Anonim – Dünya Hikayelerinden Seçmeler

—Eğlenceli hikâyeler isteyen hanıma— …Bir varmış bir yokmuş, altın beyinli bir adam varmış. Evet, öyle madam hem de som altından bir beyin. Dünyaya geldiği zaman başı o kadar ağır, kafatası o kadar kocamanmış ki hekimler, bu çocuk yaşamaz demişler. Demişler amma çocuk yaşamış, güneşte boy atan güzel bir zeytin fidanı gibi gelişmiş. Yalnız kocaman kafası, hep ağır başarmış. Yürürken sağa sola tos vurması pek acınacak şeymiş… Sık sık düşermiş de. Bir gün sahanlıktan yuvarlanmış ve alnı mermer bir basamağa çarpınca, kafatası bir maden külçesi gibi “tmn!” etmiş. Öldü sanmışlar. Amma çocuğu yerden kaldırdıkları zaman, kumral saçlarında donmuş iki üç altın damlasıyle hafif bir yaradan başka bir şey bulamamışlar, işte anasıyle babası, oğullarının altından bir beyni olduğunu böylece anlamışlar. Mesele o kadar gizli tutulmuş ki zavallı çocuk bile işin farkına varamamış; vakit vakit, komşu çocuklarıyla kapı önünde oynamasına neden izin verilmediğini sorarmış annesi de ona: —Sonra seni çalarlar, elmasım! diye cevap verirmiş. Çocukcağız, çalınmaktan pek korkarmış, hiç ağızını açmadan, yalnız başına, oynamaya gidermiş, bir odadan öbür odaya tıpış tıpış dolaşır dururmuş… Ancak on sekizine basınca anası babası, kendisine kaderin bahşettiği o harikulade nimeti anlatmışlar, bu yaşa kadar besleyip büyütmelerine karşılık altından birazcık istemişler. Çocuk hiç tereddüt etmemiş hemen o anda, nasıl, neyle, bu masalda 10 yok, beyninden ceviz büyüklüğünde bir altın külçesi kopararak, böbürlene, böbürlene, annesinin ayaklan altına atıvermiş… Sonra, kafasında taşıdığı bu zenginlikten gözü kamaşmış, bin-bir arzu ile deliye dönmüş, kendi kudretinden mest, baba evinden ayrılmış ve diyar diyar dolaşarak hazinesini israfa başlamış. Hadsiz hesapsız altın harcayarak sürdüğü şahane hayata bakılırsa beyni bitip tükenmeyecek gibi gelirmiş… Amma beyin tükenmekteymiş, beyin tükendikçe de gözlerinin feri sönmekte, yanaklan çukur çukur olmaktaymış. Nihayet günün birinde, çılgın bir hovardalığın sabahında, zavallı genç, ziyafetin döküntüleri ve sararıp solan avizeler arasında yapayalnız kalınca, altın külçesinde açtığı kocaman gediği görüp ürkmüş, artık uslu oturmak zamanının geldiğini anlamış. O andan itibaren, yeni bir hayata başlamış.


Altın beyinli adam, artık dokunmak istemediği bu uğursuz zenginliği unutmaya çalışarak, şeytana uymaktan korkan bir hasis gibi vesveseli, yapayalnız, bir köşeye çekilip yaşamış… Ne çare ki, sırrını öğrenmiş olan bir dostu, inzivasında da peşini bırakmamış. Bir gece, zavallı adam, müthiş bir baş ağrısıyla sıçrayarak uyanmış, şaşkın şaşkın doğrulmuş ve ay ışığında arkadaşını, paltosunun altında bir şeyler gizleyerek kaçarken görmüş… Demek beyninden bir parça daha çalmışlar!. Bundan bir müddet sonra altın beyinli adam âşık olmuş ve bu sefer büsbütün hapı yutmuş… Bütün kalbiyle, sansın bir kadıncağızı sevmiş, o da onu seviyormuş amma süsü pusu, beyaz tüylü şapkalan, o güzelim püsküllü potinleri daha çok severmiş. Bu yarı bebek, yarı kuş miniminnacık hatunun ellerinde altının eriyip gitmesi bir zevkmiş. Türlü türlü hevesleri varmış, adam da hiç bir zaman “Olmaz!” diyemezmiş; hatta kendisini üzmemek için sonuna kadar zenginliğinin o hazin sırrını gizle11 mış. Kadın ona: —Biz çok zenginiz, değil mi? diye sorunca, zavallı adam: —Elbette çok zenginiz! dermiş. Sonra da, kafasını masum masum kemiren bu minimini devlet kuşuna sevgiyle gülümser-miş. Amma bazen korkar, hasis davranmak istermiş. Fakat tam o sırada kadıncağız, kırıta kınta kendisine yaklaşır ve: —Kocacığım, dermiş, bu kadar zenginsin, bana pahalı bir-şeyler al sana!. Adam da ona pahalı bir şeyler alırmış. Bu, böyle iki sene sürmüş, nihayet bir sabah kadıncağız, sebebi bilinmeden, kuş gibi ölüp gidivermiş… Hazine de suyunu çekmek üzereymiş. Zavallı dul adam, ne kalmışsa onunla sevgili karısına mükemmel bir cenaze merasimi tertip etmiş. Çanlar çalınmış, cenaze arabası siyahlara bürünmüş, atlar süslenmiş, kara kadifelere gözyaşı gibi gümüşten süsler asılmış. Adamcağız, ne yapıldıysa, az görürmüş. Altına kim bakar ki! Kiliseye vermiş, cenazeyi götürenlere vermiş, ıskatçılara vermiş, hiç pazarlık etmeden, her isteyene vermiş… Öyle ki, mezarlıktan dönüşte, bu harikulade beyin hemen hemen boşalmış, ancak kafatasının dibinde birkaç zerre kalmış.

Kendisini, sarhoş gibi ellerini uzatarak, yalpa vura vura sokaklarda dolaşır görmüşler. Akşam olup da mağaza vitrinleri aydınlanınca, top top kumaşlarla türlü türlü süslerin ışıklar içinde pırıl pınl yandığı bir camekânın önünde durmuş. Kenarlarında kuğu tüyleri bulunan mavi satenden bir çift zenne ayakkabısına hayran hayran bakakalmış. Kendi kendine: “Bunlar, bizimkinin hoşuna gider!” diyerek gülümsemiş. Karıcığının öldüğünü unutarak, ayakkabıları satın almak için mağazaya dalmış. Satıcı kadın, dükkânın arka tarafmdayken müthiş bir çığlık 12 duymuş ve hemen koşmuş. Bir de ne görsün? Bir adam, ayakta tezgâha dayanmış, ızdırap içinde, alıklaşmış bir tavırla kendisine bakıyor. Bir eliyle de, tırnaklarının ucuna yapışmış birkaç altın zerresini uzatıp duruyor. îşte, madam, altın beyinli adam masalı. Peri masallarına benzemesine rağmen bu masal, başından sonuna kadar hakikattir… Bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkûm öyle zavallılar vardır ki, en küçük ihtiyaçlarım bile, özlerinin ve iliklerinin o halis altımyle öderler. Bu, on-lann günlük ıstırabıdır. Sonra bir gün ıstırap çekmekten de bıkıp usanınca… 13 THÎ CTfiV l UL/U l U I Nik°layeviç Tolstoy, 1828-1910) Rus dramatik roman ve hikâye yazarı. Zengin ve soylu bir aileye mensuptu. Çok küçük yaşta yetim kalarak, kardeşleriyle birlikte zengin akrabalarının yanında büyüdü. Eğitimi özel Fransız hocalarına bırakılmıştı.

Kazan Üniversitesi’ ne devam ettiği halde, diploma alamadan okuldan ayrıldı. Bir müddet bos gezdikten sonra askerliğe yazıldı. Kafkasya’da görev aldı. Üç yıl sonra Sivastopol Müdafaası’ na katıldı. Orada “Sivastopol Hikâyeleri” adındaki meşhur eserini yazdı. Kırım harbi sırasında edindiği tecrübeler ona “Harp ve Sulh”u kazandırdı. Askerlikten sıkılan Tolstoy, istifa ederek uzun bir Avrupa seyahatine, çıktı. Seyahat dönüsü köyüne yerleşip, çocuk denecek yasta bir kızla evlendi. Karısı Sophie Behrs ona beklediği mutluluğu veremedi. Daha da kötüsü, Tolstoy karısına evlilik öncesi cinsel ilişkilerini kaydettiği hâtıra defterini göstermiş ve Sophie Behrs’ın ondan nefret etmesine sebep olmuştu. Bu evlilikten onüç çocuk sahibi olduğu halde, her fırsatta “trajedilerin en büyüğü kötü bir evliliktir” diyordu. Harp ve Sulh ile Anna Katerina gibi iki büyük 15 edebiyat şaheseri de Tolstoy’u tatmin etmemiş; elli yaşına kadar tezatlar içinde yaşamıştır. Fakat elli yaşından sonra, bütün şüpheleri bir tarafa atarak, kendisini dine verdi. Hayatının bu dönüm noktasını “Bir itiraf’ adlı eserinde dile getirdi. Hıristiyanlığa sonradan ilave edilen bütün uydurmaları reddederek Aziz Paul’ü sahtekârlıkta itham etti.

Yazdığı “Diriliş” adlı eserindeki bu tür fikirlerinden dolayı aforoz edildi. Hıristiyan dünyasının baskıları karşısında tekrar bunalıma giren Tolstoy, aşırı siy asi, fikirler geliştirmeye, devleti şeytani bir müesseseye ve devlet adamlarım eşkıyaya benzetmeye başladı. Etrafına topladığı müritlerine bu aşırı fikirleri aşılamaya çalıştı. En yakın adamı Vladimir Çertkoff, karısı ile birlik olup ona ihanet edince, bu acıya dayanamayıp evden kaçtı. Seksen iki yaşında, meczup bir halde, oradan oraya gayesiz dolaştı durdu. Sıhhati iyice bozuldu ve zatürreye yakalanarak küçük bir kasabanın demiryolu istasyonunda yatağa düştü. Karısı Sophie’ye haber gönderildi ise de Çertkoff, artık onu tanımayacak bir hale gelinceye kadar, Tolstoy’u görmesine izin vermedi. Çok geçmeden, dokuz kasım günü, meraklılardan, gazetecilerden ve eski müritlerinden müteşekkil kalabalık bir insan topluluğunun önünde hayata gözlerini yumdu. GEÇ KALAN ADALET ZULÜMDÜR!. Vladimir şehrinde Aksenov adlı genç bir tüccar yaşıyordu. Bu tüccarın iki dükkânı ile bir evi vardı. Aksenov, yakışıklı, kumral kıvırcık saçlı, pek şen, sesi pek güzel bir adamdı. Gençliğinde çok içer, sarhoş olunca da taşkınlık ederdi, ama evlenince sarhoşluğu bıraktı, yalnız arada bir iç-16 tiği olurdu. Bir yaz günü, Aksenov, Nijniy panayırına gitmek için hazırlandı. Ailesi ile vedalaşırken karısı: —Ne olur îvan Dimitrieviç bugün gitme, dedi.

Kötü bir rüya gördüm de. Aksenov güldü: —Panayırda kafayı çekerim, diye mi korkuyorsun yoksa? dedi. —Neye korktuğumu ben de bilmiyorum, ama fena gördüm; sözde şehirden gelmişsin, şapkanı çıkardın, baktım, bembeyaz olmuş. Aksenov güldü: —Beyaz saç zenginliktir; bak gör, alışverişte kazanınca sana ne hediyeler getireceğim. Sonra ailesiyle vedalaşıp yola çıktı. Yolu yanlayınca bir tanıdık tüccara rastladı, geceyi geçirmek üzere bir yerde durdular. Beraber çay içtiler, sonra yanya-na olan odalarına çekilip yattılar. Aksenov çok uyumayı sevmezdi; geceyarısı uyandı, serinlikte daha kolay yol almak için arabacıyı uyandırdı. Atlan koşmasını söyledi. Sonra kerpiç kulübeye girdi, hancı ile hesabı görüp yola çıktı. Kırk verst kadar yol aldıktan sonra, atlara yem vermek için durdu, hanın sofasında dinlendi, öğleye doğru merdiven başına çıktı, semaveri hazırlamalarını söyledi, eline kitarasını alıp çalmağa başladı. Birden çıngıraklı bir arabanın hana yaklaştığı görüldü. Arabadan iki askerle bir memur çıktı, memur, Aksenov’un yanına yaklaşıp: “Kimsin? Nerelisin?” diye sordu. Aksenov, kim olduğunu söyledi, sonra dönüp, “Bir çay içmez misiniz?” dedi. Ama memur: “Dün geceyi nerede geçirdin? Yalnız mı idin, yoksa bir tüccarla beraber mi? Sabahleyin tüccan gördün mü? Handan neye bu kadar erken çıktın?” diye boyuna soruyor-Altın Beyinli Adam: F.

: 2 17 du. Aksenov, böyle sorguya çekilmesine şaştı kaldı; herşeyi olduğu gibi anlattı, sonra: “Ne diye beni böyle sorguya çekiyorsunuz? dedi. Ben ne hırsızını, ne haydut. Kendi işime gidiyorum. Beni sorguya çekecek ne var.” O zaman memur, askerleri çağırdı. —Ben ilçe kaymakamıyım, dedi. Soruyorum, çünkü geceyi kendisi ile aynı handa geçirdiğin tüccar, boğazlanmış. Göster eşyalarını, siz de üstünü arayın. Hana girdiler, çantasını, torbasını aldılar, çözüp aramaya başladılar. Birden kaymakam, torbadan küçük bir, bıçak çıkardı. —Bu bıçak kimin? diye haykırdı: Aksenov, baktı bıçak kanlı; kendi torbasından çıkmıştı, bunu düşününce korktu. —Bıçak üzerindeki bu kan ne? Aksenov, karşılık vermek istiyor, ama ağzını açıp tek bir söz söyliyemiyordu. —Ben bilmiyorum… ben… bıçağı… ben…. benim değil… O zaman kaymakam dedi ki: —Sabahleyin, tüccar yatağında boğazlanmış olarak bulundu.

Senden başka bu işi yapacak kimse yok. Han, içeriden kilitli imiş, içeride senden başka da kimse yokmuş, tşte kanlı bıçak da senin torbandan çıktı, hem yüzünden de belli oluyor. Söyle tüccarı nasıl öldürdün, ne kadar parasını aldın? Aksenov böyle bir şey yapmadığına yemin ediyordu, birlikte çay içtikten sonra bir daha tüccarı görmemişti, yanındaki 8000 ruble, kendi parası idi. Bıçak onun değildi. Ama sesi kısılıyordu, benzi kül gibi idi, gerçekten suçlu imiş gibi korkudan bütün vücudu tir tir titriyordu. Kaymakam, askerleri çağırdı, onu bağlayıp arabaya bindirmelerini emretti. Aksenov, elleri ayaklan bağlanıp arabaya bin18 dirilince istavroz çıkardı, ağladı. Eşyalarını paralannı topladılar, kendisini yakın şehirdeki cezaevine yolladılar. Nasıl bir adam olduğunu sorup öğrenmek için Vladimir şehrine birini , gönderdiler. Bütün tüccarlarla şehir halkı, Aksenov’un gençliğini içkiyle, eğlenceyle geçirdiğini, ama iyi bir adam olduğuna tanıklık ettiler. O zaman mahkemesine başlandı. Onu, Ryazan’lı tüccarı öldürüp 20000 rublesini almakla suçlandırıp mahkum ettiler. Karısı, kocası için üzülüyor ne düşüneceğini bilemiyordu. Çocuklarının hepsi de küçüktü, hatta bir tanesi henüz memedeydi. Kadın her şeyini toplayıp kocasının hapis yattığı şehre gitti, ilk önce içeri bırakmadılar, sonra amirlere yalvardı, onu kocasının yanına götürdüler.

Kendisini, hırsızlarla bir arada hapishane elbiseleriyle, zincirleriyle görünce bayılıp yere yıkıldı, uzun zaman kendine gelemedi. Sonra çocuklarım etrafına sıraladı, kocası ile yanyana oturdu, evde olup bitenleri birbir anlatmağa, onun başına gelenleri de uzun uzun sormağa başladı. Kocası herşeyi anlattı kadın: —Şimdi ne yapmalı? dedi. Erkek: —Çar’a yalvarmah, dedi. Suçsuz bir insan böyle yok olup gitmemeli. Kadın, bağışlanması için Çar’a bir dilekçe sunduğunu, ama karşılık gelmediğini söyledi. Aksenov, birşey söylemedi, sadece başını önüne eğdi. Karısı dedi ki: —Tevekkeli değil, o zaman rüyamda saçlarının bembeyaz olduğunu görmüştüm. Bak, işte kederden bembeyaz olmuş artık. O zaman yola çıkmıyacaktın. , Sonra erkeğinin saçlarını düzeltmeğe başladı: —Vanya, canım dostum, dedi. Karma doğruyu söyle, bu işi sen yapmadın değil mi? 19 Aksenov: “Demek sen de benim böyle bir şey yapabileceğimi düşündün!” dedi ellerini yüzüne koyarak ağladı. Sonra bir asker geldi, kadınla çocukların dışan çıkmaları gerektiğini söyledi. Aksenov, ailesiyle son olarak vedalaştı. Karısı çıkınca Aksenov ne konuştuklannı aklından geçirmeğe başladı.

Karısının bile öyle düşündüğünü, tüccan sen mi öldürdün, diye sorduğunu hatırlayınca kendi kendine: “görülüyor ki, Allah’dan başka kimse gerçeği bilemiyor, yalnız O’na yalvarmak lâzım, yalnız ondan beklemek lâzım.” dedi. O günden sonra dilekçe vermekten vazgeçti, başkasına ümit bağlamaktan vazgeçti, sadece Allah’a yalvarıyordu. Aksenov’u önce kırbaçlanmağa, sonra da Sibirya’da kürek cezası çekmeğe mahkum ettiler. îlk önce kırbaçladılar, yaraları iyileşir iyileşmez de başka mahkumlarla birlikte Sibirya’ya gönderdiler. Aksenov, Sibirya’da 26 yıl sürgün hayatı yaşadı. Saçları kar gibi bembeyaz oldu, sakalı uzadı, bembeyaz ince uzun aşağı doğru sarkıyordu. Şen tabiatından eser kalmadı. Beli büküldü, sessiz sessiz dolaşır, az konuşur, hiç gülmez, boyuna Allah’a yalvarırdı. Cezaevinde ayakkabı dikmeği öğrendi, kazandığı paralarla bir Kutsal Takvim aldı, içeride ışık olduğu zaman okurdu, tatil günlerinde cezaevi kilisesine gidip Havariler’! okuyor, kilise korosunda tlahi söylüyordu; sesi hâlâ güzeldi, idare, uysal bir adam olduğu için Aksenov’u severdi, mahpus arkadaşları da ona saygı gösterirler “dede”, “Allah adamı” derlerdi, idare ile bazı işleri olunca arkadaşları hep Aksenov’u ricaya gönderirler, mahpuslar kavga edince, haklıyı haksızı ayırması için her zaman ona başvururlardı. Evinden hiç mektup almıyor, kansı ile çocuklarının sağ olup olmadıklarını bilmiyordu. 20 Bir gün sürgüne yeni mahpuslar getirdiler. Akşamleyin bütün eski mahpuslar yeni gelenlerin etrafını sardılar, hangi köyden, hangi şehirden olduklarını, kimin ne kadar ceza giydiğini sormağa başladılar. Aksenov da yeni gelenlerin kerevetlerine oturdu, başını önüne eğmiş, anlatılanları dinliyordu. Mahpuslardan biri uzun boylu sapasağlam, altmış yaşlarında, tıraşlı beyaz sakallı bir ihtiyardı.

Hikâyesini şöyle anlattı. —Ben arkadaşlar, buraya bir hiç yüzünden düştüm. Arabacının kızağından bir atı çözdüm. Hayvanı çalmışsın diye yakaladılar. Ben gideceğim yere daha çabuk varmak için atı saldım dedim. Sonra arabacı da dostum. Uygunsuz birşey yok, dedim. Onlar hayır, çalmışsın, dediler. Neyi çaldığımı, nerede çaldığımı bile bildikleri yok. Daha çok eskiden beni buraya düşürecek işler oldu, ama ele geçiremediler, şimdi ise kanuna aykırı olarak getirdiler. Şimdi: “Yalan söylüyorsun, Sibirya’ya gitmişsin, yalnız uzun zaman misafir kalmamışsın” diyecekler… Mahpuslardan biri sordu: —Sen nerelisin? —Biz Vladimir’deniz. Şehrin yerlisiyiz, esnaf takımındamz. Adım Makar, baba adım Semeneviç. Aksenov, başını kaldırıp sordu: —Peki Semeniç, Vladimir şehrinde tüccar Aksenov’lardan söz edildiğini hiç duydun mu? —Duymaz olur muyum hiç? Zengin tüccarlar; yazık ki babalan Sibirya’da. Öyle anlaşılıyor ki, o da bizim gibi günahkârlardan.

Ya sen dede, buraya nasıl düştün? Aksenov, kendi kara yazısından konuşmayı sevmezdi; içini çekti: —Günahlarım yüzünden yirmi altı yıldır kürek cezası çekiyorum işte, dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir