Ann Leckie – Radch Imparatorlugu – Adalet

Ölüm griliğine sahip beden, yayılan kanla lekelenmiş karın içinde yüzüstü ve çırılçıplak yatıyordu. Hava eksi on beş dereceydi ve fırtına sadece birkaç saat önce dinmişti. Gün doğumunun soluk ışığında boylu boyunca uzanan pürüzsüz karın üzerindeki birkaç ayak izi, yakındaki buzdan yapılma binaya gidiyordu. Bir handı burası. Ya da en azından bu kasabada han sayılan yerdi. Uzanmış kol ve omuzdan kalçaya kadar inen hat, rahatsız edici bir biçimde tanıdık geliyordu. Ama bu kişiyi tanımam neredeyse imkânsızdı. Burada kimseyi tanımıyordum. Burası Radchaaiların medeniyet kavramından olabildiğince uzakta, izbe ve soğuk bir gezegenin buz kaplı, gözden ırak bir köşesiydi. Ben, sadece acil bir işim olduğu için burada, bu gezegende, bu kasabadaydım. Sokakta yatan bedenler beni ilgilendirmiyordu. Bazen hareketlerime anlam veremiyordum. Bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen ne yapacağımı bilmemek, bir sonraki hareketimi belirleyecek emirlerimin olmaması benim için hâlâ yeniydi. Bu yüzden durup bu kişinin yüzünü görebilmek için ayağımla bedeni neden çevirdiğimi açıklayamıyorum. Donmuş, morarmış ve kanlı olmasına rağmen onu tanıyordum.


Adı Seivarden Vendaai’dı; çok uzun zaman önce genç bir teğmen olarak benim amirim olmuş, bir süre sonra da başka bir geminin komutasına terfi etmişti. Bin yıl kadar önce öldüğünü sanıyordum ama inkâr edilemez biçimde buradaydı. Yere çömelip nabız, zayıf da olsa bir nefes aradım. Hâlâ yaşıyordu. Seivarden Vendaai artık beni ilgilendirmiyordu, benim sorumluluğumda değildi. Ve hiçbir zaman en sevdiğim amirlerden biri olmamıştı. Tabii ki tüm emirlerine uymuştum; -çoğu amirin yaptığı gibibirimlerime zarar vermemiş bağılları kötüye kullanmamıştı. Aksine hep soylu bir haneden gelen, iyi terbiye ve eğitim görmüş birinin davranışlarını sergilemişti. Elbette bana karşı değil; ben bir insan değildim, geminin bir parçasıydım, bir araçtım. Sonuç olarak; hiçbir zaman özellikle ilgimi çeken biri olmamıştı. Doğrulup hana girdim. İçerisi karanlıktı; buz beyazı duvarlar uzun süre önce pislik ya da daha iğrenç şeyler tarafından kaplanmıştı. Alkol ve kusmuk kokuyordu. Yüksek tezgâhın arkasında bir barmen duruyordu. Barmen yerliydi; kısa, tıknaz, soluk tenli ve büyük gözlüydü.

Üç müşteri kirli bir masanın çevresine yayılmıştı. Soğuğa rağmen üzerlerinde sadece pantolon ve muflonlu ceket vardı. Nilt’in bu yarım küresinde bahar başlamıştı ve ılık havanın tadını çıkarıyorlardı. Beni sokakta görmüş olduklarından ve buraya girme amacımı bildiklerinden emin olsam da beni görmezden geldiler. Büyük olasılıkla içlerinden biri ya da birkaçı olaya dahil olmuştu; Seivarden uzun süredir orada yatıyor olsa hâlâ hayatta olmazdı. “Bir kızak kiralamak istiyorum,” dedim, “ve bir hipodermi seti satın almak.” Arkamdaki müşterilerden biri kıkırdayarak alaycı bir tonda, “Bak sen, ufaklık çetin ceviz çıktı,” dedi. Dönüp, konuşan müşterinin yüzünü inceledim. Mitlilerin genelinden uzundu ama onlar kadar soluk tenli ve tıknazdı. Benden daha yapılıydı ancak ben ondan uzundum ve göründüğümden çok daha kuvvetliydim. Kiminle uğraştığının farkında değildi. Muflonlu ceketinin üzerindeki keskin hatlı labirent benzeri desene bakılacak olursa büyük ihtimalle erkekti. Ama tam olarak emin değildim. Eğer Radch bölgesinde olsam bunun bir önemi de olmazdı. Radchaailar cinsiyete önem vermezdi ve benim ana dilim olan dillerinde cinsiyeti belirten herhangi bir şey yoktu.

Ama şu an konuştuğum dilde vardı ve yanlış olanı kullanmak başıma bela açabilirdi. Cinsiyeti ayırmak için kullanılan işaretlerin bölgesel olarak çok büyük farklılıklar gösterebiliyor olmasının yanı sıra benim için son derece anlamsız olmaları işimi daha da zorlaştırıyordu. Hiçbir şey söylememeye karar verdim. Kısa bir süre sonra birden masanın üzerinde ilgisini daha çok çeken bir şey fark etti. Onu hemen burada öldürebilirdim, hem de hiç çaba sarf etmeden. Bu fikir cazip gelmişti. Ama şu anda Seivarden önceliğimdi. Yeniden barmene döndüm. Sanki araya hiç kimse girmemiş gibi, uyuşuk ve umursamaz bir tavırla, “Sen burayı nasıl bir yer sandın?” dedi. Kelimelerimi cinsiyet belirten ifadelerden kaçınmak için özenle seçerek, “Bir kızak kiralayıp hipodermi seti alabileceğim bir yer,” dedim. “Ne kadar?” “İki yüz shen.” Bunun, normal fiyatın en az iki katı olduğundan emindim. “Binanın arkasında duran kızak için. Ama onu kendin çıkaracaksın. Hipodermi seti için de bir yüzlük.

” “Tam set,” dedim. “Kullanılmamış.” Tezgâhın altından mührü bozulmamış gibi görünen bir set çıkardı. “Arkadaşının da ödenmemiş bir hesabı vardı.” Belki yalan söylüyordu. Belki de gerçekten vardı. Ama her iki şartta da söyleyeceği rakam gerçeği yansıtmayacaktı. “Ne kadar?” “Üç yüz elli.” Barmenin cinsiyetinden bahsetmekten kaçınacak kelimeler kullanabilirdim. Ya da cinsiyetini tahmin edebilirdim. Sonuçta şansım yarı yarıyaydı. “Böyle bir zavallının,” Seivarden’ın erkek olduğunu biliyordum, bu işin kolay kısmıydı; “Bu kadar çok borçlanmasına izin verdiğinize göre herkese güveniyor olmalısınız,” dedim erkek olduğunu tahmin ederek. Barmen hiçbir tepki vermedi. “Hepsi için altı yüz elli yeter mi?” Barmen, “Evet, çoğu için yeter,” diye cevapladı. “Hayır, hepsi için.

Şimdiden anlaşalım eğer biri arkamdan gelip de daha fazla para ister ya da beni soymaya çalışırsa ölür.” Sessizlik. Sonra arkamdan birinin tükürdüğünü duydum. “Aşağılık Radchaai.” “Ben Radchaai değilim.” Bu aslında doğruydu. Radchaai olmak için önce insan olmak gerekiyordu. Barmen kapıya dönüp hafifçe omuzlarını silkerek, “O bir Radchaai,” dedi. “Aksanın yok ama onlar gibi iğrenç kokuyorsun.” “Müşterilerinize hep böyle kötü mü davranırsınız?” Arkamdaki müşterilerden bir yuhalama sesi geldi. Cebime uzanıp çıkardığım bir avuç dolusu chiti tezgâha fırlattım. “Üstü kalsın.” Çıkmak üzere arkamı döndüm. “Paran sahte çıkarsa yandın.” “Eğer kızak söylediğin gibi arka tarafta değilse sen de yandın.

” Ve oradan çıktım. İlk önce hipodermi seti. Seivarden’ı çevirdim. Setin mührünü yırttım; kartın dahili parçalarından birini kırarak Seivarden’ın yarı donmuş, kanlı ağzına bastırdım. Kartın üzerindeki ışık yeşile döner dönmez ince örtüyü açtım ve yüklendiğini kontrol ederek ona sarıp çalıştırdım. Sonra kızağı almak için hanın arkasına doğru ilerledim. Şansıma beni orada bekleyen kimse yoktu. Arkamda şimdiden bir sürü ceset bırakmak zorunda kalmak istemiyordum; buraya olay çıkarmaya gelmemiştim. Kızağı ön tarafa getirerek Seivarden’ı kızağa yükledim. Kabanımın en dış katmanını çıkarıp üzerine örtmeyi düşündüm ama hipodermi örtüsünün üzerinde bir yararı olmayacağına karar vererek vazgeçtim. Kızağı çalıştırıp oradan uzaklaştım. Kasabanın çıkışındaki gri, yeşil renkli bir düzine prefabrik odadan birini tuttum. İki metre karelik pis odada yatak örtüsü yoktu, yorgan ve ısıtma için de için fazladan para istediler. Ödedim; halihazırda Seivarden’ı kardan kurtarmak için deli gibi para harcamıştım. Üzerindeki kanı elimden geldiğince temizleyip nabzını -hâlâ atıyordu- ve vücut ısısını – yükseliyordu- kontrol ettim.

Bir zamanlar düşünmeme bile gerek kalmadan vücut ısısını, kalp atış hızını, kanındaki oksijen ve hormon seviyelerini bilebilirdim. Sadece dileyerek her türlü yarasını görebilirdim. Ama şu anda kör gibiydim. Dayak yediği belliydi; yüzü şişmiş, karnı morarmıştı. Hipodermi setinin yanında sadece ilk yardım yapmamı sağlayabilecek seviyede, sıradan bir tane iyileştirici de vardı. Seivarden’ın iç kanaması ya da ciddi bir beyin travması olabilirdi ama ben sadece küçük kesiklerini ve burkulmaları tedavi edebilirdim. Eğer şanslıysam yalnızca soğukla ve morluklarla uğraşmam gerekecekti. Bir zamanlar sahip olduğum tıbbi bilgiye artık sahip değildim. Çok temel teşhisler dışında elimden bir şey gelmezdi. Dahili parçalardan bir diğerini daha ağzına soktum. Bir kez daha kontrol ettim; ne terliyor gibi görünüyordu ne de olması gerekenden daha soğuktu. Morluklarını saymazsak rengi normal kahve tonuna dönmeye başlamıştı. Bir kaba dışarıdan kar doldurdum ve uyanırsa tekmeleyip devirmeyeceğini umarak erimesi için köşeye koyup kapıyı arkamdan kilitleyerek dışarı çıktım. Güneş gökyüzünde yükselmişti ama yaydığı ışıkta fazla bir artış olmamıştı. Artık dün geceki fırtınadan kalma karın üzerinde daha fazla ayak izi ve dışarıda birkaç Niltli vardı.

Kızağı hana geri sürerek arka tarafına bıraktım. Kimse bana bulaşmadı ve karanlık girişten hiç ses gelmiyordu. Kasabanın merkezine doğru yöneldim. Çevremdeki insanlar kendi işleriyle uğraşıyorlardı. Pantolon ve muflonlu ceketler içindeki soluk tenli, tıknaz çocuklar yerdeki karları tekmeleyerek birbirlerine savuruyorlardı; beni görünce durup kocaman açılmış gözleriyle bana baktılar. Yetişkinler beni görmezden gelmeye çalışsalar da yanımdan geçerken süzüyorlardı. Bir dükkâna girdim; içerisi bu gezegenin soluk günışığından da karanlık ve dışarının soğuğundan en fazla beş derece daha sıcaktı. İçeride duran bir düzine kadar insan sohbet ediyordu ama ben kapıdan girer girmez bir sessizlik çöktü. Yüzümün ifadesiz olduğunu fark edip yüz kaslarımı hoş ve tarafsız bir ifadeye ayarladım. Dükkân sahibi, “Ne istiyorsun?” diye homurdandı. “Diğerleri benden önce gelmemiş miydi?” Konuşurken içerideki grubun cümlemde kullandığım gibi farklı cinsiyetten bireyler içerdiğini umuyordum. Cevap olarak yalnızca sessizlikle karşılaştım. “Dört ekmek ve bir dilim yağ istiyorum. Ayrıca iki hipodermi seti ve iki genel amaçlı iyileştirici, tabii eğer öyle bir şey varsa.” “Onluk, yirmilik ve otuzluk var.

” “Otuzluklardan lütfen.” İstediklerimi tezgâhın üzerine çıkardı. “Üç yüz yetmiş beş.” Arkamda duranlardan biri öksürdü; yine kazık yiyordum. Ödeyip çıktım. Çocuklar hâlâ sokakta gülüşüyorlardı. Yetişkinler sanki orada yokmuşum gibi yine yanımdan geçip gittiler. Bir yere daha uğradım; Seivarden’ın giysiye ihtiyacı olacaktı. Sonra odaya döndüm. Seivarden hâlâ baygındı ve görebildiğim kadarıyla şok belirtileri göstermiyordu. Kaptaki karın çoğu erimişti; kaskatı ekmeklerden birinin yarısını yumuşaması için kabın içine koydum. İç kanama ve beyin travması en tehlikeli ihtimallerdi. Aldığım iki iyileştiriciyi de açtım ve birini Seivarden’ın karnına koyabilmek için üzerindeki yorganı kaldırdım. İyileştiricinin yayılmasını ve gerilerek şeffaf bir kabuğa dönüşmesini izledim. Diğer iyileştiriciyi yüzünün en mor görünen yerine doğru tuttum.

O da sertleştikten sonra kabanımın en dış katmanını çıkararak uzanıp uyudum. Yedi buçuk saatten çok az daha sonra Seivarden hareketlenince uyandım. “Uyanık mısın?” diye sordum. Kullandığım iyileştirici tek gözünü ve ağzının yarısını kaplamıştı ama yüzündeki morluk ve şişkinlik baya azalmıştı. Kısa bir süre doğru yüz ifadesinin ne olacağını düşünüp yüzüme o ifadeyi verdim. “Seni hanın önünde karın içinde buldum. Yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyordu.” Hırıltılı bir nefes verdi ama yüzünü bana çevirmedi. “Aç mısın?” Cevap vermedi; sadece boş boş baktı. “Kafanı mı vurdun?” Sessizce, “Hayır,” derken yüz ifadesi sakinleşip gevşedi. “Aç mısın?” “Hayır.” “En son ne zaman yemek yedin?” “Bilmiyorum.” Sesi sakin ve ifadesizdi. Daha fazla zarar görmesini istemediğimden dikkatlice kalkmasına yardımcı olup devrilmesinden endişe ederek onu gri, yeşil duvara yasladım. Oturur konumda kalınca sulu ekmek lapasını kaşıklayarak yavaş ve dikkatlice iyileştiricinin kaplamadığı taraftan ağzına soktum.

“Yut,” dedim; o da yuttu. Kaptakilerin yarısını bu şekilde ona yedirip geri kalanını kendim yedikten sonra bir kap daha kar getirdim. Ekmeğin diğer yarısını da kaba koymamı izledi ama bir şey demedi; yüzündeki ifade hâlâ sakindi. “Adın ne?” diye sordum. Cevap gelmedi. Haşiş aldığını tahmin ettim. Birçok kişi haşişin duyguları bastırdığını söylerdi; bu doğruydu fakat tek yaptığı bu değildi. Eskiden olsa haşişin tam olarak ne yaptığını ve bunu nasıl yaptığını açıklayabilirdim ama artık eskisi gibi değildim. Bildiğim kadarıyla insanlar haşişi bir şeyi unutmak için kullanıyorlardı. Ya da duygulardan arınmış üstün rasyonel düşüncenin mantığını açığa çıkarıp gerçek aydınlanmayı sağlayacağını düşündükleri için. Ama işin aslı öyle değildi. Seivarden’ı kardan çıkarmak zaten kısıtlı olan parama ve zamanıma mal olmuştu, buna değer miydi? Eğer kendi haline bırakılsa kendine üç beş doz daha haşiş bulur ve yine o pis hana benzer bir yere giderek kendini bu kez gerçekten öldürtürdü. Eğer istediği buysa onu durdurmaya hakkım yoktu. Mademki ölmek istiyordu o zaman neden herkesin yapacağı gibi bir doktora niyetini anlatıp bunu temiz bir şekilde yapmamıştı? Anlamamıştım. Anlamadığım çok şey vardı ve on dokuz yıllık insan gibi davranma deneyimim bana düşündüğüm kadar çok şey öğretmemişti.

2 Seivarden’ı karın içinde bulmamdan on dokuz yıl, üç ay ve bir hafta önce Shis’uma gezegeninin yörüngesindeki bir çıkarma gemisiydim. Çıkarma gemileri Radchaai donanmasının en büyükleriydi; üst üste binmiş tam on altı güverte. Kumanda, İdare, Sıhhiye, Hidroponik, [1] Teknik, Merkezi Erişim güvertelerinin yanı sıra aldıkları her nefesi ve oynattıkları her kası bildiğim bütün bölük subaylarımın yaşam ve çalışma alanlarının bulunduğu güverteler. Çıkarma gemileri çok ender hareket ederdi. İki bin yıllık varlığımın büyük bir kısmını çeşitli güneş sistemlerinde yaptığım gibi, gövdemin dışında uzay boşluğunun yakıcı soğuğunu hissederek ve Shis’urna gezegeninin mavi-beyaz cam gibi yüzeyini; gezegenin yörünge istasyonunun gelip gidişini; şamandıra ve çakarlarla çevrelenmiş kapılarından sürekli girip çıkan, istasyonlara kenetlenip ayrılan gemi selini izleyerek orada öylece duruyordum. Benim bulunduğum yerden Shis’urna’nın çeşitli ulus ve uygarlıkları görünmese de gezegenin gece tarafında bazı yerlerde topraklara katıldıktan sonra tamir edilmiş olan şehirlerin ışıkları ve bu şehirleri birbirine bağlayan parlak örümcek ağlarına benzer yollar vardı. Her zaman göremesem de çevremdeki dost gemilerin vardığını hissediyor ve onları duyuyordum. Daha küçük ve hızlı olan Kudretler ve Merhametlerin yanı sıra o zamanlar çok sayıda bulunan benim gibi çıkarma gemileri: Adaletler. En yaşlımız yaklaşık üç bin yaşındaydı. Birbirimizi çok uzun zamandır tanıyorduk ve artık birbirimize hâlihazırda birçok kez tekrarlamadığımız pek bir şey kalmamıştı. Rutin iletişimleri saymazsak genellikle samimi bir sessizlik içindeydik. Hâlâ bağıllara sahip olduğumdan birden fazla yerde olabiliyordum. Aynı zamanda Esk Bölüğü Teğmeni Awn komutasında Shis’urna’daki Ors şehrinde dış görevdeydim. Ors’un yarısı suya doygun toprak, diğer yarısı göl kenarındaki bataklık üzerine kurulmuştu; göl yakasındaki binalar bataklığın içine gömülmüş uzun kazıkların üzerine inşa edilmişti. Kanallar, kazıkların arasındaki bağlantılar, binaların alt kısımları, kısaca mevsime göre değişen su seviyesinin ulaştığı sabit duran her yer yeşil balçıkla kaplanmıştı.

Keskin kükürt kokusu sadece bazen, o da yaz fırtınaları şehrin göl yakasını tir tir titretip yürüyüş yollarını dalgakıranların ötesinden gelen diz boyu suyla kapladığı zamanlarda geçerdi. Bazen… Genelde fırtına kokuyu daha da yoğunlaştırırdı. Fırtınalar havayı biraz serinletse de etkileri birkaç günden uzun sürmezdi. Onun dışında Ors hep sıcak ve nemliydi. Yörüngeden Ors’u göremiyordum. Bir şehirden çok kasabaya benzese de bir zamanlar nehrin ağzında yer almış ve tüm kıyı şeridi boyunca uzanan ülkenin başkentliğini yapmıştı. Nehir boyunca ticaret yapılmış, bataklıkta düz tabanlı teknelerle nehir kıyısındaki bir kasabadan diğerine insanlar taşınmıştı. Nehir, asırlar önce kurumuştu ve şimdi Ors kısmen harap haldeydi. Bir zamanlar kilometrelerce uzanan kanallarla ayrılmış dikdörtgen adalar, artık yerini kırık ve yan batmış kazıklar ve kuru mevsimlerde bulanık yeşil suyun içinden çıkan çatı ve sütunlarla çevrili küçük bir alana bırakmıştı. Bir zamanlar milyonlara ev sahipliği yapmıştı. Beş yıl önce Radchaai güçlerinin Shis’urna’yı topraklarına kattığı sürecin başında burada 6.318 kişi yaşıyordu ve tabii ki süreç boyunca bu sayı da azalmıştı. Ors bu süreçten diğer yerlere göre daha az kayıpla çıkmıştı. Biz ortaya çıkar çıkmaz -ki ben Esk bölüklerim biçimindeydim ve bölük teğmenleriyle birlikte silahlı ve zırhlı olarak kasabanın sokaklarına dizilmiştim- Ikkt’in başrahibi oradaki en rütbeli subaya gidip -bu daha önce bahsettiğim Teğmen Awn’dı- hemen teslim olmayı kabul etmişti. Başrahip müritlerine topraklara katma sürecinde hayatta kalmak için yapmaları gereken şeyleri anlatmış ve o müritlerin büyük bir kısmı gerçekten de hayatta kalmıştı.

Bu tahmin edildiği kadar sık olmazdı; her seferinde topraklara katma sürecinin başından itibaren yanlış tek bir adımın dahi ölümle sonuçlanabileceğini açıkça söylememize ve bunun ne anlama geldiğini herkesin görebileceği şekilde ispatlamamıza rağmen her zaman bizi zorlama arzusuna yenik düşen birileri çıkardı. Başrahibin etkisi çarpıcıydı. Şehrin küçük nüfusu biraz yanıltıcı bir göstergeydi çünkü kutsal ziyaret döneminde yüz binlerce ziyaretçi tapınağın önündeki açıklığa akın ediyor ve terk edilmiş sokaklardaki kazıkların üzerinde kamp yapıyordu. Ikkt’e ibadet edenler için burası gezegendeki en kutsal ikinci yer, başrahip ise ilahi bir kişilikti. Sivil polis örgütü topraklara katma sürecinin resmi olarak tamamlanmasından sonra kurulurdu ve bu genelde elli yıldan uzun sürerdi. Buradaki süreç farklı işlemiş; hayatta kalan Shis’urnalılara vatandaşlık hakkı normalde olduğundan çok daha erken verilmişti. Merkezi yönetimdeki hiç kimse henüz yerel sivillerin güvenliği sağlaması fikrine sıcak bakmıyordu ve hâlâ birçok askeri birlik görevdeydi. O yüzden topraklara katma süreci resmi olarak tamamlanıp Toren’ın Adaleti’nin Hsklerinin çoğu gemiye dönerken Teğmen Awn geride kaldı ve ben de Toren’ın Adaleti’nin Esk Birlerinin yirmi bağıllık birimi olarak onunla kaldım. Başrahip tapınağın yakınında, Ors’un şehir olduğu dönemden kalma birkaç sağlam binadan birinde oturuyordu. Dört katlı binanın tek yöne eğimli bir çatısı vardı ve dört yanı da açıktı; orada yaşayanlar başkalarının içeriyi görmemesini istediğinde ayırıcıları kaldırıyor ve fırtınadan korunmak için ise panjurları indiriyorlardı. Başrahip Teğmen Awn’ı yaklaşık beş metre karelik, koyu duvarların tepesinden süzülen ışıkla aydınlanan bölmeye kabul etti. Gri saçlı ve gri kirli sakallı, yaşlı bir adam olan rahip, “Ors’ta görev yapmak sizin için zor olmuyor mu?” diye sordu. Hem rahip hem de Teğmen Awn nemli ve Ors’taki her şey gibi küf kokan yastıkların üzerine kurulmuşlardı. Rahibin üzerinde beline dolanmış uzun sarı bir kumaş vardı; omuzlarındaki süslemeler günün ayinsel önemine göre kimi zaman yuvarlak kimi zaman keskin hatlı şekillerde olurdu. Radchaai görgü kurallarının gereğini yerine getirmek için eldiven takıyordu.

Teğmen Awn hoş bir şekilde, “Elbette hayır,” dese de bu tam olarak gerçeği yansıtmıyordu. Teğmenin koyu kahverengi gözleri ve kısacık, koyu saçları vardı. Ten rengi solgun sayılmayacak kadar koyuydu ama moda olan tondan daha açıktı. İstese ten rengini, hatta göz ve saç rengini değiştirebilirdi ama hiç değiştirmemişti. Kıymetli taşlarla işlenmiş kahverengi uzun bir ceket, gömlek, pantolon, çizme ve eldivenlerden oluşan üniforması yerine rahibinki gibi bir etekle ince bir gömlek giymiş, incecik eldivenler takmıştı. Yine de terliyordu. Kıdemsiz rahip, Teğmen Awn ile İlahi Kişilik arasına fincanları ve kâseleri koyarken ben girişte sessiz ve hareketsizce durdum. Aynı zamanda, yaklaşık kırk metre ileride, tapınağın içinde bulunan 43,5 metre yüksekliğinde, 65,7 metre uzunluğunda ve 29,9 metre genişliğindeki biçimsiz alanda duruyordum. Alanın bir ucunda tavana kadar uzanan kapılar vardı; diğer ucunda ise aşağıdaki insanların üzerinde yükselen bir resim. Shis’urna’nın başka bir bölgesinde bulunan dağın kenarındaki uçurumun tüm ayrıntılarına yer veren bir resimdi bu. Resmin eteklerindeki geniş basamaklar zemini gri ve yeşil taşlarla kaplı bir platforma iniyordu. Tavandaki onlarca yeşil pencereden ışık süzülüyordu; duvarlar Ikkt mezhebindeki azizlerinin hayatından karelerle süslenmişti. Ors’taki diğer binalara hiç benzemiyordu. Mimarisi -Ikkt inancı gibi- Shis’urna’nın başka bir bölgesine aitti. Kutsal ziyaret döneminde bu alan inançlı insanlarla tıka basa dolardı.

Tabii ki başka kutsal topraklar da vardı ama bir Orslu için kutsal ziyaret demek buraya yapılan yıllık ziyaret anlamına geliyordu. Ama buna daha haftalar vardı. Şu anda alanı sadece köşede dua eden bir düzine dindarın fısıltıları dolduruyordu. Başrahip güldü. “Tam bir diplomatsınız, Teğmen Awn.” Teğmen Awn, “Ben bir askerim, İlahi Kişilik,” diye cevapladı. Radchaai dilinde konuşuyorlardı ve Teğmen aksanına dikkat ederek yavaş ve tane tane konuştu. “Görevimi zor bulmuyorum.” Başrahip cevaben gülümsemedi. Kısa sessizliği kıdemsiz rahibin Shis’urnalıların çay dediği sıvıyla dolu, ağızlı kâseleri yerleştirmesi izledi. Tatlı ve ılık olan bu yoğun sıvının gerçek çayla neredeyse hiçbir benzerliği yoktu. Aynı zamanda tapınağın kapılarının dışında da durmuş yosun lekeleriyle dolu alandan gelip geçen insanları izliyordum. Çoğu başrahibinki gibi sade, parlak renkli etekler giymişlerdi ama sadece çok küçük çocuklar ve çok inançlılar rahip kadar çok süslemeye sahipti ve sadece küçük bir bölümü eldiven takmıştı. Geçenlerden bazıları nakildi; yani topraklarına kattıktan sonra Radchaaiların, Ors’taki işlere atadığı ya da burada toprak verdiği kişilerdi. Birçoğu basit eteği giymeye alışmış ve Teğmen Awn’ın yaptığı gibi üzerine ince bir gömlek eklemişlerdi.

Ceket ve pantolonlarını inatla bırakmamış olanlar ise alanda ilerlerken ter döküyorlardı. Ama hepsi sevgili ya da arkadaşlardan hediye olan, ölülerden hatıra kalan, aile ve iş bağlarını gösteren Radchaaiların asla vazgeçmeyeceği takıları takıyordu. Kuzeyde, adını bir zamanlar Tapınak Önü olarak bilinen mahalleden alan dikdörtgen biçiminde uzanan gölü geçince, kurak mevsimde şehrin toprak üzerinde kalan kısmında Ors hafifçe yükseliyordu ki bu bölge hâlâ -biraz da kibarlıktan- Yukarı Şehir olarak adlandırılıyordu. Orada da devriye geziyordum. Suyun kenarına kadar geldiğimde tapınağın önündeki alanda duran kendimi görebiliyordum. Tekneler bataklığın oluşturduğu gölde yavaşça süzülüyor, kazıkların arasındaki kanallarda gidip geliyordu. Su, yosun kümeleriyle dolmuş, yer yer su çimenlerinin uçları fışkırmıştı. Kasabanın dışında, doğuda ve batıda yer alan şamandıralar, üzerlerinde bataklık sineklerinin pırıltılı kanatlarıyla uçuştuğu birbirine geçmiş sık su otlarıyla kaplı yasak alanları belirliyordu. Şamandıraların çevresinde daha büyük tekneler yüzüyor ve topraklara katılmadan önce suyun altındaki pis kokulu çamuru çıkaran dip tarama gemileri artık sessiz ve hareketsizce duruyordu. Güneydeki manzara da benzerdi; tek fark vıcık vıcık bataklık kıyısının ötesinde, ufukta zar zor seçilen denizdi. O an olduğu gibi, tapınağın çevresindeki farklı yerlerde dururken ve kasabanın sokaklarında dolaşırken bunların hepsini görüyordum. Hava yirmi yedi dereceydi ve her zaman olduğu gibi nemliydi. Saydıklarım yirmi bedenimin yaklaşık yarısını kapsıyordu. Diğerleri Teğmen Awn’ın kaldığı, bir zamanlar geniş bir aileyi ve bir tekne kiralama ofisini barındıran, üç katlı, geniş evde uyuyor ya da çalışıyorlardı. Evin bir tarafı bulanık yeşil kanala, diğer tarafı ise bölgenin en geniş sokağına bakıyordu.

Evdeki birimlerimden üçü uyanıktı ve idari görevleri yerine getiriyor -Giriş katının ortasındaki alçak platformda bir kilime oturmuş bir Orslu’nun balık tutma yetkilerinin tahsisi ile ilgili söylenmesini dinliyordum- ve bekçilik yapıyordu. Orslu’ya yerel dilde, “Bu kaygılarını bölge hâkimine bildirmelisin, vatandaş,” dedim. Buradaki herkesi tanıdığım için karşımdakinin dişi ve bir büyükanne olduğunu biliyordum. Sadece dilbilgisi kurallarına özen göstermiyor ayrıca nazik olmaya çalışıyor olsaydım ikisini de sözlerimde belirtmeliydim. Kızmış bir şekilde, “Bölge hâkimini tanımıyorum!” diye isyan etti. Hâkim, nehrin epey yukarısında, Kould Ves’in yakınlarındaki geniş ve kalabalık bir şehirdeydi. Nehrin, havanın serin ve kuru olmasını dolayısıyla her şeyin sürekli küf kokmamasını sağlayacak kadar yukarısındaydı. “Hem bölge hâkimi Ors hakkında ne biliyor ki? Kim bilir belki de bölge hâkimi diye biri yoktur bile!” Şamandıralarla çevrili ve kesinlikle en az üç sene boyunca balık avlanamayacak yasak bölgeyle evinin ilişkisinin uzun tarihini bana anlatarak devam etti. Ve her zamanki gibi, zihnimin bir köşesinde gezegenin yörüngesinde olduğumun bilincindeydim. Başrahip, “Hadi ama Teğmen Awn,” dedi. “Ors’u burada doğacak kadar şanssız olanlar dışında kimse sevmez.Radchaailar bir yana tanıdığım birçok Shis’unnalı bile kuru toprakların, yağmurlu ve yağmursuz dışında mevsimlerin olduğu bir şehirde olmayı tercih eder.” Teğmen Awn hâlâ terlemeye devam ederek fincanı alıp ikram edilen çay denen içecekten suratını ekşitmeden -üzerinde çalışma ve azim gerektiriyordu- içti. “Komutanlarım dönmemi istiyorlar.” Kasabanın diğer yerlerine göre kuru sayılan kuzey sınırında, açık bir tekneyle geçen iki kahverengi üniformalı asker beni görüp ellerini kaldırarak selamladı.

Ben de elimi hafifçe kaldırdım. İçlerinden biri, “Esk Bir!” diye seslendi. Ente’nin Adaleti’nin Issa Yedi bölüğünden Teğmen Skaaiat komutasındaki rütbesiz askerlerdi. Ors ile nehir yatağının yeni ağzına kurulmuş olan Kould Ves şehrinin güneybatı sınırı arasında devriye geziyorlardı. Ente’nin Adaleti’nin Issa Yedi bölüğündeki askerleri insandı ve benim insan olmadığımı biliyorlardı. Bana karşı hep hafif tedbirli bir sıcakkanlılıkla davranmışlardı. Başrahip, Teğmen Awn’a, “Ben kalmanızı tercih ederim,” dedi. Teğmen Awn bunu zaten biliyordu. İki yıl önce Toren’ın Adaleti ’ne dönebilirdik ama İlahi Kişilik kalmamızı talep edip duruyordu. Teğmen Awn, “Anlıyorum,” dedi. “Ama Esk Bir’i bir insan bölüğüyle değiştirmeyi tercih ederler, Bağıllar süresiz olarak donuk kalabilirler. Oysa insanlar…” Çayını bırakıp sert, sarı ve kahverengi keki aldı. “İnsanların tekrar görmek istedikleri aileleri, dönmek istedikleri yaşamları var. Bağılların bazen yaptığı gibi yüzyıllarca donuk kalamazlar. Bağılları insan askerlerin yapabileceği işleri yapmaları için bölmelerinin dışında tutmak hiç mantıklı değil.

” Teğmen Awn, beş senedir burada olduğu ve düzenli olarak başrahiple görüştüğü halde bu konu ilk defa bu kadar açıkça dile getiriliyordu. Suratı asıldı; nefes alışındaki ve hormon seviyesindeki değişimler bana korkutucu bir şey düşündüğünü söylüyordu. “Ente’nin Adaleti’nden Issa Yedi ile herhangi bir sorun yaşamadınız, değil mi?” Başrahip, “Yaşamadık,” dedi. Yüzünde acı bir gülümsemeyle Teğmen Awn’a baktı. “Sizi tanıyorum. Esk Bir’i tanıyorum. Yerinize kimi gönderirlerse göndersinler onu tanımıyor olacağım. Müritlerim de tanımıyor olacak.” Teğmen Awn, “Topraklara katma süreci karışıktır,” dedi. Başrahip topraklara katma sözlerinde hafifçe irkildi; Teğmen Awn’ın da bunu gördüğünü düşündüm ama o konuşmasına devam etti. “Issa Yedi o zaman burada değildi. Ente’nin Adaleti’nden Issa bölükleri o dönemde Esk Bir’in yapmadığı bir şey yapmadılar.” “Hayır, Teğmen.” Rahip fincanını bıraktı; onu rahatsız eden bir şey varmış gibi görünüyordu ama onun içsel verilerine erişimim olmadığı için buna emin olamıyordum. “Ente’nin Adaleti’nden Issa, Esk Bir’in yapmadığı birçok şey yaptı.

Biliyorum, Esk Bir de Ente’nin Adaleti’nin askerleri kadar insan öldürdü. Büyük ihtimale daha çok.” Bölmenin girişinde hâlâ sessizce durmakta olan bana baktı. “Yanlış anlama ama ben daha fazla olduğunu düşünüyorum.” “Yanlış anlamıyorum, İlahi Kişilik,” diye cevapladım. Başrahip sık sık benimle insanmışım gibi konuşurdu. “Ve haklısınız.” Teğmen Awn sesinde açıkça belli olan bir endişeyle, “İlahi Kişilik,” dedi. “Eğer Ente’nin Adaleti’nden Issa Yedi bölüğünün askerleri ya da başka biri vatandaşlara kötü davranıyor ise…” Başrahip sert bir tonda, “Hayır, hayır,” diye itiraz etti. “Radchaailar vatandaşlara nasıl davranılacağı konusunda fazlasıyla dikkatliler!” Teğmen Awn’ın yüzüne ateş bastı; sıkıntısı ve öfkesi benim için çok açıktı. Beynini okuyamıyordum ama kaslarının en ufak bir kasılmasını dahi hissedebiliyordum dolayısıyla duyguları benim için bir cam kadar şeffaftı. Teğmen Awn’ın ifadesi değişmemişti ve teni öfkeden dolayı yüzünün kızardığını gösteremeyecek kadar koyu olmasına rağmen Başrahip, “Özür dilerim,” dedi. “Radchaai bize vatandaşlık bağışladığından beri…” Sözlerini tekrar değerlendiriyormuş gibi görünerek duraksadı. “Issa Yedi geldiğinden beri şikâyet edebileceğim herhangi bir şey yapmadı. Ama sizin topraklara katma dediğiniz süreçte insan askerlerin neler yapabileceğini gördüm.

Bize bahşedilen bu vatandaşlık kolayca geri alınabilir ve…” Teğmen Awn, “Asla böyle bir şey…” diye itiraz etti. Başrahip elini kaldırarak sözünü kesti. “Issa Yedi ya da en azından onun gibilerin neler yapabileceğini gördüm. Beş yıl önce bu, vatandaş olmayanlara karşıydı. Gelecekte, kim bilir? Belki yeterince vatandaş olmayanlara?” Teslim olduğunu gösterir biçimde elini salladı. “Fark etmez. Bu tarz sınırlar çok kolay yaratılabilir.” Teğmen Awn, “Bu şekilde düşündüğünüz için sizi suçlayamam,” dedi. “Çok zor zamanlardı.” Başrahip, “Sizin açıklanamayacak ve beklenmedik bir şekilde naif olduğunuzu düşünmeden edemiyorum,” dedi. “Eğer emrederseniz Esk Bir beni vurabilir. Bunu düşünmezler bile. Ama Esk Bir sadece üzerimdeki gücünü göstermek için çarpık bir eğlence anlayışıyla beni dövmez, küçük düşürmez ya da bana tecavüz etmez.” Bana baktı. “Yapar mısın?” “Hayır, İlahi Kişilik,” dedim.

“Ente’nin Adaleti’nden Issa bölüğü askerleri bunların hepsini yaptı. Bana değil ve evet Ors’taki birçok kişiye de değil. Ama sonuçta yaptı. Eğer Issa Yedi o dönemde burada olsaydı, onlar farklı mı davranırdı?” Teğmen Awn cevap veremeden sıkıntılı bir şekilde bakışlarını hiç de iştah açıcı olmayan çayına dikti. “Tuhaf. Bağıllarla ilgili hikâyeleri duyunca insan bunun Radchaaiların yaptığı en kötü, en dehşet verici şey olduğunu düşünüyor. Garsedd, yani, tabii Garsedd’de olanlar bin yıl önceydi. Yapılan, yani işgal edip yetişkin nüfusunun ne kadarıydı? Yarısı mı? Kaçırıp onları yürüyen cesetlere dönüştürerek gemilerinizin yapay zekâsının kölesine çevirmek. Kendi halklarına karşı kullanmak. Eğer bana, bizi… topraklarınıza katmadan önce sorsaydınız bunun ölümden daha kötü bir kader olduğunu söylerdim.” Bana döndü. “Öyle mi?” “Bedenlerimin hiçbiri ölmedi, İlahi Kişilik,” dedim. “Ve tipik olarak topraklara katılmada bağıl yapılan halk için verdiğiniz oran fazlasıyla yüksek.” Başrahip bana, “Bu beni çok korkuturdu,” dedi. “Ölü yüzleriniz, ifadesiz konuşmanız, yakınlarda olmanızın düşüncesi bile beni dehşete düşürürdü.

Ama artık kendi arzularıyla görev yapan canlı insanlardan oluşan bir bölükten daha çok korkuyorum. Çünkü onlara güvenebileceğimi düşünmüyorum.” Teğmen Awn gergin bir ifadeyle, “İlahi Kişilik,” dedi. “Ben kendi arzumla görev yapıyorum. Buna hiçbir bahanem yok.” “Buna rağmen, sizin iyi bir insan olduğunuza inanıyorum.” Sanki az önce söylediklerini söylememiş gibi çayını alarak ve yudumladı. Teğmen Awn’ın boğazı ve dudakları kasıldı. Sanki bir şey söylemek istiyormuş da söylemesinin doğru olacağından emin değilmiş gibiydi. Söylemeye karar vererek, “İme’yi duymuşsunuzdur,” dedi. Konuşmayı seçmesine rağmen hâlâ gergindi. Başrahip sevimsizce, acı acı gülümsedi. “İme’den gelen haberler Radch yönetimine güven mi uyandırmalı?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir