden, baştan son’a uydurma, yakıştırma yalanlarla süslenmiş olaylardı. Uydurulmuş, «aile, soy ve kök şecereleri» ile doldurulmuştu. Bunlara «tarih» diyorlardı. «Kıl çadır»dan, Çul giysiden «Osmanoğullanm çıkarıp mermer saraylara, altın tahtlara, samur ve mücevherlerin en değerlilerine kavuşturan büyük güç, harcanan kan ve can Öztürkler in olduğu halde, tüm bu gelişmelerin, görkemli saltanatın, bir aşiret yaşamından bir İmparatorluk egemenliğine kavuşmuş olmanın basanları, Osmanoğullan’mn kişisel dehâ ve yüceliklerinin sonucu olarak nitelenmiş ve öyle gösterilmişti. Her bir Osmanoğlu, «bilim»de, sanatta, edebiyat’-ta, kültür düzeyinde askerlikte, politika’da, yüksek kişilik ve değerde»’, erişilmez yücelikte kişiler oldukları için bütün bunları ve tüm «fetih»leri elde etmiş oldukları yüzyıllar öncesinden günümüze değin savunulup durulmuştu. 8 «Atatürk sonrası Türkiye» de ise, her alanda yeniden «Osmanlı’ya dönük» bir yaşam özentisi, giderek yayınlara ve hemen tüm öğretim kurumlarına, politikaya dek yaygınlaşmıştı. YENİÇERİLER Savaşlarda, Öztürkler in kan döküp can vererek elde etikleri yabancı ülke kentlerini «yağma ve talan» etme yetkisinden başka, o yabancı ülkelerden «kız ve oğlan çocuklarını» tutsak alıp, daha sonra tutsak pazarlarında satma yetkisine de sahiptiler.


Sözde «Padişah güvenliğini korumak»la görevli olan Yeniçeriler, sorumsuz yasalarından aldıkları güçle, her fırsatta başkaldırıyor, dilediklerinin başlarını kesip, dilediklerini iktidar koltuğuna da oturtabiliyorlardı. Ama, güvenliklerini Türk soyunun evlâtlarına emanet edemeyen Osmanoğullan için, o kara ocak, yine de gözde ve sorumsuzdu. Cehalet, sefalet ve zulüm üçgeninde ilkel taşdevrinin çilesini çekmek zorunluğu ise, sadece Öztürkler indi. Değişik dönemlerde «Başkent» olmuş: Bursa, Edirne, İstanbul Saraylarında ve o sarayların dışında uygar düzeyde, varlık ve saltanat içinde görkemli yaşam sürme hak ve imtiyazları ise-, Rum, Sırp, Bulgar, Arnavut, Pomak, Romen, Yahudi, Ermeni ve daha başka yabancı soy kökenli dönme ve devşirmelere özgü idi. Ve devlet işte bunlann, bu kan ve soy melezlerinin ellerinde çekiştirilip duruyordu. Şimdi, sormak gerekmez mi? Hangi tarih kitabında bu gerçekler dile getirilmiş, sergilenmiş, açıklanmış ve yazılmıştı? Hepsini birden yanıtlayabiliriz: Hiç birinde! Ama bu ülkede, o dönemleri yaşayanlar arasında korkusuz ve de namuslu «kalem erbabı» kimseler de yaşamıştı. O, olumsuz tarihsel gelişimleri ve olayları, saray beslemesi, ya da devşirmelerin elüstünde yaşatıldığı Osmanlı düzen tutkunu tarih yazarlarının, gerçekleri ters yüz edip yalan ürünü kitaplar düzmelerine karşın, öylesine yozlaşmamış, o, namuslu kalem sahipleri, üstüne basa basa kayıt düşüp bıraktıkları basma ve yazma kitapçıklarında her bir gerçeği dile getirip geleceğe bırakmaktan korkmamışlar, üstelik tüm bunları, o dönemlerin en acımasız zulüm ve işkence olgusuna meydan okuyarak yerine getirmeyi görev sayabilmişlerdi. Ben, yıllarca önce bu kitabı yazmaya başladığımda, 620 yıllık Osmanlı döneminin gerçeklerini, o en eski «yazma ve basma»- kitapçıkların sararmış, küflenmiş sayfalan arasında aradım. Her bir döneme bir parça ışık tutma yürekliliğini gösteren küslerin bıraktıklarını başlıca kaynak olarak ele aldım. O duru, o saydam anlatılardan yararlandım. Buz tutmuş bir toprak parçasını tırnaklarımla kazarcasına yıllar süren bir uğraş vererek kıymık kıymık elde ettiğim gerçekleri birbirine karıp katarak bütünledim. Ve, öyle yazdım. Ama, okuyanlan bezdirmemek için; katı ve kuru bir tarih anlatımı yerine, roman türünde yazmayı daha doğru buldum. Yazdıklarımda tek bir fazla sözcüğe, yer vermedim. Abartmadım.

Ne var ki, gerçeklerin ancak binde birini sunabildim. Çünkü tüm gerçekleri vermeğe kalkışsaydım, değil bir kitaba, on cilde bile sığdıra-mazdım. Sağda, Sol’da ve Orta’da örgütlenmiş hiç bir evrensel akım çevresinden olmadığım için öylesine büyük bir yayının gerektireceği büyük yatınmı sağlama olanağı, benim için yoktu, olamazdı. 10 BU KiTAP GEBEKLÎYDl… v ı-V;’ ‘• ,. l Madem ki, Okuliçi ve Okuldışı tarih, sosyal bilimler ve Politika ile ilgili kitaplarda, 620 yıllık Osmanlı dönemi gerçekleri yansıtmıyordu; O karanlık dönemde yokolan Türk kültürü, Türk töresi ve özellikle, Öz-türk soyunun ne tür uygulamalar ve yöntemlerle uğratıldıkları «soy kırımı» gözardı edilip açıklanmıyordu; böyle bir kitap kuşkusuz yazılmalıydı. Daha dün denecek bir yakın geçmişte «adı sanı olmayan» nice devletler, ülkeler ve uluslar günümüz dünyasında birer büyük ve güçlü ve uygar kimliğe kavuşmuş olmalarına karşın, Türk ulusu’nun her alandaki geri kalmışlığın nedenleri açıklığa kavuşturulmalıydı. Böyle bir araştırma sonucunda ise, Selçuklular’ın 200 yıllık dönemleri ile, Osmanlıların 620 yıllık egemenliklerini kapsayan zaman şeridinde Arap ve Acem kültürlerinin, «din, mezhep, tarikat» gibi yabancı töre ve inançlann çıkmazında Türkler’in yüzyıllardır nasıl bocaladıkları ve en ilkel yaşam çizgisinden bir türlü aynlmaksızın Atatürk Çağı’na erişmiş oldukları açıklanmalıydı. Gerçek yüceliği hâlâ yeterince kavranamayan, kavranılmaması için Osmanlı kalıntılarının var güçleriyle gölgeledikleri (Mustafa Kemal Atatürk), bu ayrıntılı belgeselin ışığında tüm yüceliği ile ortaya çıkmalıydı. «Ecdadımız.» Sloganıyle yeniden yaldızlı yalanlarla nitelenen ve yüceltilmeğe kalkışılan Osmanoğul-lan’nın, kuruluştan batışa değin Türk soyu ile ilinti-sizlikleri, tarihsel akış içinde gözler önüne serilmeliydi. Onların, yalnızca «dönmelerle devşirmelerin ecdadı» oldukları gerçeği tüm ulusça kavranmalıydı. 11 (Nakşibendi)ci ve (Nurcu) tekkelerde ve özellikle, yürürlükleri (Eğitim ve öğretim birliği yasasına) karşın sürüp giden (Arapça Kur’an kurslannda) Os-manoğulları’nı yüceltip, en başta Atatürk’e ve Türk soyuna düşman yetiştirenlerin kim ve ne oldukları iyice anlaşılmalıydı. Bu kara ocaklann, Osmanlı dönemi «medreseleri» nin adlan değişmiş, ama gerçekte eşiti olan «çağdaş bilim ve uygarlık» düşmanı, karanlığın yuvalan oldukları, ancak geçmişin bu ayrıntılı anlatımı ile suyun yüzüne çıkmış olacaktı. Karanlığın o yarasa yuvalannda beyinleri yıkanan milyonları aşkın körpe varlık, geleceğin temel taşlan olacaktı ve gelecek, işte o temel taşlan üstünde kurulacaktı. Her yıl, (İstanbul’un Fethi) törenlerinde surlar ve kale duvarları üstüne tırmandırılan (Yeniçeri giysili) kişilerin tarihe ve gerçeğe ters düşen bir görüntü olduğu kadar, 20-25 yıldır (ulusal Askeri Bando) yerine konarak tarihi yansıttığı sanılan (Mehter/Mehterân Bölüğü) nün, Osmanlı savaşlarında harcanmış milyonlarca Türk ün ruhlarını ürperten gösterinin temelinde yatan amaç ve özlemin Atatürk’ün ruh ve vicdan yapısına, Onun devrim ve ilkelerine karşı koyan bir kara düşünce ürünü olduğu gerçeği, başka bir biçimde vurgulananıayacaktı.

Çünkü hiç bir yeniçeri Türk değildi. Ve, hiç bir yeniçeri örgütü, savaş ordusu değildi. îşte ben bu nedenle, yazılmamış bir tarihin özünü, o özün gerçek serüvenini yazdım. O’nu, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümsüz ruhuna adadım; ne mutlu bana… ALÎ KEMAL MERAM İstanbul, 1990 Not: Bu kitabımın hazırlanmasında yararlandığım kaynak belgelerin ve 600 yıl bizi yöneten yabancı soylu Sadrazanüar’-ın listesi, son bölümün bitiminde verilmiştir. Tanrı, erdem sahibi o namuslu kalem sahiplerinin ruhlarını sadetsin. 12 BiRiNCi BÖLÜM SELÇUKLULARIN UÇBEĞ1 KARA OSMAN KENDi ADÎYLE ANILACAK BİR DEVLETiN TEMELLERİNİ ATIYORDU… (1300-1324) Kara kıl çadırın tepesindeki abanoz direkte ak bir bayrak dalgalanıyordu. Yamacın doruğundaki düzlükte bir büyük alanı kaplayan koca çadınn içi, kalın kıl keçelerle ve değişik düzende birbirinden ayrılan irili ufaklı odalara bölünmüştü. Uçbeği Kara Osman’ın hem evi, hem de Beğlik Otağı idi bu koca çadır. Gücünü, egemenliğini Arap ve Acemler’in dinsel ve töresel inançlarında ve kültürlerinde çoktan yitirmiş Selçuklu Devleti’nin bu bölgedeki güvenliğini; acımasız, ilkel, vahşi Mogollar’a karşı korumakla yükümlü aşiret’in başı, Kara Osman’dı. Çadır odanın dört bir yanı, acem ve frenk halılanyle döşenmişti. Kalın direklerde gürzler, palalar, kılıçlar, ok ve altın kakmalı hançerler asılıydı. Uç Beği Kara Osman’ın canı sıkkındı, üstelik kızgındı da. Az ötesinde oturan karısından yana çevirdi başını; ateş saçan gözlerini, hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlayıp duran karısına dikti, öyle kaldı bir süre. Sonra birden 13 PADİŞAH ANALARI ayağa fırladı. Koca çadırın dışına taşıp yankılanan güçlü bir sesle haykırdı: — Bre hatun, yetmez mi- Canevinden vurmuşum-casına durmaz ağlarsın, niye? Kansı Bala hatun avuçlarının içine gömülü yüzünü kaldırıp kocasının kara sakallı suratına baktı.

Güçlükle soluklanarak kesik kesik konuştu: — Bilmez gibi sorarsın., beğim, şahım efendim; canevimden vurulmuş değil miyim sanki? Kara Osman’ın sesi bir kez daha gürledi: — Ne olmuş ki? — Daha ne olsun ki, a benim beğim, efendim? Sen ki, o rum kızı Horofira’yı oğlum Orhan’a kan yapmak istersin; duyduğumdan bu yana bağrıma köz düşmüş-cesine tüm yüreğim tutuşmuştur. Bu yüzden ağlarım ben, sanki bilmezsin de hırslanıp sorarsın üstelik. Olacak iş midir bu? Kara Osman’ın iri gözbebeklerinde kıvılcımlar uçuşuyordu. — Kısa aklın ermez bu işlere hatun, diye bağırdı. Benim düşlediğim amaç başka. Din ayrılığına gelince,, hiç önemli değil. «Kelime-i Şahadet» getirmesini belletip söylettik mi, müslüman olur! Horofira olan adını atıp da bir müslüman adı koyunca, hıristiyanhk mı kalır ortada? Kimin alnında yazar hıristiyanlığı, ya da müslümanlığı? Bala hatunun yürekli sesi çınladı, koca çadırın her bir bölümünde. — Kanında, damarında dolaşır, yüreğinde yazar* — Tann’nın buyruğuna karşı mı çıkıyorsun? Tanrı böyle diyor, Peygamber böyle söylüyor. Yüzü al al olmuştu. Bala hatun’un; artık ağlamı14 I PADİŞAH ANALARI yor, hıçkırmıyordu da. Sesini biraz daha yükselterek haykırdı: (1) — Babamdan duyup belledim en doğrusunu, ben. Yüce Tanrı, dinsiz Araplar için vermiş o buyruğu! Karısının bu denli başkaldırısı ile ilk karşılaşan Kara Osman, üstelik duyduklarına da şaşırıp kalmıştı. Çabuk toparladı kendini. Kollarını iki yana açarak boşluğu yumrukladıktan sonra: — Senin aklın ermez hatun, diye bağırdı.

Böyle öç alınır düşmandan; Yarhisar Tekfur’u pusu kurup tuzağa düşürmek istedi, beni. Aşiretimi başsız koyup topraklarımızı ele geçirmek için beni öldürmeğe kalkıştı. O’ndan önce davrandım; pusuya pusu ile, tuzağa tuzakla karşı çıktım; kızı Horofira’yı düğün gecesi gelinliği sırtında kaçırdım. Dinini, adını değiştirip oğlum Orhan’a yüce bir düğün dernekle kan yapmaktan daha uygunu var mı? Artık, bundan böyle Horofira değil, (Nilüfer) dir; adını öyle koydum, onun. Bala hatun’un omuzları çöktü, daha bir ufaldı. — Demek, böyle? dedi, yavaş ve güçsüz. Sonra birden toparladı kendini, başını daha dik- (1) (Bala Hatun ve Mal Hatun) iki kız kardeştiler. İkisi de Osman’ın karılarıydı. Bu iki kadının babaları: «terbiyeli kişi» anlamına gelen (Edepli) lâkabıyle anılan (Ali) adında bir Moğol’du. Ama, Osmanlı devşirmesi tarihçiler, birinci Pâdişâh saydıkları Osman’ı ve tüm Osmanoğullarını yüceltmek için, övgüye, kanlarının babasından başlayarak, (edepli Ali)nin adını: (Şeyh Edebâli)’ye çevirdiler. Babalarının Moğol diline ve soyuna uygun olarak kızlarına koymuş olduğu (Mal) ve (Bala) adlarını da inceltip yücelterek: (Mâl) ve (Bâlâ) yaptılar. Bu yalan ve yakıştırmalar, tarih sayfalarında hâlâ durur. (Yazar’ın notu) PADİŞAH ANALARI leştirerek gözlerini kocasının yüzünde dolaştırdı. — Bir kötü çığır açtın, dedi, bir ters gidişe ön ayak oldun, bundan böyle tüm evlâtların, soyun sc-pun, aşiret halkın senin tutup gösterdiğin bu yolu izleyecekler. Birlik, düzenlik, dirlik kalmayacak; neden dersen, kan bozuldu mu töre de bozulur! — Kuruntu, yanılgı hep bunlar.

Bir şey olmaz, diye bağırdı Kara Osman. Daha güçlü bir sesle sürdürdü konuşmasını: — Yabancı kan, bizim kanımızı kamçılar çünkü. Gücümüz büyür. Gücümüz büyüdükçe Beğliğimiz, topraklarımız büyür. Bu yolla, komşu Bizans’la da katışıp kaynaşmış oluruz. Düşmana dost görünür, kendi içinden vururuz. Günün birinde… Bala hatun, daha fazla dinlememek için kesti, kocasının sözünü: — Biz, biz olmaktan çıkıp kendimize bile yaban olduktan sonra, güçlenip büyüsekte, tüm cihana boyun eğdirsek de değeri yok, bence. Çünkü, o güçlenen artık sen olmayacaksın ki. Senin kanından, soyundan gelenler değiller ki! — Bak, hele. — Kızma beğim, geleceği görür gibi gerçeği söylerim sana. Böyle bu., bu yolun sonu, bu! Adın yürümüş, adına devlet kurulmuş olsa bile, ne ola? Bir ad’la iş biter mi? Adını omuzlayıp götürenler senin soyundan olmayacaklar ki artık. İşte bak bize Uç Beğliği veren soluğu tükenmiş Selçuklu Sultanhğı’na; kendi Türk töresine sırtını dönüp Acem töresini kucakladıkları için dünyanın öte ucundan gelen Mogollar’ın önünde baş eğmediler mi? Derelerden su yerine kanlan akmadı mı? Hendekler, çukurlar hep onların gövdeleri ile doldurulmadı mı? 16 ! PADİŞAH ANALARI — Sus, bre hatun, diye haykırdı Kara Osman. Yeter! Söyledim ya senin aklın ermez böyle işlere. Hışımla yürüdü, loş aydınlığın üstüne düşen kendi gölgesini çiğneyerek.

İç bölmelere açılan ağır ve kalın perdeyi elinin tersi ile açıp çıkacakken durup karısından yana döndü: — Sen, bir Moğol kızısın, dedi. Ama sen benim soyumu sopumu bilir misin? — Müslümansın ya. Yanlış mı bilirim yoksa? — Doğru, dedi Kara Osman. Müslümamm, müslü-man olmasına ama, ya hangi millettenim, onu bilir misin? — Ben ve benim aşiret halkım, Pers soyundan geliriz! Bala Hatun’un gözleri iri iri açıldı. — Pers mi, dersin? Hangi millet ola, bu? — Hani, Acem derler ya, o millet işte! (2)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir