Amy Engel – Kurucunun Kizi

Kimse artık beyaz gelinlik giymiyordu. Beyaz kumaş elde etmek çok güçtü ve birkaç düzine ya da daha fazlasını dikecek kadar kumaş bulmanın bedeli ve zahmeti, oldukça fazlaydı. Liderimizin oğlunun damat olacağı bugün bile, bu mümkün değildi. O bile beyazlar içinde bir kız ile evlenmesine izin verilecek kadar özel değildi. “Düzgün dur,” dedi ablam arkamdan. Soluk mavi elbisemin sırtındaki fermuarını yukarı çekmeye çalışırken buz gibi eklemleri sırtıma değiyordu. Elbise, onun hiç gerçekleşmeyen düğünü için yapılmıştı ve onunkinden daha uzun bedenime tam oturmuyordu. “İşte oldu.” Fermuarı son bir kez çekiştirdi. “Dön bakalım.” Yavaşça döndüm, yumuşak materyalde ellerimi aşağıya doğru kaydırdım. Elbiselere alışık değildim. Altında çok çıplak hissedişimden hoşlanmamıştım, şimdiden pantolonumu ve aşırı sıkı korsemde sıkışıp kalmış soluğumu özlüyordum. Sanki düşüncelerimi okumuş gibi Callie’nin gözleri aşağıya doğru gezindi. “Göğüslerin benimkilerden büyük,” dedi pis pis sırıtarak.


“Ama onun, bundan şikayet edeceğini sanmam.” “Kapa çeneni,” dedim ama kelimelerimin ardında pek tutku yoktu. Bu kadar gergin olacağımı düşünmemiştim. Bugün pek de sürpriz değildi. Tüm hayatım boyunca geleceğinden haberdardım, son iki yılımın her dakikasını hazırlanarak geçirmiştim. Ama artık buradaydım ve parmaklarımın titremesini ya da midemin bulanmasını engelleyemiyordum. Bunu yapabilir miydim, bilmiyordum ama başka seçeneğimin olmadığını da biliyordum. Callie uzanarak kaçak bir saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdı. “İyi olacaksın,” dedi, sesi güçlü ve sağlamdı. “Değil mi? Ne yapacağını biliyorsun.” “Evet,” diyerek başımı geri çektim. Kelimeleri daha güçlü hissetmemi sağlamıştı; bebek muamelesi görmeye ihtiyacım yoktu. Uzun bir süre bana baktı, dudakları düz bir çizgi halini almıştı. Doğuştan hakkı olan yeri aldığım için bana öfkeli miydi, yoksa yerini verdiği, omuzlarında bu kadar umudu taşıyan evlat olmadığı için mutlu muydu? “Kızlar.” Babamın sesi merdivenlerden yukarı ulaştı.

“Zamanı geldi.” “Sen git,” dedim Callie’ye. “Ben de hemen geliyorum.” Bir daha asla benim olmayacak bu odaya son kez bakma şansına, son dakika sessizliğine ihtiyacım vardı. Callie giderken kapıyı açık bıraktı ve ben aşağıdan babamın sabırsız sesini duydum, Callie ona güven verici bir şeyler fısıldıyordu. Yatağımın üzerinde, tekerlekleri uzun zaman önce kırıldığı için taşımak zorunda olduğum, eski bir bavul vardı. Bavulu şilteden zorlanarak kaldırdım, etrafımda yavaşça döndüm; bir daha asla bu dar yatakta uyuyamayacağımı biliyordum, şifoniyerin üstündeki aynanın karşısında asla saçımı tarayamayacak, uykuya dalarken pencere camına vuran yağmurun sesini dinleyemeyecektim. Aniden bastıran gözyaşları yüzünden gözlerimi kapadım ve derin bir nefes aldım. Gözlerimi açtığımda kuruydular. Arkama bakmadan odamdan dışarı çıktım. *** Düğünler mayısın ikinci cumartesi günü düzenleniyordu. Bazı yıllar, onca seneden sonra bile, havada yağmur ve hafif yanık kokusu oluyordu. Ama bugün şafak berrak sökmüş, gökyüzü parlak ve masmaviydi. Hafifçe esen rüzgârda minnacık bulutlar süzülüyordu. Gelin olmak için güzel bir gündü, ancak Belediye Binası’na yürürken tek düşünebildiğim göğsüme oturmuş yumru ve kürek kemiklerimin arasında biriken terdi.

Babam ve Callie beni ortalarına aldılar, sanki kaçmamı engellemek için beni sıkıştırıyorlardı. Onlara hiçbir yere kaçmayacağımı söylemeye tenezzül bile etmedim. Babamın sallanan eli benimkine değdi ve parmaklarımı kendi parmaklarının arasına aldı. Küçük bir kız olduğumdan beri elimi tutmamıştı ve hareketi beni o kadar şaşırttı ki, kendi ayaklarıma takılarak tökezledim; son anda elinin gücü beni dengeledi. Dokunuşu için minnettardım, dokunmak kolayca ya da sık sık yaptığı bir şey değildi. Rahatlatan biri değildi. Kaderin önceden çizilmişse, pamuklarla sarmalanmış olmanın pek bir yararı olmazdı. İşi beni güçlü yapmaktı ve ben iyi bir iş çıkardığını düşünmekten hoşlanıyordum. Ama belki de kendimi kandırıyordum. “Seninle gurur duyuyoruz,” dedi. Bir kez elimi sıktı, sertti; neredeyse canımı acıtacak kadar ve sonra bıraktı. “Bunu başarabilirsin.” “Biliyorum,” dedim ona, gözlerim dümdüz ilerideydi. Belediye Binası’mn kalker ön cephesi artık seksen metreden daha az mesafedeydi. Aileleriyle merdivenleri çıkan başka kızlar da vardı.

Bugünün sonunda birisinin karısı mı olacaklardı, yoksa eve gidip tekrardan kendi çarşafları arasına mı gireceklerdi, bunu öğrenecekleri için endişeli olmalıydılar. Benim endişem farklıydı. Bu akşam nerede uyuyacağımı biliyordum ve bu kendi yatağım olmayacaktı. Belediye Binası’nm önündeki kaldırıma ulaştığımızda insanlar dönmeye ve babama sırıtmaya, elini sıkmak için uzanıp sırtına vurmaya başladılar. Birkaç kadın ne kadar güzel göründüğümü söylerken bana güven vererek gülümsediler. “Gülümse,” Callie kulağımın yakınma fısıldadı. “Herkese kaşlarını çatmayı da kes.” “Eğer o kadar kolaysa, sen neden denemiyorsun?” diyerek geri tısladım ama bana dediğini de yaptım ve yüzüme bir gülümseme yerleştirdim. “Yapacaktım, hatırladın mı?” dedi, “Ama fırsatım olmadı. Şimdi benim için bunu senin yapman gerekiyor.” Yani nihayetinde kıskanıyordu, doğum hakkı çalındığı için öfkeliydi. Gözlerinin soğuk olmasını bekliyordum ama başımı çevirdiğimde nadiren gördüğüm bir şefkatle bana bakıyordu. Çikolata rengi gözleri ve koyu kestane saçları ile babamızın dişi haliydi. Uzun zaman önce vefat eden annemden hatıra, pek sarı olmayan, pek de kahverengi gözükmeyen saçlarım ve gri gözlerimle yabancı durmak yerine hep ikisi gibi görünmeyi istemiştim. Ancak birbirimize ne kadar az benzesek de, Callie’ye bakmak her zaman daha vahşi, daha disiplinli halime bakıyormuşum gibi gelirdi.

Ona bakmak, olmamın beklendiğini kişiyi hatırlatıyordu bana. Gelinlerden oluşan uzun sırayı Belediye Binası’nın içine doğru takip ettik. Etrafım soluk elbiseler giyen kızlarla doluydu, bazıları ellerinde ufak buketler tutuyorlardı, diğerlerinin elleri ise benimki gibi boştu. Bir köşesinde sahne kurulmuş olan ana odaya götürüldük. Arkada uzanan kara bir perde vardı ve şimdi bile arkasında oğlanların toplandığını, sahneye çıkıp kiminle evleneceklerini öğrenmeden önce sıraya girdiklerini biliyordum. Muhtemel gelinler öndeki birkaç sıra sandalyeye oturmuş, gelinlerin ve damatların aileleri ise onların arkasına yerleşmişlerdi. Ancak Başkan Lattimer ve eşi, her yıl olduğu gibi sahnede oturuyorlardı. Perdenin arkasında bir oğulları olmasına rağmen, statüleri değişmemişti. Gitmeden önce babam elimi son bir kez sıktı. Callie yanağıma kısa, kuru bir öpücük kondurarak, “İyi şanslar,” dedi. Eğer annem hâlâ hayatta olsaydı, belki beni kucaklar, modası geçmiş basmakalıp sözler yerine bana gerçekten kullanabileceğim son tavsiyesini verirdi. Ön sıradaki boş bir sandalyeye geçtim, Başkan Lattimer ve iki yanımda oturmuş kızlarla göz göze gelmemeye çalıştım. Bakışlarımı dimdik ileride tuttum; sahnenin kara perdesindeki ufak yırtığa odaklandım. Ancak yanımdaki kız elime bir şey bastırdı. “Tut,” dedi.

“Bir tane al ve gerisini yanındakine ver.” Dediğini yaptım, program yığınını solumdaki kıza verdim. Her yıl verdikleri programın aynısıydı. Sadece kâğıdın rengi ve içindeki isimler değişiyordu. Zahmete hiç gerek yoktu aslında, şimdiye dek hepimizin ezberlediğinden emindim. Bu yıl program soluk pembe renkteydi, öndeki NİKÂH TÖRENİ kelimeleri kıvrımlı, biraz bulaşmış olarak yazılmıştı. İlk iki sayfada ‘ulusumuzun’ tarihi yer alıyordu. Kişisel fikrim on bin kişiden az olan bir şehre ulus olarak hitap etmenin komik olduğunu yönündeydi ama kimse benim fikrimi sormamıştı. ‘Ulusumuzun’ tarihi kısmı dünyayı sonlandıran savaş konuşmasını da içeriyordu, takip eden selleri ve kuraklıkları, bizi yeryüzünden neredeyse silen hastalıkları. Ama biz, elbette, küllerimizden doğmuş; perişan, savaştan bitap düşmüş, hayatta kalmış, uçsuz bucaksız kısır topraklarda birbirini bulmayı başarmış ve yeniden başlamak için yeni bir yer inşa etmiştik. Vıdı, vıdı, vıdı. Yeniden dirilişimiz şüphesiz sorunsuz olmamıştı. Ufak ulusumuzun nasıl ilerleyeceğini belirlemek için iki taraf savaşmış, daha fazla ölüm meydana gelmişti. Başkan Lattimer’ın babası kazanmıştı. Ama kaybeden taraf, Büyükbabam Samuel VVestfall ve takipçileri, topluluğa davet edilmiş, affedilecekleri vaat edilmiş ve günahları bağışlanmıştı.

Okurken öğürme sesleri çıkarma dürtüsüne direnmek zorundaydım. İşte bu yüzden düğün günümüz vardı. Kaybeden taraftan gelenler on altı yaşındaki kızlarını kazananların oğullarına teklif ediyorlardı. Kasımda ikinci bir düğün günümüz daha vardı, kaybeden tarafın oğulları kazanan tarafın kızlarıyla evleniyorlardı. Ama o düğün günü daha kederliydi, ulusun en değerli kızları kasvetli kış göğü altında vasat gençlerle evleniyorlardı. Ayarlanmış evliliklerin ardındaki teori iki katmanlıydı. Pratik amacı şuydu; insanlar eskisi, savaştan öncesi gibi uzun yaşamıyorlardı artık. Ve sağlıklı evlat, eskisinden daha riskli bir teklifti. Ürememiz önemliydi, ne kadar erken o kadar iyiydi. İkincisi daha da faydacıydı. Başkan Lattimer’ın babası barışın sadece mutsuz tarafın hâlâ kaybedecek bir şeyi kaldığında sürdüğünü bilecek kadar akıllıydı. Kızlarımızı onun tarafıyla evlendirerek, isyan etmeden önce iki kez düşüneceğimizi garantilemiş oldu. Düşmanını öldürmek bir şeydi ama o düşman kızının yüzünü giyiyorsa ve kestiğin adam da torununsa, bu tamamen başka bir şeydi. Strateji şimdiye kadar işe yaramıştı; iki nesil boyunca barış içinde kalmıştık. Salonun içi, açık kapılara ve soğuk kalker duvarlara rağmen sıcaktı.

Boynumdan aşağıya ufak bir damla ter kaydığında, saçımı kaldırarak sildim. Callie istediği şekilde kalması için çok çaba harcamıştı ama saçım kalın ve asiydi ve onun arzuladığı gibi, iş birliği yaptığını sanmıyordum. Sağımdaki kız bana gülümsedi. “İyi görünüyor,” dedi. “Hoş.” “Teşekkür ederim,” dedim. Kırmızı saçında kederli sarı güllerden bir tacı vardı; yapraklan şimdiden sıcak yüzünden soluyordu. “İkinci yılım,” kız fısıldadı. “Son şansım.” Eğer on altıncı yılında kimseyle eşleşmediysen, sonraki sene tekrardan kuraya katılıyordun. Bu ayrıca uygun erkeklerle eşleşecek yeterli kız ya da erkek olmadığında da oluyordu. Herkese bir eş bulmak için en iyi fırsat veriliyordu. Eğer iki denemeden sonra eşleşmediysen kendi seçtiğin, hiç seçilmemiş biriyle evlenmekte özgürdün. Ya da kadınsan, hemşire ya da öğretmen olmak için bir işe başvurabilirdin. Erkekler, evli ya da bekâr, çalışıyordu.

Kadınlar bir kez evlendiğinde, evde kalmaları ve bebek yapmaları bekleniyordu. Bu yüzden geleneksel ‘kadın’ işleri, eşleşmeyen kadınlarla doluydu. “İyi şanslar,” dedim kıza, ancak kişisel fikrim bir eş bulmamanın çok korkunç bir kader olmadığıydı. En azından benim için olmayacağını biliyordum. Callie adı çıkarıldığından beri ismim zarfm içindeydi. Benim için gerilim yoktu. Bugün buradaki diğer kızların yanında kişilik testleri ve sonsuz röportajlar vardı, böylece en azından yeni kocaları ile uyuşma olasılıkları mevcuttu. Benim içinse tek önemli olan soyadımdı. ‘Teşekkürler,” dedi kız. “Kim olduğunu biliyorum. Babam daha önce bana babanı göstermişti.” Yanıtlamadım. Tekrar gözlerimi sahneye çevirdim; perde hareket etmeye başlamıştı. Burnumdan derin bir nefes aldım, yavaşça ağzımdan verdim. Bir adam sahnenin köşesindeki podyuma yaklaştı.

Gergin görünüyordu; bakışları seyircilerden Başkan Lattimer’a ve sonra tekrar seyircilere kaydı. “Bayanlar ve baylar’ diye seslendi. Sesi son hecede çatladığında odanın etrafından hafif gülüşmeler yükseldi. Boğazını temizleyerek tekrar denedi. “Bayanlar ve baylar, bugün Doğu Vadisi’nden genç, bekâr bayların ve Batı Yakası’ndan güzel bayanların evliliğini kutlamak için buradayız. Birliktelikleri bize ufak ulusumuzun sunduklarının en iyisini gösteriyor ve birlikte çabalayıp kazandığımız barışı simgeliyor.” Her zaman aynı adam olmuyordu, ancak her zaman aynı konuşmaydı; o kadar üzücü ve komikti ki kahkahalar ve gözyaşları arasında, ne yapacağımı bilmez halde kalmıştım. Yanımdaki kızıl saçlı kız ellerini o kadar sıkı birbirine kenetlemişti ki eklemleri beyaza dönmüştü, ayak parmağı yere gergin bir ritimde vuruyordu. Podyumdaki adam sahnenin arkasındaki göremediğim birine işaret verdi ve yavaşça perde bir yana toplanmaya başladı. Perdenin metal direğe sürtmesiyle tiz bir ses çıktı ve yüksek ses dişlerimi kamaştırdı. Ortaya çıkarılan ilk oğlanlar huzursuzca kıpırdandılar, ceplerine ellerini sokup çıkardılar, topuklarında sallandılar. Ufak, kara saçlı on altıdan çok on iki gibi görünen bir oğlan kıkırdama krizinden mustarip olmuştu, omuzları hareket ederken çenesini göğsüne sıkıştırmıştı. Mutluydum, en azından o benim olmayacaktı. Benim olacak olanı tam ortaya koymuşlardı, diğer gençlerden o kadar uzundu ki, diğerleri kaynaktan çıkan su gibi ondan fışkırıyor gibi görünüyorlardı. Onlarla karşılaştırıldığında bir oğlan gibi durmuyordu bile, yaşını düşününce bu mantıklı geliyordu.

On sekizindeydi, herkesten iki yaş büyüktü ama bu, yaşından daha öteydi. Hiçbir zaman çocuksu olmadığından emindim. Onda diğer hiçbirinin sahip olmadığı bir çekim vardı. Huzursuzca kıpırdanmıyordu. Kıkırdadığını hayal edemiyordum bile. Bakışları bir noktaya odaklanmıştı; soğuk, kayıtsız ve birazcık eğleniyormuş gibi görünüyordu. Bana bir bakış bile atmadı. Burada iki yıl önce durmalıydı. Her zaman Callie için düşünülmüştü. Ancak törenden bir önceki gün katılmayacağı bize bildirilmişti. On sekiz yaşına kadar evlenmeyecekti ve o gün yanında dikilen ben olacaktım, ablam değil. Eğer Başkan’ın oğluysan, sanırım böyle şımarıklıklara göz yumuluyordu. Teselli ödülü olarak Callie’ye muhtemel gelin olarak adının nikâh töreninden çıkarılması seçeneği verilmişti. Bu, Callie’nin kabul ettiği ve keşke benim olsa dediğim bir seçenekti. “Aman Tanrım,” kızıl kafa bana bakarak nefesini bıraktı.

“Çok şanslısın!” İyi niyetli olduğunu biliyordum ve ona gülümsemeyi denedim ama dudaklarım iş birliği yapmak istemiyordu. Podyumdaki adam görevini başkanın karışma bıraktı; Bayan Erin Lattimer’a. Kestane saçlı ve nereye gitse erkek gözlerinin takip ettiği şekilde dolgun figürlüydü. Ama sesi aksi, hatta soğuktu. Bana yeşil ekşi elmanın ilk ısırığını hatırlatıyordu. “Hepinizin bildiği gibi,” dedi, “gencin ismini okuyacağım, o da öne çıkacak. Sonra zarfı açacağım ve karısı olacak kızın admı okuyacağım.” Aşağı, bize baktı. “Lütfen isminiz okunduğunda sahneye çıkın. Eğer bittiğinde isminiz okunmadıysa, bu sadece komitenin bu seneki oğlanların hiçbiriyle iyi bir eşleşme yakalayamadığınıza karar verdiği anlamına geliyor.” Bize canlı bir gülümseme verdi. “Bunda utanılacak bir şey yok,” dedi, “elbette.” Ama seçilmemek utanç vericiydi; herkes bunu biliyordu. Kimse yüksek sesle söylemiyordu ama kimseyle eşleşmemesi kızın suçuydu. Her zaman kızda bir şey eksik bulunurdu, asla öbür türlü olmazdı.

Çağırılan ilk isim Luke Allen’dı. Sarışındı, burnuna saçılmış esmer şeker gibi çilleri vardı. Bayan Lattimer önünde ismi yazlı zarfı yırtıp açarken gözleri biraz büyüdü, krem kartı çıkardı. “Emily Thome,” diye çağırdı. Arkamdan hışırtı ve heyecanlı mırıldanmalar geldi, kafamı çevirdim. Ufak tefek, karamel saçlı kız kendi sırasında oturan kızların dizlerini geçti. Merdivenlerden sahneye ilerlerken birazcık tökezledi ve Luke elini almak için aceleyle öne ilerledi. Bazı kızlar, sanki bu gördükleri en romantik hareketmiş gibi iç çektiler ve ben gözlerimi yuvalarında, yerli yerinde durması için zorladım. Luke ve Emily rahatsızca dikildiler, birbirlerine kaçamak bakışlar attılar, sonra sıradaki çiftin ilan edilmesi için sahnenin kenarına kışkışlandılar. Kalın zarf yığınını bitirmek saatler sürmüş gibi geldi. Ve o zaman bile oturan bir sürü kız vardı, yanımda olan da dâhildi. Bayan Lattimer son zarfı tutarken yanaklarmdan gözyaşları akıyordu. Ona sevinmesini, bu akşam eve gidebileceği ve gelin olmak dışında hayatında neleri başarmak istediğine karar verebileceği için mutlu olmasını söylemek istedim. Ama sözlerim soğuk bir rahatlatma olacaktı. Çünkü herkesin bu kız hakkın hatırlayacağı tek şey, eve evlenmeden döndüğü ve günün sonunda seçilmemiş olduğuydu.

Bayan Lattimer omzunun arkasından kocasına baktı ve başkan ayağa kalktı, podyuma yaklaştı. Uzun bir adamdı; oğlunun boyunu nereden aldığını görmek kolaydı. Koyu saçları zamansız şakaklardan grilerle lekelenmişti, çenesindeki çukur güçlüydü. Soluk mavi gözleri kalabalığı inceledi, benim üzerimde duraksadı. Omuriliğime bir titreme geldi ama bakışlarına karşılık verdim. “Bugün özel bir gün,” dedi. “Normalde olduğundan daha da özel. Yıllar önce, savaştan sonra, nasıl tekrardan inşa edeceğimize dair anlaşmazlık vardı. Nihayetinde iki taraf bir uzlaşmaya varabildi’ Savaşı bir anlaşmazlığa, mecbur bırakılmayı uzlaşmaya döndürmesini ilginç buldum. Bize anlattığı hikâyelerdeki kelimeleri çarpıtmada hep uzman olmuştu. “Hepinizin bildiği gibi, babam Alexander Lattimer en sonunda kontrolü ele geçiren gruba liderlik etmişti. Ve Samuel Westfall ona karşı çıkmış ancak zaman içinde, gelecek için babamın vizyonunu kabul etmişti.” Bu yalandı. Büyük babam asla Westfall için Lattimer’ın vizyonunu kabul etmemişti. Demokrasiyi, insanların oy hakkının olmasını ve hayatları hakkında söz sahibi olabilmelerini istemişti.

Sürekli büyüyen, hayatta kalmayı başaran grubu, bu şekilde tutarak ve yerleşecek bu yeri bulana dek sürekli hareket ederek yıllarını harcamıştı. Sonra kendisi ve soyundan gelenler için bir hanedanlık isteyen Alexander Lattimer tarafından hepsi elinden koparılıp alınmıştı. Kafamı kalabalıktaki babama ya da Callie’ye çevirmeye cesaret edemedim. Bunca yılın ardından duygularını saklamakta becerikliydiler ama ben gözlerindeki öfkeyi okuyabilirdim ve kendi gözlerimde gözükmesine izin veremezdim. “Ve bugün, ilk defa bir Lattimer ve YVestfall arasında bir evlilik oluyor,” dedi başkan Lattimer gülümseyerek. Bana içten göründü ve belki de öyleydi. Ama ben ayrıca bu evliliğin onun için ne demek olduğunu da biliyordum. Gücünü sabitlemek için başka bir yoldu ve buna çok memnundu. Babamdan sonra başka bir YVestfall olmayacaktı. Başkan Lattimer için YVestfall soyunun sona ermesi veterli değildi; benim çocuklarımı da Lattimerlara çevirmeliydi. “Şimdiye dek ailelerimizden hiçbiri kız üretmekte pek başarılı olamamıştı.” Başkan Lattimer devam etti. Kalabalıktan hafif gülüşme sesleri geldi ama kendimi katılmaya zorlayamadım, katılmam gerektiğini bilsem bile. Gülüşmeler kesildiğinde, Başkan Lattimer herkesin görmesi için zarfı kaldırdı. “Başkan’ın oğlu ve Kurucu’nun kızı diye duyurdu.

Babam kurucu değildi elbette. Bu şehri kuran ve Alexander Lattimer ve takipçileri tarafından gasp edilen onun babasıydı. Önceden kurucunun soyunun kurucu unvanını alacağı kararlaştırılmıştı, aynı Alexander Lattimer’ın soyunun başkan diye çağırıldığı gibi. Boş bir unvandı. Kurucunun ülkenin nasıl yönetileceğinde bir etkisi yoktu. Sadece göstermelik bir önderdi, ne kadar da barışçıl olduğumuzu, yönetim sistemimizin nasıl da iyi çalıştığını kanıtlamak için kullanılıyordu. Kurucu unvanı, tıpkı güzelce kaplanmış ancak içi boş bir hediye vermek gibiydi. Göz alıcı kap yüzünden dikkatimizin dağılacağını, kutunun boş olduğuna dikkat etmeyeceğimizi umuyorlardı. “Bishop Lattimer’ başkan temiz, şakıyan bir sesle konuştu. Zarfın sesi, kâğıdın yırtılışı kulaklarıma çığlıklar kadar gürültülü geldi. Yüzlerce gözü üzerimde hissedebiliyordum bu yüzden kafamı dik tuttum. Başkan Lattimer kâğıdı abartılı hareketlerle çekip çıkardı ve benim tarafıma gülümsedi. Benim adımı okudu, Ivy Westfall, ama kulaklarımın çınlamasından ve kalbimin küt küt atmasından dolayı onu duyamadım. Son kez derin bir nefes aldım, hava gibi ciğerlerime cesaret çekmeye çabaladım. Zehir gibi damarlarımda vızıldayan öfkeyi ezmeyi denedim.

Ayağa kalktım, bacaklarım düşündüğümden daha güçlüydü. Topuklarım fayans zeminde ses çıkarırken ben merdivenlere gittim. Arkamda kalabalık el çırptı ve bağırdı, birkaç saygısız ıslık karmaşa sınırı arasına girdi. Merdivenlere tırmanırken Başkan Lattimer aşağıya uzandı ve dirseğimi tuttu. “Ivy,” dedi. “Ailemize katıldığın için mutluyuz.” Gözleri sıcaktı. Onlar tarafından ihanete uğramış gibi hissediyordum. Soğuk ve kayıtsız olmalıydılar, geri kalanına uyum sağlamalıydılar. “Teşekkür ederim,” dedim kendi sesim gibi gelmeyen güçlü bir sesle. “Ben de mutluyum.” Sahneye çıktığımda merkeze, Bishop Lattimer’ın beni beklediği yere gidebilmem için diğer çiftler biraz daha kenarlara çekildiler. Tereddütsüzce bakışlarına karşılık verdim. Düşündüğümden daha da uzundu ancak ben de uzundum, bir kez olsun uzun boyum bir lütuftu. Bu oğlanın beni cüce gibi hissettirmesini istemiyordum.

Zaten yeterince güçsüz hissediyordum. Koyu saçları aynı babasmmki gibiydi. Ancak yakından, kahverengi tutamların arasındaki açık geçişleri görebiliyordum; sanki dışarıda, güneşin altında çok vakit geçiriyordu. Bu, yıllar içinde hakkmda duyduğum dedikodular yüzünden mantıklıydı; içeride olmak yerine dışarıyı tercih ediyor, babası onu konsey görüşmelerine katılması için zorluyordu ve Belediye Binası’nın içinde olmak yerine sık sık nehirde rafting yaparken bulunabilirdi. Gözleri soğuk, açık yeşildi ve karnımın kasılmasına neden olan bir yoğunlukla beni inceliyordu. Bakışı ne düşmanca ne de dostçaydı; değerlendiriyordu, sanki ben nasıl çözeceğini öğrenmeye çalıştığı bir problemdim. Bana doğru gelmedi ama yeterince yaklaşıp aynı öğretildiğim gibi elimi uzattığımda, kendi eline aldı. Benimkilerin üzerine kapandığında parmakları sıcak ve güçlüydü. Hafifçe elimi sıktı, boğazımdaki soluğumu korkuttu. Nazik mi olmaya çalışıyordu? Bana güven vermeye mi? Bilmiyordum çünkü ona baktığımda gözleri kanatta bekleyen papazdaydı. “Hadi başlayalım,” dedi Başkan Lattimer. Sahnedeki herkes yerlerini aldı ve müstakbel eşinin karşına dikildi. Ben ve Bishop izleyicilerin hepsi seyredebilsin diye merkezdeydik. Bishop diğer elimi tuttu, ellerimiz aramızdaki ufak mesafede birleşmişti. Bunun yanlış olduğunu bağırıp çağırmak istiyordum.

Karşımdaki bu çocuğu tanımadığımı. Bütün hayatım boyunca onunla tek kelime konuşmadığımı. En sevdiğim rengin mor olduğunu ya da hâlâ hatırlamadığım annemi özlediğimi ya da korkudan öldüğümü bilmiyordu. Seyircilere panik dolu bir bakış attım ama sadece gülen yüzlerin bana yansıdığını gördüm. Bir şekilde, herkesin bu gösteriyi desteklemesi her şeyi daha da kötü hale getirdi. Kimse bağırmıyor ya da çocuklarının bir yabancıyla evlenmesini engellemiyordu. İş birliğimiz Başkan Lattimer’ın cephanesinde bulunan en güçlü silahtı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Hocam Ergün candan ezoterizme giriş kitabı’nın pdf’si gelebilirmi?