Bora Abdo – Bizi Caganoz Diye Biri Oldurdu

Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim. Nereden buldun e-posta adresimi bilmiyorum, ama çok merak ediyorum. Merhaba. Aramızdaki topallığın anlatılması gerektiği fikrine ben de katılıyorum. Bir öykümüz olsun, demişsin, katılıyorum. Fikrini beğendim. Duymadığın, tuhaf birçok şey de oldu ama. Nasıl, cümlemin sonu sıcak bir hitabı bekliyor değil mi? Duymadığın, tuhaf birçok şey de oldu ama hayatım diyebilsem misal, duymadığın, genzi yakan, tuhaf birçok şey ama canımın içi, aşkım misal, bir tanem, bugün kızın biri vapurda bebeğim deyiverdi sevgilisine, anlatsaydım çok gülerdik belki. Sen de benim gibi muzip bakıyorsun. Gülerdik. Ama ben evlendim, beyaz beyaz giyindim. Paçasından tuttuğum kendimi tamamlamak için bir başkasına ihtiyacım vardı. Bir imhaya ihtiyacı vardı ışıksızlığımın. İntihar bencilliktir bana kalırsa, kendini fazlasıyla önemsemektir.


Kocamı da seviyorum işin tuhaf tarafı. Benim adıma günlük tutman beni çok düşünmen demek. O kadar bir sürü bir şey demek ki anlatamam. Ama senin, benim günlerimi, aylarımı, geçmişimi, nasıl yaşadığımı tahmin ederek yazdığın günlüğümde eksik kalan ve cevap niteliğinde olabilecek yerleri italik harflerle ben tamamladım. Bunları okuduktan sonra bir daha bana yazma olur mu? Aklından çıkar beni. Ben de seni çok seviyorum. Mektubunu saklamayacağım, ayrıca yine bir gün karşılaşırsak sana kukla yapmanın inceliklerini öğretebilirim belki. Göndermek istediğin kuklaları da çok sevdim. Merhaba, (Merhaba;) Biliyorsun aramızda aksayan bir şeyler vardı,(biliyorum) kırık bir dal vardı, küçük bir avluda eğri çiviler, çamurlanmış ceviz kabukları, sökülmüş ağlar, adının dilime gelmeyen harfleri, sesini anımsatan kumral saçlarının arasında dalgalı bir karanlık, gücenik bir karanlık daha vardı,(güzel benzetme, yazar mısın sen yoksa?) nereye gittiğini, nerede bittiğini bilmediğimiz (evet, karşılaşma şansımızın bu denli kısır kaldığı bir noktada, göz alabildiğine dar ve ter içinde bir yazın, yani Marmara’nın ortasında, sis içinde bir şehir hatları vapurunda, sulara uzun uzun bakarak) savrulan; konuşamadık hiç. (Aslında konuştuk, istesek daha da fazla konuşabilir ve anlaşabilirdik) Ben, bazı imkânsızlıklarım yüzünden sana doğru düzgün açılamasam da, bir merhabayı çok görsem de kimi zaman (ki o zamanlar sana ve geçmişinde muhakkak bir cinayetin olduğunu düşündüren karamsar bakışlarına da dehşetli kızıyordum. “Dehşetli” sözcüğünü senin de çok sevdiğini düşünüyorum nedense. Bir de “sanduka”, doğru mu? Bedesten’i de severdin bence. Sonra “barkarol” sonra “natır”. Bazen dikkat ederdim okuduğun kitaplara, çoğunluk Nazım Hikmet okurdun ve en çok da elinde Memleketimden İnsan Manzaraları olurdu, sen bütün o okuduğun kitapları görmediğimi sanıyordun değil mi? Seninle bir sabah (bol çimenli ve bol çiçekli bir sirk vagonunda ya da kayıkhanede kırık bir kalbe benzeyen sapsarı bir sandalın içinde ) bir yerde öylece oturmanın, gazeteleri serip hem haberleri okuyup hem de üstünde kaşar ekmek yemenin, boynunu çizmeye çalışan bir (erik) dalı daha önce davranıp çekmenin, sonra yanına bir ırmak gibi mavileşerek uzanmanın ve güz biterken, daha yedi yaşındayken kaybolduğunda, bir köpek sürüsünün içinde, korkulu ve ağlamaktan kızarmış gözlerle bulunduğunu zifir hecelerinle anlattığının hayalini kurmadığımı sanıyordun. Vapurun arkasında dehşetli içmediğinde, o yazın hiç yağmur yağmadığı terli ve derin zamanlarında, kulaklığını takıp hani başını dizlerinin arasına aldığında, hangi şarkıları dinliyordun? Ben de senin gibi şarkılarımızı dinleyemedim) senin nasıl yaşadığını, (bildiğin gibi işte, çay, çamaşır, çeyizlik, ekose, karanfil, küs, sıcacık geyik heykelleri) beni düşünüp düşünmediğini (o kadar çok sık ki anlatamam) kendi kafamdan tasarlayıp mektup olarak yazacaktım ama adresini bulmak daha zordu e-posta adresini bulmaktan.

Ben, ne olursa olsun, bir öykümüz olsun istedim. Bir öykümüz olursa ancak kendimi de vurmaktan vazgeçebilirdim. Ve senin günlüğümü yazdım. Unuttuğum sözcüklere ve kirpiklerindeki tarçına hiç dokunmadım. İyi okumalar. (Mersi;) “Giderken elbiselerimi ve kedi merdivenlerimi de almalıyım” diyorsun. Her zamanki gibi biraz ellerin titriyor. Terliyorsun. Kaşlarını çatmasan da kızgın olduğun beş yüz metreden anlaşılıyor. Köylü, kasabalı, kadın, erkek demeden yıllarca uğraşıp yaptığın kuklaları siyah bir çöp poşetinin içine tıkıştırıyorsun. Ağzını iple bağlayacakken vazgeçip açık bırakıyorsun. O zaman sıcak, gür bir damar kopuyor göğsünden. Onlar konuşmaya başlıyor. Yüzünün yarısındaki izleri silik (saat tutarak, parça parça silmiştin, sahipsiz ve isimsizdi) ve köylü olanı; “Her şeyden önce beni konuştururken abartılı bir lehçe kullanmadığın için teşekkür ederim. Bu yaşından sonra ev taşımak zordur bilirim” diyor.

Biliyorsun. Uyumlu ve kirpikleri çok tuzlu ve bağsız (bilerek serperdin değil mi onun yüzüne, gözüne tuzları, ağlatmak isterdin onu ya da hep ağlaması yeni bitmiş bir ifadesi olsun isterdin) ve kasabalı olan; “Narenciye eşrafından Salih Bey’e ne söyleyeceğim ben şimdi?” “Bir el pişti çevirelim, söylersin.” “Neveser Kökdeş Hanımefendi de vefat etmiş efendim.” “Sus.” Köylü, siyah çöp poşetinin içinde kasabalıya sarılmış taşınacak olmalarına üzülüyorken evin içinde dolaşan altmış yaşındaki kuklayı (sadece kar yağdığında dışarı çıkarır, meydana gelir, beni beklerken sokak lambasının altında, üstüne kar yağmasını izlerdin, yazı giyinirdin, kulaklarında balyoz sesleri) gösteriyor kasabalıya, “Bu kuklayı ne yapsak acaba, üstü başı da çok eskidi, çöpe mi atsak?” diyor. Senin kuklaların bir tek senin bir kukla olduğunu bilmiyorlardı. Bütün bunları duymadan önüne bakıyorsun, on iki şubat doksan sekizde bir Pazar günü. “Ben” diyorsun, “bembeyaz bir kısrağım” diyorsun ki “her haritada ben, dünyanın en güzeliyim.” Öylesin. Bütün eşyayı topladın bugün. Sezonluk tuttuğun dairende zaten birkaç parça kedi tüylerinin renklendirdiği siyah düğmeli (çamurlu, yakaları erken eskimiş, kara ve uzun ve parasıyla almadığın) giysilerinden ve her yere götürdüğün kuklalarından başka pek bir şey yoktu. Adlarını ve kapaklarını artık senin de unuttuğun kitapların kolilerin içindeydi. Hatırlıyor musun, caddenin ortasında karşılaşmıştık o akşam, meydanda, köşedeki iki katlı konağın güneş görmeyen taşlığından gelen rutubet kokusuna erguvanların kokusu karışıyordu, bahçede bir kadın çocuğunun sırtını sabunluyordu, ilk taşındığın gündü, ilk defa görüyordum seni buralarda, elindeki el yapımı ekmek torbalarının arasından birkaç kuklayı da ilk o zaman görmüştüm. Sabah erkenden uyandın. Mutfak tezgâhının üstünde minik ocağında çayı demledin.

Çiviye asılmış havluyla ellerini kuruladın, özenle yerine astın. Pencereden kuşların boğduğu kabuksuz kestane ağaçlarını izledin. Geceleri geç saatlere kadar oturduğun için sabahları da geç kalkardın. (Hayır, çay demlemez bol köpüklü bir Türk kahvesi yaparım kendime, sonra kuş dediğin kargaysa eğer evet onlardan nefret ederim.) Sobayı yaktın. Odunun yanarken çıkardığı o çıtırtıları hep sevdin çünkü. (Sobadan çocukluğumdan kalma bir alışkanlıkla nefret ederim, o yüzden elektrik sobasını açmam daha doğru olur sanırım.) Sokaktan bir satıcı geçtiğinde hemen kulak kabartırdın ve ne satarlarsa satsınlar mutlaka alırdın. İçi boş cam sürahilerle doluydu evin. Çamaşır ipleri, her boyda nargileler, tavana yapıştırılan fosforlu yıldızlar, rengârenk tülbentler, püsküllü polar şallar, duvar halıları, favori düzeltici özelliği de bulunan (ki bu senin için çok önemliydi) tıraş makineleri, küçük deneme poşetlerde şampuanlar ve deterjanlar ve donlar ve gömlekler ve bir sürü ıvır zıvır. Böyle bir alışkanlığın vardı. Boş çevirmezdin onları. Ama aklından üç günlük sakalıyla usta bir çolak terzinin, sana bakarak kesip biçtiği bir elbise getirmesini isterdin, tombik bir pastacının (bulutların kupkuru olduğu bir sabah) afyonunu patlatamadığı sevimli yüzüyle çikolatalı bir pasta ikram etmesini, berberden yeni çıkmış, kazağının önünde saç yığını ve kulaklarında kesilmiş küçük kıl parçalarıyla yeşil sümüklü bir çocuğun içinde taş olmayan bir kartopu bırakmasını dış kapının basamağına, kenarları geniş bir hasır şapka göndermesini çarşıdaki turistik ürünler satan esnafın, müzayedelerde hiçbir alıcısının çıkmadığı, (İranlı kör bir adamın, öldükten sonra tavan arasında çocuklarının hançerlerini de sakladığı ceviz sandığın içinde bulduğu) dünyanın ilk kuklalarını bir pazar torbası içinde kapına kadar taşımasını yaşlı ve kambur (gülcü, gök gözlü ve iri memeli) bir teyzenin, yine yaşlı ve kambur bir balıkçının kısa bacağıyla aksayarak tüm mahalleye dağıttığı lüferlerden payına düşeni utana sıkıla kapını çalıp, “al kızım, afiyetle ye” deyip mutluluktan titreyen ellerine uzatmasını, (ağları düzeltmeye ve onarmaya beni de çağırın ama amcacığım derim ben de, ömür kısa derim) bütün bunları ve daha birçok şeyi ben getirmek isterdim sana, biliyorsun değil mi? Hiç değilse doğduğum ve yaşadığım sokaklardaki insanların, hayvanların ve ağaçların, kuşların ve yokuşun başındaki ahşap barakanın önünde her sabah cesedinin inceldiği ve sonra yok olduğu gri lağım faresinin, sokağımıza ismi verilen o çok şişman ve çekilmez ve dostları tarafından sıklıkla evlerinden kovdukları şairin de kuklalarını yapıp hediye edebilirdim. Bu sabah da sese doğru eğildin pencereden, yanıp yanıp sönen karnın ve avuçların gri pencere pervazındaki birikmiş sudan ıslanınca satıcıya değil uyku sersemliğinden buna dikkat edemeyişine kızdın. Sonra dün akşamki ilk karşılaşmamızı ve beni hatırladın.

Canım seni biraz güldüreyim diye yazdım bütün bu cevapları umarım kırmamışımdır seni. Yazmanın y’sinden anlamam ama okumanın b’sinden anlarım. İroniye dikkat edeceğini şimdiden görebiliyorum güleç yüzünde. Seni çok seviyorum bir tanem, çok özlüyorum.)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir