Anna Kavan – Buz

Kaybolmuştum, alaca karanlık çoktan çökmüştü, saatlerdir araba sürüyordum ve benzinim nerdeyse bitmek üzereydi. Karanlık içindeki bu ıssız tepelerde yolda kalmak düşüncesi korkutuyordu beni, bu yüzden bir işaret direği görünce sevindim ve motoru durdurup yokuş aşağı inerek bir benzinciye girdim. Görevliyle konuşmak için bir pencere açtığımda dışardaki hava öylesine soğuktu ki yakamı kaldırdım. Adam depoyu doldururken havadan bahsediyordu. “Bu ayda böyle soğuk görmedim hiç. Hava raporu berbat bir don olacak diyor.” Hayatımın çoğu yurtdışında geçmişti, askerlikle ya da uzak bölgelerin keşfiyle: ama tropik bölgelerden yeni gelmiş olduğum ve donların benim için fazla bir anlamı olmadığı halde, adamın sözlerinin uğursuz sadası beni çarpmıştı. Anlaşma kaygısıyla, gitmekte olduğum köyün yolunu sordum. “Karanlıkta asla bulamazsınız, işlek yolun dışındadır. Bu dağ yolları da buzlanınca tehlikeli olur.” Bu şartlarda ancak bir .aptalın araba kullanacağını ima eder gibiydi, bayağı rahatsız etti beni bu. Bu yüzden, karışık talimatlarını keserek, parasını ödedim ve yola koyuldum, son kez uyarmak için “Şu buza dikkat edin!” diye bağırışını da duymazdan geldim. Şimdi hava iyice kararmıştı, çok geçmeden de şimdiye kadarkinden daha umutsuz biçimde kayboldum. Adamı dinlemem gerektiğini biliyordum, ama aynı zamanda onunla hiç konuşmamış olmayı istiyordum.


Bilinmez bir sebeple, söyledikleri beni tedirgin etmişti; bütün bu sefer için kötü bir kehanet gibiydiler, bu sefer için yola çıktığıma pişman olmaya başlıyordum. · Bu gezi konusunda baştan beri kuşkularım vardı. Daha önceki gün varmıştım, ve taşradaki dostları ziyaret etmek yerine şehirdeki işlere bakıyor olmalıydım. Bu kızı görmek için duyduğum zorlamayı anlamıyordum, dışarda olduğum bütün zaman boyunca düşüncelerimde olmuştu o, ama dönüşümün sebebi o değildi. Dünyanın bu bölümünde ortaya çıkmak üzere olan esrarengiz bir tehli7 ke söylentilerini araştırmak için geri dönmüştüm. Ama buraya varmamla birlikte bir saplantı haline geldi o, sadece onu düşünebiliyordum, onu hemen görmek zorunda olduğumu hissediyordum, başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Bunun tamamen mantıksız olduğunu biliyordum elbette. Şimdiki tedirginliğim de öyleydi: kendi ülkemde başıma bir dert gelecek değildi herhalde; yine de yol aldıkça giôerek daha da kaygılanıyordum. Gerçeklik benim için her zaman bilinmez nitelikte birşey olmuştu. Zaman zaman rahatsız edici olabiliyordu bu. Mesela şimdi. Kızı ve kocasını daha önce ziyaret etmiştim, ve evlerinin çevresindeki huzurlu, müreffeh görünümlü kırsal bölgenin canlı bir anısını saklıyordum. Ama bu hatıra, yolda kimseye rastlamadan, bir köye gelmeden, bir yerde ışık görmeden yol aldıkça, hızla soluyor, gerçekliğini kaybediyor, giderek inandırıcılıktan uzak ve belirsiz bir hal alıyordu. Gök siyahtı, önünde yükselen bakımsız çitlerden daha siyah; ve arasıra farlar yol kenarındaki binaları gösterdiğinde, bunlar da hep siyah, görünüşe göre boş ve az çok yıkıntı halindeydi. Yokluğumda bütün bölge harabeye dönmüş gibiydi sanki.

Bu genel karışıklıkta onu bulup bulamayacağımı merak etmeye başladım. Köyleri ortadan kaldıran, çiftlikleri harap eden felaket her ne idiyse, burda örgütlü bir hayat devam etmekte olabilir gibi görünmüyordu. Görebildiğim kadarıyla, normale dönmek için hiçbir girişimde bulunulmamıştı. Arazide ne bir yenileme inşaatı ne de çalışma yapılmıştı, tarlalarda da hiç hayvan yoktu. Yolun şiddetle tamire ihtiyacı vardı, çukurlar ihmal edilmiş çitlerin altında biten otlarla dolmuştu, bütün bölge sahipsiz ve ıssız bırakılmış görünüyordu. On cama bir avuç dolusu küçük beyaz taş çarptı ve beni yerimden sıçrattı. Kuzeyde kış geçirmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki bu olguyu tanımayı başaramadım. Dolu biraz sonra kara çevirdi, görüşü azaltıyor ve araba sürmeyi güçleştiriyordu. Keskin bir soğuk vardı, ve bu durumla benim artan tedirginliğim arasında bir bağlantı olduğunu farkediyor,dum. Garajdaki adam bu zamanda bu kadar soğuk görmediğini söylemişti, benim izlenimime göre de buz ve kar için mevsim çok erkendi. Kaygım birden öyle keskinleşti ki geri dönüp şehre gitmek istedim; ama yol çok dardı, ölü karanlıkta yolun inip çıkan bitmez tükenmez dönemeçlerini izlemeye mecbur kaldım. Yüzey kötüleşiyordu, durmadan daha da dikleşip kayganlaşıyordu. Gözümü dikip dışarı bakarak, arabanın kayıp kontrolden çıktığı, buzlu yamalardan kaçınma çabasında yo8 ğunlaştıkça alışılmadık soğuk başımı ağrıtıyordu. Farlar zaman zaman yol kenarındaki yıkıntılar üzerinden geçtiğinde, o bir anlık görünüş hep şaşırtıyordu beni, ve onu gerçekten gördüğüme emin olamadan kayboluyordu. Çitlerde dünyadışı bir beyazlık çiçeklenmeye başlıyordu.

Bir gedikten geçtim ve gediğin içinden baktım. Işıklarını bir an için kızın çıplak gövdesini gösterdi projektör gibi, bir çocuğunki kadar narin, karın ölü beyazlığı içinde fildişi beyazı, saçları çekilmiş cam kadar parlak. Benim yönüme bakmıyordu. Hareketsiz durmuş, gözlerini yavaşça ona doğru ilerleyen duvarlara dikmişti, ortasında bulunduğu yekpare buzdan, parıldayan, camsı bir çember. Başının çok üzerindeki buz-yarlardan göz kamaştıran çakımlar geliyordu; aşağıda, buzun en dıştaki saçakları çoktan ulaşmıştı ona, onu hareketsizleştirmiş, ayaklarının ve ayak bileklerinin üzerinde beton gibi sertleşmişti. Buzun, dizleri ve kalçaları kaplayarak, tırmanıp yükselmesini seyrettim, ağzının açıldığını gördüm, beyaz yüzde siyah bir delik, ince ve acılı çığlığını duydum. Onun için hiç acıma hissetmedim. Tersine, acısını görmekten tarifsiz bir zevk aldım. Duygusuzluğumu uygun bulmuyordum, ama vardı. Çeşitli etkenler birleşerek oluşturmuştu bunu, hafifletici sebep değillerdi ·gerçi. Bir zamanlar ona deliler gibi aşıktım, onunla evlenmeye niyetlenmiştim. İronik bir şekilde, o zaman amacım onu dünyanın, ürkekliğinin ve kırılganlığının davet eder göründüğü, duygusuzluğundan korumak olmuştu. Aşırı duygulu, çok hassastı, insanlardan ve hayattan korkuyordu; kişiliği onu sürekli bir korkulu itaat durumunda tutan sadist bir anne tarafından hasara uğratılmıştı. Yapmam gereken ilk şey güvenini kazanmaktı, bu yüzden ona karşı hep naziktim, duygularımı zaptetmeye dikkat ediyordum. O kadar zayıftı ki, dansettiğimiz zamanlar, onu sıkıca tutarsam incineceğinden korkuyordum.

Çıkık kemikleri gevrek görünüyordu, dışarı fırlamış bilek kemiklerinin benim için özel bir çekiciliği vardı. Saçları şaşırtıcıydı, gümüş beyazı, albino saçı, ayışığı gibi parlıyordu, ayışıklı Venedik camı gibi. Ona camdan bir kızmış gibi davranıyordum; ancak ara sıra, o da güçbela, gerçekmiş gibi görünüyordu. Bana duyduğu korkuyu derece derece kaybediyordu, çocuksu bir muhabbet gösteriyordu, ama çekingen ve kaçamak davranmayı sürdürüyordu. Bana güvenilebileceğini ona ispat ettiğimi düşünüyordum ve beklemeye razıydım. Beni kabul etmek üzereymiş gibiydi, yine de toyluk, duygularının içtenliğini değerlendirmeyi 9 zorlaştırıyordu. Gerçi şimdi evli olduğu adam için beni ansızın terketti ama, muhabbeti belki de büsbütün yapmacık değildi. Ama bu travmatik deneyimin sonuçlan çektiğim uykusuzlukta ve başağrılannda hala görülüyordu. Bana yazılan ilaçlar, onun daima narin gövdesi kıpklar, çürükler içinde, çaresiz bir kurban olarak göründüğü dehşetli düşler doğuruyordu. Bu düşler sadece uykuyfa sınırlı değildi, aynca onlardan hoşlanmaya başlamış olmam da aanacak bir yan etkiydi. Görüş mesafesi açılmıştı, gece hava daha az karanlık değildi, ama kar durmuştu. Dik bir tepenin doruğunda bir kalenin kalıntılarını görebiliyordum. Kule dışında fazla birşey kalmamıştı kaleden, onun da içi harap olmuştu, boş pencere oyukları siyah açık ağızlar gibi görünüyordu. Burası belli belirsiz tanıdık gibiydi, yarım yamalak hatırladığım birşeyin çarpılmış hali gibi. Burayı tanıyor gibiydim, daha önce gördüğümü sanıyordum, ama emin olamıyordum, çünkü sadece yazın gelmiştim buraya, herşey tamamen farklı görünüyordu o zaman.

O sırada, adamın davetini kabul ettiğim zaman, beni çağırışında gizli bir güdü olduğundan şüpheleniyordum. Bir ressamdı, önemli değil, sadece bir hevesli; şu görünüşte bir iş yapmadıkları halde her zaman bol parası olanlardan biri. Herhalde bir kişisel geliri vardı; ama ben onun göründüğünden başka birşey olduğundan şüpheleniyordum. Karşılanışımdaki sıcaklık beni şaşırttı, bundan daha dost canlısı olamazdı. Herşeye rağmen tetikteydim. Kız çok az konuşuyordu, onun yanında ayakta duruyordu, uzun kirpiklerinin arasından kocaman gözlerle yan yan bakıveriyordu bana. Varlığı, nasıl olduğunu pek bilmiyorum ama, beni kuvvetle etkiliyordu. Onlarla konuşmayı zor buluyordum. Ev bir kayın ormanının ortasındaydı, bir dolu yüksek ağaç evi öyle yakından çevrelemişti ki aslında ağaç tepelerinde gibiydik, her pencerenin dışında kırılan sık yeşil yaprak dalgalan. Uzak bir tropik adanın ormanlarındaki ağaçlarda. yaşayan ve İndri denen, hemen hemen tükenmiş, şarkı söyleyen iri bir maki soyunu düşünüyordum. Bu nerdeyse efsanevi yaratıkların nazik ve sevgi dolu tavırları ve garip ezgili seslerinin büyük bir etkisi olmuştu üzerimde, onlardan bahsetmeye başladım, konunun çekiciliğine kaptırdım kendimi. Adam iİgilenmiş görünüyordu. Kız hiçbir şey demiyordu, biraz sonra da öğle yemeğine bakmak için yanımızdan ayrıldı. O gider gitmez konuşmamız bir anda rahatladı.

Yaz ortasıydı, hava çok sıcaktı, hışırdayan yapraklar hemen 10 dışarda tatlı, serin bir ses çıkarıyordu. Adamın samlmiyeti sürüyordu. Onu yanlış değerlendirmiştim galiba, kuşkularımdan utanmaya başladım. Adam bana geldiğime sevindiğini söyledi, sonra kızdan konuşarak devam etti. “Müthiş ürkek ve sinirli, dış dünyadan birini görmek ona iyi geliyor. Burda çok yalnız.” Hakkımda neler bildiğini, kızın ona neler anlattığını merak etmekten kendimi alamıyordum. Savunmada kalmak çok saçma görünüyordu; ama dostane konuşmasına verdiğim karşılıkta hala biraz ihtiyat vardı. Onlarla birkaç gün kaldım. Kız yoluma çıkmamayı sürdürüyordu. Adam da orda olmadıkça onu göremiyordum. Güzel sıcak hava devam ediyordu. Kız �muzlarını ve kollarını açıkta bırakan kısa, ince, çok sade giysiler, çorapsız ayaklarına da çocuk sandaletleri giyiyordu. Saçları gün ışığında parıldıyordu. Görünüşünü unutamayacağımı biliyordum.

Onda belirgin bir değişikliği farkettim, epeyce artmış bir güven. Daha sık gülümsüyordu, bir kere de bahçede şarkı söylediğini duydum. Adam onu çağırdığında koşarak geldi. Onu ilk kez mutlu görüşümdü bu. Ancak benimle konuşurken hala biraz sıkıntılıydı. Ziyaretimin sonuna doğru adam onunla yalnız konuşup konuşmadığımı sordu. Konuşmadığımı söyledim. Dedi ki: “Gitmeden onunla biraz konuş. Geçmişten endişeli. Seni mutsuz ettiğinden korkuyor.” Demek ki-biliyordu. Anlatılacak herşeyi ona anlatmış olmalıydı kız. Fazla birşey değildi elbette. Ama olup bitenleri adamla tartışmayacaktım, kaçamak birşeyler söyledim. Konuyu ustaca değiştirdi: ama daha sonra tekrar döndü.

“Keşke onu rahatlatsaydın. Onunla özel konuşabilmen için bir imkan sağlayacağım.” Bunu nasıl yapacağını göremedim, çünkü ertesi gün onlarla geçireceğim son gündü. Akşam üzeri ayrılıyordum. O sabah, o güne kadarkilerin en sıcağıydı. Havada gökgürültüsü vardı. Kahvaltı zamanı bile sıcak eziciydi. Çok şaşırtıcı ama, bir gezinti önerdiler. Çevredeki güzel yerlerden birini görmeden ayrılmamalıydım. Bir tepeden söz ediliyordu, meşhur bir manzarası varmış: adını duymuştum. Yola çıkacağımı hatırlattığımda sadece kısa bir yolculuk olduğu, çantamı hazırlamaya bolca zamanım olacak şekilde geri döneceğimiz söylendi. Bu düzenlemede kararlı olduklarını gördüm ve kabul ettim. İstila korkusunun olmadığı uzak bir dönemden kalmış eski bir kalenin yakınında yemek için bir piknik yemeği aldık yanımıza. Ormanların derininde yol bitiyordu. Arabayı bıraktık ve yola yaya devam ettik.

Durmadan artan sıcakta acele etmek istemiyordum 11 geride kalıyordum, ağaçların bitimini gördüğümde de gölgeye oturdum. Adam geldi, tutup ayağa kaldırdı beni. “Gel hadi! Göreceksin, tırmanmaya değecek.” Coşkusu beni, doruğa varan dik ve güneşli bir bayıra tırmanmaya yüreklendirdi, manzaraya gerçekten hayran oldum orda. Hala tatmin olmamış, manzarayı harabenin üstünden görmem için üsteliyordu. Tuhaf bir durumda gibiydi, heyecanlı, nerdeyse hummalı. Tozlu karanlıkta, kule duvarını içten kesen basamaklarda yukarı doğru izledim onu, iri vücudu ışığı kapatıyordu, öyle ki hiçbir şey göremiyordum ve bir basamak eksik olsa boynumu kırabilirdim. Tepede parmaklık yoktu, moloz yığınları arasında dikildik, kolunu sallayarak geniş manzarada değişik şeyleri gösterirken, zemine inen boşlukla aramızda hiçbir şey yoktu. “Bu kule yüzyıllardır bir sınır taşı olmuştur. Bütün tepeleri sıra sıra hurdan görebilirsin. Deniz şurda ilerde. Şu da katedralin tepesi. Ötedeki mavi çizgi haliç.” Ben daha yakın ayrıntılarla ilgileniyordum: taş yığınları, tel kangalları, beton bloklar, ve yaklaşan tehlikeyle baş etmek için başka malzemeler. Beklenen krizin mahiyeti için ipucu sağlayacak birşey görmeyi umarak, kenara daha da yaklaştım, ayaklarımın ucundaki korunaksız inişten aşağı baktım.

“Dikkat et!” diye uyardı adam, gülerek. “Burdan kolayca kayabilir ya da dengeni kaybedebilirsin. Mükemmel bir cinayet yeri diye düşünmüşümdür hep.” Gülüşü kulağa öyle garip geliyordu ki ona bakmak için döndüm. Konuşarak yanıma çıktı: “Diyelim ki azıcık itiyorum seni… şöyle-” Vaktinde geri adım attım, ama bastığım yeri kaybettim, sendeledim, daha aşağıdaki ufalanan, tehlikeli bir çıkıntıya düşecek gibi oldum. Gülen yüzü, kızgın göğün önünde simsiyah, üzerimde duruyordu. “Düşüş bir kaza olurdu, öyle değil mi? Şahit yok. Olup bitenler için sade benim sözlerim. Bak nasıl rahatsızsın ayaklarının üstünde. Yüksek sana dokunuyor galiba.” Yeniden aşağıya indiğimizde terliyordum, giysilerim toza bulanmıştı. Kız ordaki yaşlı bir ceviz ağacının gölgesindeki otlara kurmuştu sofrayı. Her zamanki gibi az konuşuyordu. Ziyaretim bitmekte olduğu için üzgün değildim; ortalıkta çok fazla gerilim vardı, kızın yakında oluşu çok rahatsız ediciydi. Yemeğimizi yerken ona, saçının gümüşsü parlaklığına, solgun, nerdeyse saydam cildine, çıkık ve gevrek bilek kemiklerine göz atıp durdum.

Kocası eski canlılığını kaybetmiş, biraz somurtkanlaşmıştı. Bir eskiz defteri alıp dolaşmaya çıktı. Huysuzluğunu anlamıyordum. 12 Uzakta yüklü bulutlar görünüyordu; havada nem hissettim ve çok geçmeden bir fırtına kopacağını anladım. Ceketim yanımdaki çimenlerin üstünde duruyordu; şimdi onu yastık gibi katladım, ağacın gövdesine dayadım ve başımı üstüne koydum. Kız, hemen aşağımdaki otluk yamaca boylu boyunca uzanmıştı, ellerini alnının üzerinde kavuşturmuş, yüzünü ışıktan koruyordu. Hala sessiz, konuşmadan duruyordu, yukarı kalkmış kollan, ter damlacıklarının kırağı gibi parladığı traşlı koltukaltlarının hafif pürtüklerini ve karanlığını sergiliyordu. Giydiği ince giysi çocuksu vücudunun hafif kıvrımlarını gösteriyordu: giysinin altına birşey giymediğini görebiliyordum. Önümde çömeliyordu, yamacın biraz aşağısında, eti kardan biraz daha az beyazdı. Kocaman buz-yarlar her yandan kapanıyor:. du. Işık fluoresandı, soğuk, donuk ve gölgesiz bir buz-ışığı. Ne güneş, ne gölgeler, ne. hayat, ölü bir soğuk. İlerleyen çemberin merkezindeydik.

Onu kurtarmaya çalışmak zorundaydım. “Buraya çık – çabuk!” dedim. Başını çevirdi, ama kımıldamadan, saçları donuk ışıkta kararmış gümüş gibi ipildedi. Ona doğru indim, “O kadar korkma,” dedim, “Söz veriyorum, seni kurtaracağım. Kulenin tepesine çıkmamız gerek.” Anlamış görünmüyordu, herhalde yaklaşan buzun uğuldayan kükremesi yüzünden duymamıştı. Onu yakaladım, yamaca çektim: kolay oldu, nerdeyse ağırlıksızdı. Harabenin dışında durdum, onu bir kolumla tutuyordum, çevreye baktım ve birden daha yukarı çıkmanın yararsız olduğunu gördüm. Kule muhakkak yıkılacaktı; çökecek ve milyonlarca ton buzun altında hemen unufak olacaktı. Soğuk ciğerlerimi kavuruyordu, buz çok yakındaydı. Kız dehşetle titriyordu, omuzlan şimdiden buzlanmıştı; onu daha da yakınıma çektim, çevresine sıkıca sardım iki kolumu. Az zaman kalmıştı, ama hiç değilse aynı sonu paylaşacaktık. Buz çoktan yutmuştu ormanı, son ağaç sıraları yanlıyordu. Gümüş saçları ağzıma değdi, üzerime eğiliyordu. Sonra onu kaybettim: ellerim onu bir daha bulamadı.

Kırılmış bir ağaç gövdesi, buzun dar� besiyle yüzlerce ayak yukarı fırlamış, havalarda dansediyordu. Bir ışık çakım, oldu, herşey sarsıldı. Valizim, yarı toplanmış, açık yatıyordu yatağın üstünde. Odamın pencereleri hala ardına kadar açıktı, perdeler odanın içinde dalgalanıyordu. Dışarda ağaçların tepeleri dalgalanıyordu, gök kararmıştı. Hiç yağmur görmedim, ama gök gürültüsü hala yuvarlanıp yankılanıyordu, dışarı baktığımda da yeniden şimşek çaktı. Sıcaklık sabahtan beri birkaç derece düş13 müştü. Aceleyle ceketimi giydim ve pencereyi kapadım. Herşeye rağmen doğru yoldan gidiyordum. Yol, adam boyunu geçmiş budanmamış çitlerin arasından tünel gibi devam ettikten sonra, evin önünde biten karanlık kayın ormanı boyunca kıvrılıyordu. Hiç ışık görünmüyordu. Arazi, geçtiğim öteki yerler gibi, sahipsiz ve yerleşilmemiş görünüyordu. Birkaç kez korna çalıp bekledim. Vakit geçti, yatakta olabilirlerdi. Ordaysa kızı görmem gerekiyordu, orda yapılacak tek şey de buydu.

Biraz gecikmeden sonra adam gelip beni içeri aldı. Bu kez beni gördüğüne memnun görünmüyordu, onu uyandırmışsam anlaşılır bir şeydi bu. Sabahlığını giymişti galiba.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir