Lilian Cheatham – Yunuslarin Kizi

“Size uygun bir iş bulmanız biraz güç olabilir,” dedi Miss Posenby, ağır ağır. Kaşlarını hafifçe çatmış, Önündeki kağıtlara bakıyordu. “Yalnızca üvey babanızın yanında çalışmış olmanız yeterli bir iş tecrübesi sayılmayabilir. Ama çalışma alanındaki beceriniz kuşku götürmez. Daktilo ve steno sınavlarım başarıyla verdiniz.” Juliet hafifçe gülümsedi. “Hızlı olmak zorundaydım,” diye açıkladı. “Babam dikte ettirmeye başladığında ara vermekten hiç hoşlanmazdı. Yoksa düşüncelerini sistemli bir biçimde aktarma yeteneğini yitirirdi. Gece yarısı çalışmaya başlayıp şafak sökünceye kadar devam ettiği olurdu.” “Sahi mi?” Miss Posenby, Juliet’in üvey babasının tipik bir despot olduğu sonucuna varmıştı hemen. Ama kuru sesi düşüncesine ilişkin en küçük bir ipucu vermiyordu. Genç kızın, üvey babasını çok sevdiği ve onun ölümüyle büyük bir sarsıntı geçirdiği belliydi. Yiizünün solgunluğundan, kederli görünümünden rahatça anlaşılabiliyordu bu. İş ve İşçi Bulma Bürosu’nun müdürü olan Miss Posenby, yılların verdiği tecrübeyle, insanları bir bakışta, aşağı yukarı tanıyabilme ustalığına erişmişti artık.


Karşısındaki bu kız gerçekten çok güzeldi. İnsanın ilk dikkatini çeken özelliği bu oluyordu. İnce ama yuvarlak hatli gövdesi, omuzlarına dökülen simsiyah saçları, siyah kirpiklerle çevrili menekşe rengi gözleri, bir manolyayı anımsatan pırıl pırıl, beyaz teni ona şaşırtıcı bir güzellik veriyordu. Yüz oval biçimindeydi. Çıkık elmacık kemikleri ve bir bütün olarak yüz çizgileri, ancak fotomodellerde bulunacak kadar düzgün dil. Ayrıca giyim konusunda da çok ince, seçkin bir zevki olduğu anlaşılıyordu. Üzerindeki son derece sade, bej elbiseye, yalnızca bir fular ve bir kemer gibi önemsiz görünen iki aksesuarla çok değişik, şık bir hava vermeyi başarmıştı. Peki ya yaşı? Forma göre üniversiteyi bitirdikten sonra birkaç yıl üvey babasıyla çalışmıştı. Ama bu kızda son derece saf ve temiz bir hava vardı. Bugünün yoz, kirli dünyasına uymayan bir hava… Miss Posenby insanlar hakkında kolay kolay yanılgıya düşmeyecek kadar görmüş geçirmiş bir kadındı. Altmış yaşlarındaydı. Bembeyaz saçlarıyla sevimli bir nine görünümündeydi, ama pırıl pırıl zeki bakışlı gözleri bu görünümün biraz aldatıcı olduğunu hemen belli ediyordu. Şimdi bu gözler merak ve ilgiyle Juliet’i izliyordu. “Üvey babanız bir yazardı o halde?” “Pek öyle denemez,” dedi genç kız. “Kitaplarının tümü bilimsel yapıtlardı.

Yani bir yazardan çok, bir bilim adamıydı.” “Bilim adamı mı?” “Evet. Uzmanlık alanı da yunuslardı.” “Yunuslar mı? Yani balıklar, öyle mi?” “Yunuslar balık değildir,” diye gülümseyerek düzeltti Juliet. “Denizde yaşadıkları için insanlar onları balık zannederler, ama gerçekte yunuslar memeliler sımfına girerler. Yaşamak için solumak zorundadırlar ve yavrılanı balıklar gibi yumurtlamaz, aym insanlar gibi, doğururlar.” “Öyle mi?” diye mırıldandı Miss Posenby. “Anlaşılan onlar hakkında oldukça çok şey biliyorsunuz.” Juliet tekrar gülümsedi. “Evet, öyle. Neredeyse onlarla büyüdüm ben.” Miss Posenby’nin gözleri bir süre genç kızın gülümsemesine takıldı, sonra da düşünceli bir ifadeye büründü. “Hmm. Bir dakika, ilginç bulabileceğiniz bir şey geldi aklıma.” Yaşlı kadın ayağa kalkıp yandaki odaya geçti.

Oradan gelen mırıltılardan Juliet onun yardımcısına bir şeyler danışmakta olduğunu anladı. Juliet derin bir soluk alıp yunusları ve üvey babasım düşündü. Miss Posenby’nin edindiği izlenimin tersine, genç kızın üvey babası, David Graham çok iyi bir insandı ve Juliet’e karşı sevgi dolu, gerçek bir baba gibi davranmıştı hep. Onu nüfusuna geçirmemişti, ama bunu, Juliet’in gerçek babasının anısına bir saygısızlık olarak gören Mary Graham istemişti. Juliet’i bir anda kimsesiz ve işsiz bırakan da annesiyle üvey babasının ani ölümleri olmuştu. David Graham memeli deniz hayvanları konusunda dünyanın önde gelen bilim adamlarından olmasına rağmen, hiçbir zaman varlıklı bir insaıı olmamıştı. Kazandığı her kuruşu araştırmalarını fınanse etmek için harcamış, ölümünden sonra da geriye hiç para bırakmamıştı. Ölümünden kısa bir süre sonra yayınlanan son kitabı, “Yunusların Dünyası” ile, dünya çapında üne ulaşmıştı. Sayfalarını süsleyen benzersiz fotoğraflarıyla bu kitap, bilim dünyasının dışında da geniş bir etki yaratmış , nesli tükenmekte olan türler konusunda David Graham’ın yüzlerce makalesinden çok daha fazla uyarıcı işlev görmüştü. Juliet’in, bu kitabın yazılmasında oynadığı rolü çok az insan bilirdi. Oysa üvey babasının coşkulu ama biraz karışık dilini diizeltip, buna, çok daha kolay anlaşılır bir ifade kazandıran Juliet olmuştu. David Graham kitabının birden bu kadar popüler olmasına çok şaşırmış ve kitabımn tüm gelirini kendi kurduğu araştırma vakfına bırakmıştı. Mary, yani Juliet’in annesi de, bunun böyle olmasını isterdi. David’le evlendiğinde, çocuk sahibi, genç bir dul olarak onun laboratuvar asistanlığım yapıyordu. Evlendikten sonra da ikisinin büyük bir coşkuyla paylaştıkları ortak ilgi alanları ne yazık ki küçük Juli’et’i onların dünyasının dışında bırakmıştı.

Küçük kız, her geçen yıl onları biraz daha hevesle dinleyerek, günün birinde bu alanda çok şey öğrenip onların dünyasına katılmayı dtişlüyordu. Oysa üniversitede vasat bir fen Öğrencisi olduğundan ne kadar istese de başarılı bir doğa bilimcisi olamayacağını anlamıştı. Ancak okuldan sonra girdiği daktilo ve steno kursiarını başarıyla bitirince üvey babasına yardımcı olma, böylece onların dünyasına girme olanağına kavuşmuştu. Annesiyle üvey babasının Ölümü son derece ani ve beklenmedik olmuştu. David, San Salvador açıklarında dalış yaparken su yüzüne çıkamamış, Mary de, ona yardım etmek için bir an bile düşünmeden suya atlamış ve birlikte boğulmuşlardı. Juliet’in, büyük acısına rağmen yaşamını sürdürmesini sağlayan tek şey, onların birlikte ölmek istediklerinden emin olmasıydı. Miss Posenby elinde bir dosyayla odaya geri döndü. “Sizin için bir iş var sanıyorum,” dedi biraz tereddütle. “Miss Short’la bu işin tam size göre Olduğu konusunda görüş birliğine vardık. Ancak, yanında çalıştığınız kişinin üvey babanız olduğundan söz etmeyeceğim. Çünkü aileden bir kişinin yanında çalışmanız, yeterli bir iş tecrübesi olarak görülmeyebilir. Az önce müşterimizle bağlantı kurmaya çalıştık, ancak başaramadık. Doğrudan hat yok…” Miss Posenby kuşkulu gözlerle genç kıza baktı. “Bu işi kabul ederseniz bir adada yaşamak zorunda kalacaksımz, Miss Welborn.” “Bir ada mı?” “Evet.

Ve sizi uyarmalıyım, karayla ada arasında, helikopter ve tekne dışında hiçbir yolla bağlantı kurulamıyor. Tamassee Adası, Batı Hint Adaları’ndan değil, ama Bahamalar’a giden deniz yolları üzerinde. Adanın sahibi bir Amerikan vatandaşı. Bu işi ister miydiniz?” “Emin değilim.” İş, Juliet’in ilgisini çekmişti. “Nasıl bir iş bu?” Miss Posenby dosyaya bir göz attı. “Anlaşıldığına göre üvey babanızla yaptığınız çalışmalar türünden bir Bilimsel bir araştırma kitabının hazırlanmasına yardım etmek ve el yazılarını daktiloya çekmek için bir tür sekreter aranıyor. Araştırma, sualtı yaşamıyla ilgili. Önceki çalışmalarmız nedeniyle ilginizi çekeceğinj düşünüm.” Yaşlı kadın bir kez daha elindeki notlara baktı. “Steno istenmiyor. Ama hızlı daktilo şart. Ayrıca işe alınacak kişinin denizden hoşlanması ve sualtı solunum aygıtlarını kullanmayı bilmesi gerekiyormuş.” Kadın başını kaldırıp Juliet’e baktı. “Sanırım siz bu özelliklere uyuyorsunuz, öyle değil mi?” “Evet,” dedi Juliet, tereddütle.

“Bana adadan biraz daha söz edebilir misiniz?” “Dediğim gibi bütün ada bir tek kişiye, Mark Bannerman’a ait. Işvereniniz de o olacak.” Kadın dikkatle Juliet ‘e baktı. “Mr. Bannerman adasına çekildiği zamanlar, helikopterle her gün posta servisi vardır, mektup ve paketler havadan adaya atılır. Her hafta da bir tekneyle günlük ihtiyaçlar karşılamr. Yani orada dış dünyadan tümüyle yalıtlamnış olmayacaksınız. Ayrıca ada o civarda seyreden yatlar için bir mola yeri işlevini de görüyor. Küçük bir liman kasabası bile var. Ama…” diye ekledi yaşlı kadın, uyaran bir sesle, “Adada sosyal bir yaşam bulamazsınız. Sonra, kasaba halkıyla da kolay kolay kaynaşabileceğjnizi sanmıyorum. Doktor yok. Yalnızca bir hemşireyle bir ilk yardım merkezi var. Dış dünyayla tek iletişim aracınız da telsiz telefon.” Juliet hafifçe gülümsedi.

“Sanki bu işi kabul etmemem için beni uyarıyor gibi bir haliniz var.” “Ben yalnızca bu işten çok şey beklemenizi istemiyorum. Mr. Bannerman için daha önce, geçici işlerde çalışmak için birkaç eleman bulmuştum. Hiçbiri de adadaki işten memnun kalmamıştı. Yunuslarla ilgili bir kitap üzerinde çalıştığınızı duyunca hemen aklıma bu iş geldi. Ama uzun süredir aranan elemanı bulmakta zorluk çekiyoruz. Çünkü başvuran kızlar adanın dünyadan kopuk durumunu öğrenir Öğrenmez hemen vazgeçiyorlardı. Sonra bu iş geçici, Miss Welborn. En fazla altı ay kadar sürecek. Samrım kitabın yazımı ancak bu kadar zaman alır. Ama buna karşılık verilecek ücret bu olumsuz yanları telafi edecek düzeyde.” Kadın ücretin miktarını söyleyince Juliet’in soluğu kesilmişti neredeyse. “Ayrıca Mr. Bannerman’ın maliknesinde yaşam koşullarının çok doyurucu olduğunu da belirtmeliyim.

” “Koşullardan memnun kalinazsam her an oradan ayrılma olanağım da var değil mi?” diye ekledi Juliet, düşünceli bir ses tonuyla. Ama gözleri yepyeni bir ışıkla parlamaya başlamıştı. “Düşüncelerinizde haklıymışsınız Miss Posenby, bu iş tam benim istediğim gibi. Kabul ediyorum.” Miss Posenby bir an için, karşısında oturan genç kızın bu kararı vermesinde Mark Bannerman adının etkili olup olmadığım düşündü. Ama sonra hemen, bu kızın içten pazarlıklı biri olmadığı sonucuna vararak bu düşünceyi bir yana bıraktı. Hayır, Mark Bannerman adını duyunca kızın yüzünde en küçük bir değişiklik olmamıştı. Onun yerine asıl tepkiyi ücreti duyunca göstermişti. Bir sekreter için gerçekten yüksek bir ücretti bu, ama Mr. Barınerman yanında çalışanlara her zaman iyi ücret öderdi. Pek çok kız, bekar ve milyoner bir patronun yanında çalışma fırsatının üzerine balıklama atlardı tabii. Zaten Miss Posenby’nin bundan Önceki mülakatlarda işverenin adını gizli tutmasırım ned i de buydu. Aslında böyle yaparak, zaten sevimsiz gÖrünen iş için eleman bulmayı iyice zorlaştırıyordu, ama servet avcısı ve çıkarcı bir kız göndererek Mr. Bannerman gibi bir müşterisini kaybetmek isternezdi. Mr.

Bannerman yakışıklılığı ve zenginliğiyle son derece popüler bir adamdı. Onu bu tür kızlardan korumayı büronun görevlerinden biri olarak kabul ediyordu. Miss Posenby helikopter hakkında bilgi vermeye koyuldu. “Ben havaalanını arayıp yarın sizi adaya götürmesi için pilotla ilişkiye gireceğim. Bu arada telsiz telefonla adayla da bağlantı kurmaya çalışırım. Eğer başaramazsam oraya vardığınızda sizi benim gönderdiğimi söylerseniz bir sorun çıkmaz.” İş ve İşçi Bulma Bürosu’ndan çıktıktan sonra Juliet bir süre kaldırımda amaçsızca yürüdü. İçinde tanımlanması güç bir heyecan ve mutluluk vardı. Ilk işine girmişti işte! Evet, geçici bir işti, ama bir başlangıçtı en azından. Genç kız ertesi sabah erkenden, küçük helikopter pistine gitti. Sahip olduğu her şey; anne babasından ve çocukluğundan kalan tüm hatıraları iki valize sığmıştı. Anne ve babasıyla çok sık yolculuklara çıktığından Juliet az eşyayla seyahat etmeye alışıktı. 0 sabah ne giyeceği konusunda uzun uzun düşünmüş, pantolonun helikopter yolculuğu için ideal olmasına rağmen patronuyla ilk görüşmesi için pek de uygun düşmeyeceğj sonucuna varmıştı. En sonunda gül kurusu renginde kolsuz, ince bir elbisede karar kılmıştı. Yanına bir de hasır bir şapka almış, kenarına elbisesiyle aynı renkte bir eşarp bağlamıştı.

Sonuçta, bütün olarak, kıyafeti hafif ve seçkin duruyordu. Tozlu bekleme odasına girdikten sonra, arka taraftaki küçük kahvehaneye geçti. Buranın tek müşterisi, tezgaha dayanmış kahve içen ve üzerinde bir pilot tulumu olan bir adamdı. Bir yandan kahve içiyor, bir yandan da kıkırdayıp duran garson kızla hafiften flört ediyordu. Adamın yüzünde, neşeli, dalgacı bir ifade vardı. Ama Juliet ona doğru yaklaşırken genç kıza öyle kuşkucu bir ifadeyle baktı ki, Juliet bir şeylerin ters gideceğini anladı. Tam önünde durduğunda, “Mr. Tanner siz misiniz?” diye sordu. Adamın kaşları hafifçe yukarı kalktı. “Evet güzelim, adım Jack Tanner. Ve hizmetindeyim. Sanırım yolcum sensin. Miss… şey… Wellborn’du, değil mi? Mark’ın kadınlar konusundaki zevki gittikçe gelişiyor anlaşılan. Pekala tatlım…” Şerefe kadehi kaldırır gibi kahve fincanını kaldırdı. “Köşeyi dönmeni candan kutluyorum.

Tamassee’ye gitmeyi nasıl başardın? İşini biliyorsun anlaşılan.” Juliet’in kaşları hafifçe çatıldı. Bu adam kendisinin yabancısı olduğu bir dilden konuşuyordu. Tam bu konuda bir şeyler söyleyecekti ki, adam konuşmasına devam etti: “Epeyce eşyan var,” diyerek başıyla Juliet’ in iki valizini işaret etti. “Kusura bakmayın,” dedi genç kız, buz gibi soğuk bir sesle. “Helikopter için çok mu fazla? Adada uzunca bir süre kalacağım, eşyalarımı başka bir yere birakamazdım.” Adamın bir kaşı hafifçe yukarı kalktı. “Tatlım, sen nasıl istersen öyle olur. Ama bunca zaman Mark için adaya sayısız fıstık getirip götürduın, içlerinde senin kadar kendine güvenenini görmedim. Hiçbiri senin kadar iyi karşılanacağından emin değildi. Ama sanırım sen rol filan yapmıyorsun. Anlaşılan Mark’ın seni gerisingeriye postalayacağı aklına bile gelmiyor. Onu ne kadar tanıyorsun? 0 ne yapacağı hiç belli olmayan bir adamdır. Özellikle kadın konusunda…” Juliet boş boş baktı adama. “Siz neden söz ediyorsunuz?” “Bakın Miss Welborn, lütfen beni ayaküstü uyutmaya kalkmayın.

Ben bu yollardan çok geçtim. Fıstıkların adaya ne umutlarla gidip, ne şekilde döndüklerini çok iyi biliyorum. Eğer bana, seni Mark’ın davet ettiğini söylersen, sana ‘yalancı’ demek zorunda kalırım. Çünkü Mark kadınlarmı Tamassee’ye davet etmez. Onlar kendiliklerinden gelirler. 0 ada Mark için bir inziva yeridir. Kesinlikle rahatsız edilmekten hoşlanmaz.” ‘Siz aklımzı kaçırmış olmalısnız,” dedi Juliet, sinirden sımsıkı sıktığı dişlerinin arasından. “Ben oraya çalışmaya gidiyorum, Mr Bannerman’ın sevgililerirıden biri değilim! Miss Posenby’nin İş ve İşçi Bulma Bürosu tarafından gönderildim. Ve sizin de bunu bildiğinizi sanıyordum!” Genç kızın öfkeden sesi titriyordu neredeyse. “Eğer bana inanmıyorsanız ya da Tamassee’ ye götürmek niyetinde değilseniz hemen Miss Posenby’ ye telefon edersiniz. 0 size istediğiniz bilgiyi verir.” Adam şaşkın şaşkın bakıyordu şimdi. “Siz gerçekten o kız mısınız? Şey, gerçekten telefonda Miss Posenby’nin bir sekreter gönderdiğini söylemişlerdi, ama sizi sekretere benzetemedim. Kızlann adaya ulaşmak için uydurduklan türden bir yalan kıvırdığınızı sanmıştım.

Kızlar hep böyle yapar… zavallı Mark…” “Biliyorum,” diye onun sözünü kesti Juliet, buz gibi bir sesle. “Mr Bannerman’a gerçekten çok acıdım. Kızlardan rahat nefes alamadığını çok açık bir biçimde anlatınız. Gerçekten acınacak bir durum. Özel yaşamını bir türlü düzenleyemediği için çok aptal biri olmalı.” Jack Tanner bu sözler karşısında iyice afalladı. Kahvesinin parasını alelacele ödeyip kapıdan çıkmak üzere olan Juliet’e yetişti. Helikopter yolculuğu boyunca adam, güzel yolcusunun gözünde yitirdiği saygınlığını yeniden kazanmak için çabaladı durdu. Ada hakkında bir sürü bilgi verdi. Tamassee yirmi mil uzunluğunda, en geniş noktası ise on mil kadar olan bir adaydı. İçme suyu vardı ve toprağı da son derece bereketliydi. Amerikan iç savaşından önce Bannermanların atalarından biri buraya sahip çıkmış ve kölelerin yardımıyla burada büyük bir maliUne ve kocaman bir şekerkamışı plantasyonu kurmuştu. Şimdi şekerkamışı o günlerdeki kadar karlı bir ürün değildi ve Bannerman Holding’in başkanı Mark Bannerman burayı yalnızca bir tatil yeri olarak kullanıyor, ama gerçekte Amerika’da yaşıyordu. Atalarının kurduğu Bella Vista adlı malikğne onun için tam bir sığınak işlevi görüyordu. Ada halkına da, özellikle geçimlerini sağlamaları için, iş yaratma konusunda çok yardımcı olmuştu.

Ama halkın çoğu, özellikle gençler, daha elverişli çalışma alanlarının bulunduğu öteki adalara gitmişlerdi. Tamassee’nin küçük kasabasında şimdi daha çok yaşlılar ve çocuklar yaşıyordu. Juliet bütün bunları merakla dinledi ve en sonunda, Jack aşağıda, adayı gösterdiğinde heyecanla baktı. İlginç bir tarihi olan ada havadan çok güzel görünüyordu. Mavi okyanusun üzerinde yemyeşil bir mücevher parçası gibi duruyordu. Tam ortasından, yüksekten incecik bir çizgi gibi görünen ve kıvnla kıvnla giden bir yol geçiyordu. Sonra Juliet çevresinde daha küçük yapılar olan büyük bir evin kırmızı damım gördü. Burası Bella Vista olmalıydı. Daha ilerde, sevimli bir koyun kıyısında kümelenmiş evler görünüyordu. Burası da besbelli Jack’in sözünü ettiği kasabaydı. Helikopter koyun yakınlarındaki küçük piste doğru alçaldı ve beceriksizce kanat çırpan kocaman bir kuş gibi yere kondu. Pervanesi durunca genç kız araçtan indi. Çarpıcı gelen ilk şey, hiç alişmadığı, bunaltıcı, boğucu sıcaktı. Bembeyaz kumlar üzerinde yansıyan güneş ışıkları öylesine parlaktı ki, güneş gözlüğüne rağmen Juliet’in gözleri kamaşmıştı. Üst dudağının üzerinde ve alnında bir anda birikiveren terleri çantasından çıkardığı mendille sildi.

Soluk almak için bir an durduğunda çevresine bakındı. İlk gözüne çarpan bembeyaz kumlarm ötesinde yerden fışkırırcasına yükselen gür, yemyeşil bitki örtüsüydü. Az ilerde bir atölyeye benzeyen küçük bir yapı vardı. Kıyıda ise denize doğru incecik bir dalgakıran uzamyor, en sonunda ise zarif, çok güzel bir tekne duruyordu. Atölyeye benzer yapımn yanında bir cip park edilmişti. Çevrede birkaç bisiklet de göze çarpıyordu. Birden yapıdan bir iki adam çıkıp onlara doğru koştu. Jack, genç kızın valizlerini helikopterden çıkarmaya çalışırken onlan gördü ve aracı boşaltmak için onlara kısa direktifler vermeye koyuldu. Sonra, Juliet’in yamna geldiği sırada, yapıdan bu kez kısa boylu, tıknaz biri çıktı ve onlara doğru yürümeye başladı. Jack kısık gözlerle onu izliyordu. “Evet, Miss Welborn,” diye mırildandı ağzının içinde. “Benden bu kadar. Şu andan itibaren kendi kaderinle baş başasın.” Juliet kendilerine yaklaşan kişinin patronu olduğunu sanmıştı, ama yaklaşınca bunun bir kadın olduğunu gördü. Üstelik, ağzında kocaman bir puro, üzerinde blucin olan bu kadımn yüzünde genç kızı hiç de hoş karşılayan bir ifade yoktu.

“Selam, Cora!” diye seslendi Jack. Kadın gözlerinden şimşekler çakarak adama baktı. “Bu kez kimi getirdin?” dedi ters bir sesle. “Bu adaya bir daha kadın getirirsen Mark seni işten atacağım söylemişti! Unuttun mu yoksa? Derhal onu helikopterine bindirip geldiği yere geri götüreceksin, anlaşıldı mı?” “Bir dakika, Cora, dinler misin lütfen? Bu sandığın gibi değil,” diye kekeledi Jack zayıf bir sesle. Cora, Juliet’e döndü. “Seni buraya getirmesini sağlamayı nasıl başardın?” diye sordu, öfkeyle burnundan soluyarak. “Mr. Bannerman, Tamassee’ye başını dinlemek için gelir! Sizin gibilerin onu ta buralara kadar takip etmesinden bıktı usandı artık!” “Cora, bir dakika… Onu buraya Posenby göndermiş.” “Posenby mi? İş ve İşçi Bulma Bürosu mu?” Cora besbelli duyduklarına inanmak istemiyordu. “Ne için?” dedi kuşkulu bir sesle. “Mark’ın daktilo işleri için.” “Ben böyle şeye inanmam!” Bu arada Juliet’in sabrı taşmıştı artık. Kendisi hakkında böyle konuşulmasına, yalnızca kadın olduğu için hakarete uğramaya ve şu Mark Bannerman denilen adamın peşinde olduğuna inanilmasına katlanacak hali kalmamıştı. Her geçen dakika bu adamdan daha çok nefret etmeye başlıyordu. Şu anda yapmak istediği tek şey eşyalarını toplayıp geldiği yere dömnek ve Miss Posenby’ye bu işi kabul edemeyeceğini söylemekti! Ama Juliet, aklına estiği gibi hareket etme lüksüne sahip değildi.

Elde ettiği bu iş olanağına dört elle sarılmak zorundaydı. Hem bu, hem de yapısından gelen onurlu inatçılık, Juliet’in o anda geri dönmesine engel oldu. “İster inanın, ister inanmayın,” dedi genç kız, gözleri ateş püskürerek. “Beni hiç ilgilendirmez. Kim olduğunuzu bilmiyorum, hoşunuza gider mi gitmez mi onu da bilmiyorum, ama ben buraya Mark Bannerman’ın sekreterliğini yapmak için gönderildim. Sanırım beni işe almadan önce sizin izninizi alma gereğini duymamış, ama siz gerek duyarsanız gidip bunun doğru olup olmadığını Mr.Bannerman’ a sorabilirsiniz.” Cora’nın yüzüne birden al bastı. “Kim olduğumu sana söyleyeyim, kendini beğenmiş küçük hanım. Ben patronunun kuzeniyim!” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Ve görevim de davetsiz gelen, istenmeyen insanları buradan uzak tutmak! Ayrıca Mark’ın burada, biri özel işlerine bakmak üzere iki sekreteri var. Her ikisi de şu anda Bella Vista’dalar. Seni neden böyle bir işe alsın?” Juliet bir adım gerilemedi. Eğer Cora, Mark Bannerman’ın kitabı hakkında hiçbir şey bilmiyor idiyse, kadının merakını tatmin etmeye hiç niyeti yoktu. “Ben ona telefon edip sormanızı öneririm,” dedi aynı buz gibi sesle.

“Ya da belki Miss Posenby’yi aramayı yeğlersiniz? Eğer burada bana ihtiyaç yoksa ya da istenmiyorsam hemen Mr. Tanner’la geri dönerim. Ben yalnızca bana verilen talimata göre hareket ediyorum.” Cora ilk kez tereddütlü ve kararsız görünüyordu. “Benim de yaptığım yalnızca bu,” diye mırıldandı. “Miss Posenby’den bu konuda hiçbir haber almadığıma göre böyle davrandığım için suçlanamam.” “Dün sizle bağlantı kuramadığım söylemişti. Bugün tekrar deneyecekti .“ “Dün telefonumuz bozuktu. Bu sabah da büroda değildim,” dedi Cora. “Belki de gerçekten öyle olmuştur.” Jack dişlerini göstererek gülümsedi. “0 halde onu kabul ediyorsun, ha Cora?” Cora ters ters ona baktı. Besbelli Juliet’i hemen geri göndermeyi yeğlerdi, ama izin almadan böyle bir şey yapmaktan da çekiniyordu. “Galiba kalması daha iyi olacak.

Posenby yanlış bir iş yapmaz.” “Tabii ya!” Jack gülümseyen yüzünü Juliet’e doğru çevirdi. “Tamam, güzelim, anlaşıldığına göre kalıyorsun burada.” Genç adam Juliet’i, içinde bir sürücünün hazır beklediği cipe doğru götürdü. “Burada bir gün olsun kalıp yeni işinden memnun olup olmadığım öğrenmek isterdim, ama ne yazık ki işlerim var. Hemen dönmem gerek. Ya yarın, ya öbür gün görüşürüz.” “Teşekkürler, Mr. Tanner bana çok yardımcı oldunuz.” Juliet bunları söyledikten sonra cipe bindi. “Adım Jack, güzelim… Jack. Ayrıca sana yardımcı olmak benim için zevkti. Peki, sen bana adım söyler misin? Miss Welborn demek biraz… Biraz fazla resmi kaçıyor da…” Genç kız gülümsedi. “Juliet. Tekrar teşekkürler, Jack.

” Juliet onu son kez gördüğünde genç adam, yüzünde neşeli bir gülümsemeyle kasketini havaya atıp tutuyordu. Cip kasabanın içinden geçmeyip, kıyıyı izleyen bir yoldan gitti. Bir süre sonra keskin bir viraj alıp büyük bir çiftlik kapısından içeri girdi. Araç en sonunda, Rüzgar Gibi Geçti romanından fırlamış gibi duran, beyaz sütunlu kocaman bir malikane binasının önünde durunca Juliet’in soluğu kesiliyordu neredeyse. Bella Vista genç kızın düşünde bile canlandıramayacağı kadar görkemliydi. Sürücü genç kızın cipten inmesine yardım etti. “Siz terasta birkaç dakika oturun, bu arada ben de kâhya kadına geldiğinizi haber vereyim. Adı Mai’dir. Eşyalarınızı nereye koyacağımızı ondan öğrenirim.” Tümüyle gölgelik olan geniş verandada yumuşacık olduğu belli olan kocaman minderli bambu takımlar vardı. Juliet koltuklardan birine oturup yüzünü hafif hafif esen rüzgâra verdi. Burasının huzur dolu, sakin bir havası vardı. Juliet birden, kendisine tümüyle yabancı olan bu adayı, bu malikâneyi çok seveceğini hissetti. Annesiyle babasının ölümünden sonra ilk kez kendini rahat ve huzur içinde hissetmişti. Birden yaklaşan ayak sesleriyle irkilerek başım o yöne çevirdi.

Evin köşesinden bir adam çıkmış, ona doğru yaklaşıyordu. Üzerinde yalnızca eski, solmuş bir blucin ve keten ayakkabılar vardı. Adam onu görünce birden durdu. “Kimsin sen?” diye sordu, ters bir sesle. Juliet onun kılığını ne kadar beğenmediğini göstermek istercesine hafifçe başını arkaya doğru atarak adama baktı. Genç adam uzun boyluydu ve gövdesinde bir gram bile fazla yağın olmadığı ilk bakışta göze çarpıyordu. Sapsarı saçları yer yer güneşte iyice açılmış, altın gibi parlıyordu. Juliet kara güneş gözlüklerinden adamın gözlerini seçemedi, ama gergin çene kasları bir şeylere fena halde tepesinin attığını açık bir biçimde gösteriyordu. Ama şurası açıktı ki, Juliet’in gördüğü en yakışıklı adamdı bu. Yarı çıplaklığının da vurguladığı son derece güçlü bir cinsel çekiciliği hemen kendini duyuruyordu. Genç kız birden bu adama karşı içinde ani bir tepkinin uyandığını hissetti. Gözleri elinde olmayarak genç adamın adaleli göğsünü kaplayan açık kumral tüylere doğru kaydı. Altın pırıltılar saçan bu tüyler adamın göbeğine doğru iniyor ve blucininin içinde kayboluyordu. Genç adamın dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrılınca Juliet onun, bakışlarım yakaladığını anladı, alelacele gözlerini kaçırdı. “Sana kim olduğunu sordum!” Juliet son derece yaralayıcı bir sesle söylenen bu sözlerin kabalığı karşısında irkildi.

İlk kez, bu adamın patronu olabileceği düşüncesi aklına gelmişti. Şimdi adam gözlüğünü çıkarmış, ağır ağır verandanın basamaklarım tırmanıyordu. Gözleri birer buz parçasını andırıyordu. Juliet hiç bu kadar soğuk parlayan gri gözler görmemişti. “Siz… Mr… Bannerman mısınız?” diye neredeyse kekeleyerek sordu. Adamın dudakları sımsıkı birbirine kenetlenmişti. “Evet. Sana bir kez daha soruyorum, kimsin?” “Juliet Welborn. Sizin yanınızda çalışmak üzere geldim. Bürodan istediğiniz sekreter benim.” Sözcükler Juliet’in ağzından telaşla dökülmüştü. Adamın gözleri kaba denecek kadar açık bir dikkatle genç kızı süzdü. “Espri mi yapmaya çalışıyorsunuz?” dedi buz gibi bir sesle. “Söylesene, seni gerçekte kim gönderdi buraya? Tele-kız servisi mi?” “Ne… ne dediniz?” “Ne dediğimi duydun.” Mark Bannerman gözlüğünü yeniden takmıştı.

Genç kıza bir solucana bakar gibi bakıyordu. “Demek, adayı satın almayı başaramayınca, kartel, fikrimi değiştirmek için bu kez de bir kadın göndermeyi denedi!” “Ka… Kartel mi?” diye kekeledi Juliet hayretle. “Bu hiçbir işe yaramayacak. Belki çok kurnaz olabilirsin, ama hiçbir kadın fikrimi değiştiremez. Bunu böylece patronlarına söyleyebilirsin.” “Ben… ben neden söz ettiğinizi anlayamıyorum,” dedi Juliet fısıltıyla, bir rüyadaymış gibi. Adamın bakışları daha da keskinleşti. “Belki de doğrudur. Sana işin iç yüzünü anlatmamış olabilirler. Ama yine de sen vücudunu başka yerde satmak zorunda kalacaksın. Eğer istersen kartını bırak, kente döndüğümde zamanım olursa ararım.” “Mr. Bannerman,” diye söze başladı Juliet ağır ağır. “Ben buraya sizin yanınızda çalışmaya geldim.” “Ya, öyle mi? Ben de sana diyorum ki, benim için çalışmanı istemiyorum,” diye cevap verdi genç adam, sözcüklerin üzerine basa basa.

‘Çalışmak’ sözcüğünü özellikle, kötü bir anlam vererek vurgulamıştı. “Buraya kadar boşuna geldin. Onun için hemen geri dön, seni buraya ne getirdiyse ona binip geldiğin yere git. Ve patronuna da söylediklerimi ilet.” Juliet dönüp şaşkın şaşkın cipe baktı, sonra tekrar gözlerini genç adama çevirdi. “Yani Miss Posenby’ye mi söyleyeyim?” diye sordu. Kafası karmakarışık olmuştu. Mark Bannerman birden genç kızı bileğinden sımsıkı yakalayıp ayağa kaldırdı. “İşçi Bulma Bürosu’ndaki Miss Posenby’den mi söz ediyorsun?” diye sordu dişlerini sıkarak. “Canımı acıtıyorsunuz!” diye bağırdı Juliet. Bileği sanki kırılacakmış gibi acıyordu. “Evet, işçi Bulma Bürosu’ndan Miss Posenby!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir