Kelly Keaton – Karanligin Kizi

Yemekhane masasının altında, sağ dizim içine cin girmiş havalı matkap gibi sekiyordu. Bacaklarımdaki adrenalin beni Rocquemore Hastanesi’nden bir an önce, ardıma bile bakmadan kaçıp kurtulmaya zorluyordu. Derin nefes alış verişler. Kendimi toparlayıp sakinleşmezsem nefes nefese kalacak, utançtan yerin dibine geçecektim. Ayrıca böyle bir manzara hiç iyi olmazdı, özellikle de boş odaları olan bir tımarhanedeyken. “Bayan Selkirk, bunu yapmak istediğinizden emin misiniz?” “Bana Ari diyebilirsiniz. Ve yanıtım evet, Dr. Giroux.” Karşımda oturan adama kararlı bir şekilde kafamı salladım. “Onca yolu vazgeçmek için gelmedim. Bilmek istiyorum.” Tek istediğim olan biteni öğrenip bir şeyler yapmaktı, kendi ellerimle yapabileceğim herhangi bir şey olsun istiyordum, ne var ki ellerim masanın üzerinde öylece duruyordu. Kıpırdamadan. Sakin sakin. Doktor, güneşten çatlamış ince dudaklarının arasından isteksizce nefes verdi ve bana doğru bir “kusura bakma tatlım, bunu sen istedin” bakışı attı.


Boğazını temizleyerek elindeki dosyanın kapağını kaldırdı. “O zamanlar burada çalışmıyordum ama bir bakalım…” Birkaç sayfayı hızla gözden geçirdi. “Annen seni sosyal hizmetlere teslim ettikten sonra hayatının geri kalanını burada, Rocquemore’da geçirmiş.” Dosyanın üzerinde parmakları huzursuzca dolaşıyordu. “Kendi isteğiyle yatırılmış,” diye devam etti. “Altı ay on sekiz gün kalmış. Yirmi birinci yaşına basacağı gün intihar etmiş.” O an aldığım nefes yumruk gibi boğazıma oturdu. Kahretsin. Bunu duymayı hiç beklemiyordum. Aldığım haberle beynim felç oldu sanki. Ruhsal durumuna ilişkin sormayı planladığım bütün sorular o anda kafamdan uçup gitti. Yıllar boyu annemin neden benden vazgeçtiğine dair olabilecek her nedeni düşünmüş, hatta geçen on üç yıl içinde ölmüş olabileceğini bile hesaba katmıştım. İntihar da nereden çıktı şimdi? Evet aptal şey, bunu hiç aklına getirmemiştin. Kafamdan bir sürü küfür geçiyordu, o an masaya bir kafa atmak istedim -belki aldığım haberi daha iyi sindirmeme yardımı olurdu.

Henüz dört yaşıma basmışken Louisiana eyaletine emanet edilmiştim, demek ki bundan altı ay sonra da annem ölmüştü. Bütün o yıllar boyunca neye benzediğini, ne yaptığını, bırakıp gittiği o küçük kızı hiç düşünüp düşünmediğini merak edip dururken, meğer o yerin yedi kat dibindeymiş, lanet olası tek bir şey yapacak ya da düşünecek halde değilmiş. Ağzımı açıp da dışarı çıkmasına izin vermediğim çığlık göğsümde patlayacak gibiydi. Gözlerimi ellerime dikmiş bakıyordum, masanın beyaz kompozit yüzeyinin üzerinde tırnaklarım minik karafatmalar gibi parıldıyordu. Parmaklarımı kıvırıp tırnaklarımı kaplamaya geçirmemek için kendimi zor tutuyordum; belki tırnaklarımdan ayrılan etin acısı, göğsümü yakıp sıkıştıran acıyı bastırabilirdi. Kendimi toparlayıp, “Peki,” dedim, “tam olarak nesi vardı?” Soru ağzımda kötü bir tat bırakmıştı, yüzüm kıpkırmızı kesilmişti. Ellerimi çekip masanın altına indirdim ve bacaklarımın üzerine koydum, terleyen avuç içlerimi kot pantolonuma sürttüm. “Şizofreni. Hezeyanlardan -şey, bir hezeyandan mustaripmiş.” “Sadece bir hezeyan mı?” Dosyayı açıp sayfaya göz atıyormuş gibi yaptı. Bu sırada, adamın sinirleri acayip bozuk görünüyordu; bunun için onu suçlayamam. Kim genç bir kıza annesinin kendini öldürecek kadar kafayı yediğini söylemek ister ki? Doktorun yanakları kızarmaya başlamıştı. “Burada yazdığına göre,” zorla yutkunarak okumaya devam etti, “yılanlarla ilgiliymiş… yılanların kafasını delip dışarı çıkmaya çalıştığını iddia ediyormuş; kafa derisinin altında gittikçe büyüyen ve hareket eden yılanlar olduğunu sanıyormuş. Birkaç defa derisini tırnaklarıyla kazıyarak kanatmış. Yemekhaneden çaldığı kahvaltı bıçağıyla kafasını delmeye çalışmış.

Doktorların verdiği hiçbir ilaç ya da söylediği hiçbir şey onu, bunların hepsinin hayal gücünün ürünü olduğuna inandırmaya yetmemiş.” Olanları gözümde canlandırdığımda, tüylerim diken diken oldu. Yılanlardan nefret ederdim. Doktor Giroux dosyayı kapattı, beni rahatlatabilecek bir şeyler bulma çabası içinde olduğu belliydi. “Şunu unutma, o günlerde pek çok insan post-travmatik stresle boğuşuyordu… Sen o zamanları hatırlayamayacak kadar küçüktün ama…” “Biraz hatırlıyorum.” Nasıl unutabilirdim ki? Peş peşe vuran iki tane dört şiddetindeki kasırgayla yerle bir olan New Orleans ve eyaletin güney yarısından kaçan yüz binlerce insanın görüntüsü aklımdan hiç çıkmamıştı. Kimse hazırlıklı değildi böyle bir şeye. Geri dönen de olmadı. Şimdi bile, on üç yıl geçmiş olmasına rağmen, aklı başında olan hiç kimse Çember’in ötesine geçmeye cesaret edemiyordu. Dr. Giroux acı bir gülümsemeyle, “O halde annenin neden buraya geldiğini sana anlatmama gerek yok,” dedi. “Hayır.” Bakışlarını önündeki bir noktaya sabitleyip üzgün bir ses tonuyla konuşmaya devam etti; konuştuğu ben miydim emin olamadım: “Öyle çok vaka vardı ki… Psikoz, boğulma korkusu, sevdiklerinin ölümüne tanık olanlar… Yılanları da unutmamalı; sel sularıyla taşan bataklıktan karaya vuran yılanlar… Muhtemelen annenin başından da yılanlarla ilgili korkunç bir olay geçti, bu nedenle aynı hezeyan tekrarlayıp duruyordu.” Kasırgalar ve sonrasında olup bitenlere dair hatırladıklarım bir bir gözümün önünden geçti, o günlerde şahit olduklarımı uzun süredir hiç düşünmemiştim. Ayağa kalktım, temiz havaya ihtiyacım vardı; bataklıklarla, yosunlarla ve salkım salkım ağaçlarla çevrili bu lanet olası yerden kurtulmalıydım.

İçimde kımıl kımıl dolaşan bu görüntüleri üstümden atmak için manyak gibi silkinmek istiyordum. Ama bunun yerine kendimi sakin olmaya zorladım, derin bir nefes aldım, siyah tişörtümün ucunu çekiştirerek düzelttim ve boğazımı temizleyip, “Bu geç saatte bana vakit ayırdığımız için teşekkürler Dr. Giroux. Artık gitsem iyi olacak,” dedim. Yavaşça dönüp kapıya doğru yöneldim, ne nereye gittiğimi ne de şimdi ne yapacağımı biliyordum; tek bildiğim buradan çıkabilmek için bir ayağımı öbürünün önüne koymam gerektiğiydi. “Annenden kalan eşyaları almak istemez misin?” Duyduğum Dr. Giroux’nun sesiydi. Ayağım tam adım atacakken kalakaldı. “Artık senin sayılırlar.” Doktora bakmak için dönerken midemin altüst olduğunu hissettim. “Bildiğim kadarıyla depoda ona ait bir kutu var. Gidip getireyim. Lütfen otur,” – bankı işaret etti- “hemen döneceğim.” Bank. Oturmak.

İyi fikir. Bütün ağırlığımla bankın kenarına çöktüm, dirseklerimi dizlerime dayayıp ayak parmaklarımı içe kıvırdım. Dr. Giroux elinde rengi solmuş kahverengi bir ayakkabı kutusuyla döndüğünde, ayaklarımın arasında oluşan V şekline gözlerimi dikmiş oturuyordum. Kutunun daha ağır olmasını bekliyordum, bu kadar hafif olduğunu görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. “Teşekkürler. Ha, unutmadan… Annem buralarda bir yere mi gömülmüş?” “Hayır. Yunanistan’da gömülmüş.” Bir an ne diyeceğimi bilemedim. “Sözünü ettiğiniz yer, Amerika’da adı Yunanistan olan küçük bir şehir mi, yoksa?.” Dr. Giroux gülümsedi, ellerini ceplerine sokup topukları üzerinde geriye doğru yaylandı. “Hayır, gerçek Yunanistan’da. Ailesinden birileri gelip cenazesine sahip çıkmış. Daha önce söylediğim gibi, o sırada burada çalışmıyordum ama belki ölüm belgesini imzalayıp bu tip işlerle ilgilenen birimden daha fazla bilgi alman mümkün olabilir.

” Aile. Bu kelime kulağıma öyle yabancı geldi ki gerçekdışı bir şey gibiydi, doktoru doğru duyduğumdan bile emin olamadım. Aile. Göğüs kafesimin içinde neşe saçan bir ümit ışığı pır pır etmeye başladı; sanki hayat bir anda etrafta güzelim mavi kuşların uçuştuğu, sincapların şarkı söylediği bir Disney şarkısına dönüşüverecekti. Hayır. Daha çok erken. Her şeyin bir sırası var. Bakışlarımı kutuya çevirip içimdeki ümidi askıya aldım; kendimi bu duyguya kaptırıp da canımın yandığı çok olmuştu. Bu gece başka ne gibi sarsıcı gerçekleri öğreneceğimi merak ediyordum. “Kendinize dikkat edin, Bayan Selkirk.” Bir saniye öylece durdum, iki sıra yüksek kapıyı geçip çıkmadan önce doktorun pencere kenarına oturmuş bir grup hastanın yanına gidişini izledim. Bu harabe malikâneden/tımarhaneden dışarı, park halinde duran arabama attığım her adım beni geçmişin daha da derinlerine götürüyordu. Annemin çektiği işkenceler. Devlet bakımında geçen çocukluğum. Kendini öldürmüş bekâr bir genç annenin kızı olmak.

Aman ne güzel. Tek kelimeyle şahane. Yürüdükçe botlarımın altında gıcırdayan çakıl taşları, cırcırböceği ve çekirgelerin bitmek bilmez cırıltısını, ara ara kulağa gelen su şırıltısını ve boğa kurbağalarının çığlıklarını yankılıyordu. Ülkenin geri kalanında kış yaşanıyor olsa da ocak ayında Güney’in bağrı hâlâ sıcak ve rutubetliydi. Yosun kaplı meşe ve selvi ağaçlarının ardındaki bataklığın en derin, en karanlık gölgelerini görmeye çalışarak kutuyu daha da sıkı kavradım. Ancak simsiyah bir duvar, -gözlerimi kırpıştırdım- titreşen bir duvar dikilmişti önüme. Hayır, böyle düşünmeme neden olan gözlerime dolan yaşlardı. Zar zor nefes alabiliyordum. Bunu hiç beklemiyordum… İçim acıyordu. Ona gerçekten ne olduğunu öğreneceğimi hiç düşünmemiştim. Gözlerimin kenarlarında biriken yaşları hızla sildim, kutuyu yan koltuğa yerleştirip tüyler ürpertici virajları takip ederek Louisiana eyaletinin Covington şehrine, medeniyete benzer bir şeye doğru yol aldım. Covington, terk edilmiş topraklarla ülkenin geri kalanı arasında sınır oluşturan Çember’in etrafını kaplıyordu; bir Holiday Inn Express’i de olan bir sınır şehriydi. Ayaklarımdan botlarımı çıkarıp attım, kot pantolonumu sıyırarak indirdim ve tişörtümü çekiştirip kafamın üstünden geçirdim; kutu otel yatağının üzerinde öylece duruyordu. Sabah duş yapmış olmama rağmen, hastane ziyaretinin üstümde bıraktığı sıkıntılı havayı ve güneyin tenimi yapış yapış eden rutubetini yıkayıp üzerimden atma ihtiyacı hissediyordum. Banyoya girip duşu açtım, boynuma bağlı siyah kurdeleyi çözdüm ve ucundaki platinden hilal şeklinde tılsımın kayıp düşmemesine dikkat ederek çıkardım.

Gökyüzünde, hem de bulutsuz ve buz gibi soğuk bir gecede, göz kırpan yıldızlarla çevrelenmiş bir hilal manzarası en hoşuma giden görüntüydü. O kadar seviyordum ki, kendime lise mezuniyeti hediyesi olarak sağ gözümün alt köşesine, elmacıkkemiğimin hemen üstüne siyah bir hilal dövmesi yaptırmıştım. Dövme bana nereden geldiğimi, doğum yerimi hatırlatıyordu: Hilal Şehir New Orleans’ı. Ne var ki artık bu isimler kullanılmıyordu. Şimdi burası New 2 adıyla bilinen, çürümekte olan devasa bir kayıp şehir haline gelmişti; gelgitlerle haritadan silinmemek için hâlâ ayak diretiyordu. Özel mülkiyete ait bir şehir ve bir ilgi merkezi olan New 2, kaçkınların sığınağı haline gelmişti ve söylenenlere bakılırsa geceleri burada pek tekin işler dönmüyordu. Siyah iç çamaşırlarımla otel odasındaki boy aynasının önünde durdum. Yansımama doğru eğilip siyah hilale dokundum. Pek tanıma fırsatı bulamadığım annemi düşünüyordum; belki onun da şu an aynada yansıyan gibi deniz mavisi gözleri ve benimkine benzer saçları vardı… Derin bir iç çekip doğruldum ve enseme uzanıp sımsıkı topuzu çözdüm. Hiç doğal değil. Acayip. Bok gibi. Çözülünce omuzlarımdan aşağı düşerek belime değen tutamları tanımlamak için bunlar gibi bir dolu kelime kullanmışımdır. Ortadan ayrılmış. Hepsi aynı boyda.

Rengi o kadar açık ki, ay ışığında gümüş gibi görünür. Saçlarım. Başımın belası saçlarım. Kabarık. Parlak. Ve öyle pırasa gibi ki sanki bir kuaför ordusu bu hale getirmek için ellerinde saç düzleştiricilerle saatlerce uğraşmış gibi. Ama doğal hali böyleydi. Hayır. Bu hiç doğal değil. Dudaklarımın arasından bıkkın bir oflama daha çıktı. Uzun zaman önce çabalamaktan vazgeçmiştim. Daha yedi-sekiz yaşlarındayken, saçlarımın hayatımdaki bakıcıların ve erkeklerin ilgisini olması gerektiğinden farklı bir yönde çektiğini fark etmiş, kurtulmak için her yolu denemiştim. Kestim. Boyadım. Kazıdım.

Hatta yedinci sınıfta fen laboratuvarından hidroklorik asit aşırıp lavaboda saçımı aside bile bastım. Daha az dikkat çekecek bir hale gelmişti ama üstünden bir-iki gün geçmeden eski uzunluğuna, eski rengine, her şeyiyle eskisine döndü. Her zaman olduğu gibiydi. Bunun üzerine saçlarımı elimden gelen en iyi biçimde gizlemeye başladım; topuz yaptım, ördüm, şapkayla örttüm… İlk gençlik yıllarımda karalara bürünüp öyle bir intiba yarattım ki, hayır dediğimi duyan oğlanlar bir daha karşıma çıkmaya cesaret edemedi. Çıkan olduysa da baş etmeyi bildim tabii. Beni evlatlık edinen Bruce ve Casey Sanderson çifti kefalet senetçisiydi, yani sanıklar mahkemeye çıkana kadar hapiste yatmasın diye onlar için kefalet parasını ödüyorlardı. Eğer kefaletini ödedikleri kişi hâkimle yüz yüze yapacağı görüşmeye gelmezse bunu yanına bırakmaz, peşine düşüp yakalar ve yargı huzuruna çıkmasını sağlardık. Bruce ve Casey sayesinde altı farklı ateşli silah kullanmayı biliyordum, 100 kiloluk bir herifi rahatlıkla üç saniyede yere serebilirdim, suçluları gözüm kapalı tek elle kelepçeleme yeteneğine sahip olmuştum. Bruce ve Casey buna “aile eğlencesi” diyordu. Puslu yansımam karşımda bana gülümsüyordu. Sanderson çifti iyi insanlardı, on yedi yaşında bir genç kıza, geçmişinin peşine düşmesi için araba ödünç verecek kadar iyiydiler. Casey de evlatlık büyümüştü, o nedenle gerçekleri bilmeye ne kadar ihtiyacım olduğunu biliyordu. Bunu tek başıma yapmam gerektiğini de biliyordu. Daha en başından onların yanına yerleştirilmemiş olmama üzülüyordum. Derin bir of çektim.

Her keşkem para etse şimdiye Bill Gates olup çıkmıştım. Banyo buharla kaplandı. Ne yaptığımı çok iyi biliyordum. Kaçıyordum işte. Tipik Ari davranışı. Duş yapmazsam banyodan çıkmayacak, pijamalarımı giymeyecek ve şu kahrolası kutuyu da açmayacaktım. “Hadi aç gitsin, amma ödleksin!” Üstümdeki son giysileri de çıkarıp attım. Otuz dakika sonra, parmak uçlarımdaki deri büzüşüp rutubetten nefes alamaz hale geldiğimde, banyodan çıkıp kurulandım ve üstüme, en sevdiğim ekose desenli şortumla ince pamuklu bir tişört geçirdim. Islak saçlarımı kafamın arkasında düğümleyerek topuz yapıp, bir türlü ısıtamadığım ayaklarıma yumuşak bir çorap geçirdikten sonra, bağdaş kurup devasa yatağın ortasına oturdum. Kutu öylece duruyordu. Tam önümde. Gözlerim kısıldı. Kollarımdaki ve baldırlarımdaki tüyler diken diken oldu. Göğüs kafesimin ağrıdan ve endişeden gerilişinden tansiyonumun yükseldiğini anlayabiliyordum. Küçücük bir bebek gibi davranmayı bırak artık! Aptal bir kutu sadece.

İçinde geçmişim gizli. Oturduğum yere iyice yerleşip kutuyu kendime doğru çektim ve kapağını kaldırdım. İçinde birkaç mektup ve küçük mücevher kutuları vardı. Bütün hayat hikâyemin sığacağı kadar yer yoktu. Cevaptan çok soruyla karşılaşacağımdan emindim, araştırmam bugüne dek hep böyle gitmişti. Daha açmadan cesaretim kırılmış bir halde, elimi kutunun içine uzattım. En tepede duran beyaz zarfın ön tarafını çevirince, mavi mürekkepli bir kalemle adımın çiziktirilmiş olduğunu gördüm. Aristanae. Şaşkınlıktan nefesim kesildi. Vay canına. Annem bana mektup yazmıştı. Cesaretimi toplamam biraz zaman aldı. Başparmağımı titrek el yazısının üstünde gezdirdim, sonra zarfı açıp içindeki dosya kâğıdını çıkardım. Benim sevgili, güzel Arim, Bu mektubu okuyorsan, beni buldun demektir. Bulamaman için o kadar çok dua etmiştim ki.

Seni terk ettiğim için özür dilerim, bunu söylememin faydasız olduğunu biliyorum ama başka çarem yoktu. Çok geçmeden nedenini sen de anlayacaksın, bunun için de özür dilerim. Elindeki kutuyu sana Rocquemore’dakilerin vermiş olduğunu tahmin ediyorum; şimdilik sana tek söyleyebileceğim bir an önce kaçman gerektiği. New Orleans’tan ve seni tanıyabilecek insanlardan uzak dur. Seni kurtarabilmeyi öyle isterdim ki. Benim karşı karşıya kaldıklarımla senin de yüzleşeceğini biliyor olmak içimi acıtıyor. Seni çok seviyorum, Ari. Ve özür dilerim. Her şey için. Ben deli değilim. İnan bana. Lütfen güzel bebeğim, KAÇ BURADAN. Annen. Hayalet görmüş gibi yataktan zıplayıp mektubu, ateş almışçasına elimden fırlattım. “Bu da ne böyle?” Korkudan kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi atıyordu, tüylerim elektrik verilmiş gibi diken diken olmuştu.

Pencereye gidip jaluzileri aralayarak bir kat aşağıdaki park yerinde duran arabama baktım. Olağandışı bir şey yoktu. Ellerimle kollarımı ovuşturdum, serçeparmağımın tırnağını ısırarak odanın içinde yürümeye başladım. Titrek harflerle yazılmış mektuba bir daha baktım. Ben deli değilim. İnan bana. Lütfen güzel bebeğim. Güzel bebeğim. Güzel bebeğim. Geriye sadece hayal meyal birkaç anı kalmıştı, ama bu kelimeler… Annemin bu kelimeleri söylediğini neredeyse kulaklarımla işitiyordum. Yumuşak ve sevgi dolu. Gülümsediğini belli eden bir sesle. O an farkına vardım ki, bu yıllardır kendi kendime uydurduğum binlerce anıdan biri değildi, gerçek bir anıydı. Kalbim acıyla burkuldu, sol gözümün arkasına saplanan zonklamadan baş ağrımın tutacağını anladım. Onca yıl… Bu hiç de adil değildi! Bir anda adrenalin önce göğüs kafesime sonra kollarıma hücum etti, ama içimden geldiği gibi çığlık atıp duvara bir yumruk indirmek yerine altdudağımı ısırdım ve yumruğumu sıktım.

Boş ver. Unut gitsin. Hayat Adil Değil deyip koyuvermenin manası yoktu. Daha önce yapmış, dersimi de almıştım. Bu şekilde incinmenin kimseye bir faydası olamazdı. Sızlanarak mektubu kutuya geri attım, kapağı kapadım ve üstümü giydim. Eşyamı sırt çantama iyice yerleştirdikten sonra kutuyu elime aldım. Annemin sesini on üç yıldır duymamıştım ve elime geçen mektup bana kaçmamı, güvenli bir yere gitmemi öğütlüyordu. Ne işler döndüğünü hiç bilmiyordum, ama içimden bir ses bir şeylerin yolunda olmadığını söylüyordu. Belki Dr. Giroux’dan öğrendiklerimden sonra korkudan paranoyak olmuştum. Şüphe içimi kemiriyordu… Belki de annem aslında intihar etmemişti. İki Aceleyle resepsiyona gidip anahtarı teslim ettim ve arka kapıdan çıkıp arabama gittim. Cızırdayan sokak lambasının ışığı yanıp söndükçe çöken sisi daha belirgin kılıyordu. Park alanını, yanında uzanan üstü bitkilerle kaplı su kanalıyla ayıran tel örgü çitin ötesinden kurbağa ve cırcırböceklerinin cırıltıları geliyordu.

Her adım atışımda içimdeki şüphe büyüyor, giderek kendimi daha aptal hissediyordum. Bir mektup yüzünden, kaldığım yerden aceleyle sıvışmaya çalıştığıma inanamıyordum! Ayrıca New 2’den uzak durmama neden olacak ne olabilirdi ki? Geçmişimle ilgili cevaplar neredeydi? Neden bir ucubeydim? Annemin hayatına dair bilgi neredeydi? Annem tabii ki biricik kızının kefalet senetçisi olacağını aklının ucundan dahi geçirmediği için beni uyarma ihtiyacı duymuştu. New 2’yi de, yoluma çıkacak diğer zorlukları da alt edebilirdim. Kutuyu yeniden yolcu koltuğunun üzerine, sırt çantamı da yere koydum. Ellerim direksiyonu sıkıca kavramış halde uzun süre oturdum ve bir türlü karar veremediğim için kendimden nefret ettim. Rocquemore Hastanesi’ni ve doğum yerimin New Orleans olduğunu Memphis’ten ayrılmadan önce öğrenmiştim. Bruce ve Casey, çoğu yetişkinden daha olgun ve sorumluluk sahibi olduğumu bildiklerinden, arabalarından birini bana ödünç vermekte sakınca görmemişti. On yedi yaşındaydım, bir sömestr erken mezun olmuştum ve işteki performansım sayesinde güvenilir bir insan olduğumu kanıtlamıştım. Altı ay içinde yasal olarak silah taşıyabilen bir yurttaş haline gelecek ve Sanderson Kefalet ve Senet şirketinin tam zamanlı bir çalışanı olacaktım. Ne var ki -öne eğilip alnımı hafifçe direksiyona çarptım- Bruce ve Casey’e sadece Covington’a gideceğimi söylemiş ve araştırmam New 2’ye gitmemi gerektirecek olursa tek başıma hareket etmeyip onları bekleyeceğime dair söz vermiştim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir