Anthony Burgess – Bir Elin Sesi Var

Benim adım Janet Shirley, kızlık soyadım Barnes, kocamın adı da Howard Shirley’ydi; bu öyküde o yirmi yedisini sürüyordu, bense yirmi üçümü yeni bitirmiştim. North Bradcaster’da, Shortshawe sosyal konutlarında, kent merkezine açılan Whitgift Caddesi’ne paralel Cranrner Sokağı’nda, 4 numarada oturuyorduk, haftalık kiramız otuz iki şilin altı peniydi. Bizim sokağın biraz ilerisinde Shoe Lane vardı -hala da var sanırım- TV reklamlarında Shining Shoe Lane (Pırıltılı Pabuç Sokağı) diye görünmesi, orada yaşayan herkesi sanki akıllıca bir şey yapmışlar gibi aptalca gururlandırırdı. Bizim tarafımızdaki bütün sokaklara piskopos adları verilmişti -Ridley, Latimer, Fisher, Laud- bu yüzden de TV reklamlarında bu sokakları kullanmayı kimse istemezdi. Howard, Oak Crescent Kullanılmış Araba Pazarı’nda çalışıyor, ben de Hastings Road Süpermarketi’nde rafları yerleştirme işine yardım ediyordum; yani o sıralar dikkate değer bir özelliğimiz yoktu. Televizyonumuz, evin içinde oradan oraya taşıyabildiğimiz çanta gibi saplı bir radyomuz, çamaşır makinemiz, bir de elektrik süpürgemiz vardı, ama arabamız ve çocuğumuz yoktu. Evlendiğimizde ben on dokuz yaşındaydım. Bizim ailede bu küçük yaşta evlilik sayılmıyordu, annem on altı yaşında, ablam Myrtle (Sadler) ise on yedisinde evlenmişti. Ablam Myrtle daha sonra göreceğiniz 1 Anthony Burgess gibi evliliğini yüzüne gözüne bulaştırmıştı, ama bunun erken evlenmekle hiç ilgisi yoktu; Michael gibi bir adamla kaç ya.­ şında evlenirse evlensin,.zaten yürümezdi evliliği. Howard’la tanıştığımızda ben Hawthorn Road Deneme Lisesi’ndeydim, daha on beş yaşındaydım; Howard normal liseyi bitireli üç yıl olmuştu. Okuldaki kızların çoğu gibi ben de yaşımdan büyük gösterirdim, okulda öğrenecek pek bir şey olmadığından zamanımızın çoğu, üst başla ilgilenmekle geçerdi. Şunu da belirtmek isterim ki, Miss Spenser haftada iki kez bize Makyaj, Davranış ve Giyim dersi verirdi, ama zavallı kadıncağız bu işlerden hiç anlamazdı .


Ayrıca biz böyle şeylerin okulda öğretilmesinden yana değildik; yurttaşların ödediği verginin daha yararlı işlerde kullanılması gerektiğini düşünürdük. Ayrıca Salon Dansı ve Ev İşi derslerimiz de vardı. Öğretmenlerin hiçbiri verdikleri dersler konusunda bilgili değildi, okul hayatımızı mutlu kılma çabaları bazen acıklı olurdu. Genç, sakallı Mr. Slessor “beatnik” olduğunu söyler, kızlara fıstık, erkeklere moruk diye hitap ederdi. Aslında bize İngilizce öğretmesi gerekiyordu, ama “kralın muhabbeti beni açmıyor” derdi. “Acayip moruk, çok uçuk.” İçler acısı. Tarih öğretmeni Mr. Thornton, bütün o eski krallarla kraliçelerin bizi ilgilendirmediğini düşündüğünden yalnızca gitar çalıp çok sıkıcı şarkılar söylerdi. Yani tarih öğrenmemize de izin yoktu, oysa ilkokulda tarihim iyiydi. Bir de oflayıp puflayan yaşlı Mr. Portman vardı, heybetli bir adamdı, fen dersine gelirdi, ama o da biz kızları küçük deney odasına yardıma çağırıp üzerimize solumaya biraz fazla meraklıydı. Bir keresinde ona vurdum, ama o bir şey yapmadı. Hawthorn Road Deneme Lisesi’ni bitirdiğimde hiçbir şey öğrenmemiştim; ama kızların, hele benim gibi güzel kızların pek fazla bir şey bilmesi gerekmez derler. Övünmek gibi olmasın ama gerçekten çok alımlı bir görünüşüm vardı, beni görenler ıslık çalardı, üstelik hazırcevaptım da; örneğin bir partide çocuğun biri “Ne var ne yok, fıstık?” dediğinde, “İyilik sağ2 Bir Elin Sesi Var lık Drakula” demek gerekirdi.

Ama bazıları o kadar cahil olurdu ki, Drakula’nın ne olduğunu b�lmezlerdi, o zaman başka bir cevap bulmak gerekirdi. Howard o tiplerden değildi; ciddi bir çocuktu, atletizmde başarılıydı. Çok esrarengiz bir cazibesi olduğu halde, aslında alçakgönüllüydü. Yüksek düzeydeki işlere kafasının çalışmadığını (zaten bu işler pek para getirmez), otomobil motoru gibi pratik konulara yatkın olduğunu söylerdi. Kitaplar, sayılar, lise bitirme sınavını geçenlerin bildiği türden şeyler Howard’a göre değildi. Howard bitirme sınavında çok başarılıydı, ama sınav kağıdıyla ilgili sorun çıkmıştı; mümeyyizler kopya çektiğini, cevapları kitaplardan kelimesi kelimesine kağıda geçirdiğini söylemişlerdi. Sonra okul müdürü Howard’ın ender rastlanan, fotoğraf makinesi gibi bir beyni olduğunu, gördüğü şeyleri sanki fotoğrafını çeker gibi kaydettiğini açıklamıştı. Gerçekten de beyninin çalışma biçimi çok garipti. Howard’a herhangi bir şeyi gösterdiğinizde, şarkı sözü, kitap sayfası, isim listesi, ne olursa olsun, bir bakıp gözünü kapar, sonra okuduğu şeyi hiç yanlışsız tekrarlardı. Aslında bu yeteneğiyle televizyona çıkmalıydı, daha sonra göreceksiniz ya, bir bakıma çıktı da; ama bunun akıllılıkla falan hiç ilgisi olmadığını söylerdi. Fotoğraf çeken bir beyni olduğunu, bir sürü insanın da böyle beyinlere sahip olduğunu ve bunun hiçbir anlamı olmadığını söylerdi. Tanışmamız, ikimizin de dansa çok meraklı oluşumuz sayesindeydi. Çok atletik biçimde rock-and-roll yapardık, Howard beni omzunun üzerinden fırlatır, ben bir bacağımı öne, öbürünü arkaya uzatıp oturur, bu tür hareketlerimizle bol bol alkış toplardık. Bir iki ödül de almış, bunun üzerine büyük yarışmalara katılmıştık, ama önemli yarışmalarda Daniınarka’dan, İsveç’ten tatile gelmiş, sarışın, incecik, yanık tenli çiftlere yenilirdik hep. Ben de sarışın ve inceciktiın, ama onlar gibi değil, daha İngiliz gibi, bilmem anlatabiliyor muyum, TV reklamlarına çıkan mankenler gibiydim.

Hep 3 Anthorry Burgess olduğumdan daha büyük gösterirdim, pop şarkıcılarının fan kulüplerine katılıp çığlık atmalar falan gibi bir yeniyetmelik dönemim olmadı hiç. Sanırım Howard’ı çeken de bu oldu; gerçek anlamda ciddi olmadım hiç elbette, ama öteki kızlardan biraz daha aklı başındaydım. Howard tanışhğırnızdan altı ay sonrasına kadar beni sevdiğini söylemedi; o sıralarda bile başka çocuklarla çıkıyordum -mahallenin yıldızları derdim onlara, gerçi pek yıldız sayılacak biri de yoktu aralarında ya- ama çıktığım çocukların hiçbiri Howard’a benzemezdi. Howard aya, yıldızlara bakıp, “Düşünsene, milyonlarca mil uzaktalar,” der, bazen beyninin kaydettiği kesin rakamları da söylerdi. Howard’ın tok bir sesi vardı, Michael Denison’a benzetirdi bazen sesini. Sesinin yardımıyla çok iyi bir satıcı olabilirdi isteseydi, ama hiçbir zaman pek hırslı olmadı. Evlilikten ilk söz eden ben olmuştum -o sırada on altı yaşındaydım- ama Howard beklememiz gerektiğini söylemişti. Howard’a Elm Street Garajı’nda yağ pas içinde çalışmaktan daha iyi bir iş bulması gerekeceğini söylediğimde yeterince para kazandığını söylemişti. Onun hiç hırsı olmaması konusunda birkaç kez kavga etmiştik, sonra ayrılmış, tam üç ay boyunca ayrı kalmışnk; ben birbiri ardına birçok çocukla çıkmıştım, hepsi de müzik çalarken tempoyu tutturamadan parmaklarını şaklatan, mesajı kapmaktan söz eden, “Abicim uçurdu bu beni” diye konuşan beş para etmez çocuklardı. Sanki yine okulda Mr. Slessor’la karşı karşıya kalmış gibiydim. Howard’ı orada burada kederli kederli tek başına dolaşırken görüyordum, içkiye başladığını duyduğumda barışmamız kaçınılmaz oldu. On yedinci doğum günümden hemen sonra nişanlandık. Sonra da ciddi ciddi planlar yapıp para biriktirmeye başladık; Howard, Oak Crescent Kullanılmış Araba Pazarı’nda daha iyi bir iş buldu. Eskisine göre sevişmelerimiz de ciddileşti; ama birkaç kez parkta, ağaçların arasında “Koyak” dediğimiz yerde kendimi ona teslim etme noktasına çok yak4 Bir Elin Sesi Var laştığım halde sevişmelerimizin fazla ciddileşmesine hiç izin vermedim.

Her neyse, uzun sözün kısas!, ben on dokuzumu bitirdiğimde evlendik. St. Olave Kilisesi’ndeki küçük, güzel, beyaz gelinlikli nikahtan sonra Horrocks’ta portolu, beyaz şaraplı, Renshaw’dan ısmarlanmış üç katlı düğün pastalı bir düğün yaptık; herkes bizi, biz herkesi öptük. Bu düğün babama biraz pahalıya patladı, ama Baxendale’de ustabaşı olarak iyi para kazanıyordu; üstelik iki kız çocuğu doğduğunda er ya da geç böyle bir masrafı olacağını biliyordu herhalde. Her neyse, işte Howard’la ben artık karıkocaydık, Tanrı’nın birleştirdiğini insan ayırmasın. Belediyenin sosyal konutlarında oturabilmek için adımızı yazdırıp sıramızı beklerken annem babamla oturduk (Howard’ın annesiyle babası hava saldırısında ölmüş, Howard’ı Tinrnarsh’taki teyzesi büyütmüştü). Aynı evde oturmak pek hoşumuza gitmiyordu, duvarlar da çok inceydi. Ama şanslıydık, çünkü Bradcaster’daki bekleme listesi pek kabarık değildi, kendi evimize taşınıp iki üç parça eşyamızı yerleştirmek, sonra yavaş yavaş yeni eşyalar almak çok heyecan vericiydi. Ev için bir şeyler almak her zaman gerçek bir zevktir; uzun süre, birbirimize aldığımız armağanlar hep kömür kovası, mutfak eşyası gibi şeyler oldu. Çoğu kişi gibi bizim de taksitle aldığımız yığınla eşyamız vardı, ama Howard’ın hem ücretli hem primli iyi, temiz bir işi vardı, ben de Hastings Road Süpermarketi’nde fasulyelerle sabun tozlarını raflara yerleştiriyordum. Çocuk isteyip istemediğimize bir türlü karar veremiyorduk; Howard sürekli, büyük bir ciddiyetle Yeni Bir Savaş Tehlikesinden ve Hidrojen Bombasından söz ediyor, böyle bir zamanda dünyaya yeni bir çocuk getirmenin haksızlık olacağını söylüyordu. Evlendikten sonra daha da ciddileşmiş, Sorumluluklarım dediği şeyleri dilinden düşürmez olmuştu. Howard’ın söylediklerine pek kulak asmıyordum, ama anne olmak istiyor muyum, istemiyor muyum, karar veremiyordum. Bazı akşam5 Anthorry Burgess lar, Howard şöminenin yanındaki koltukta, ben onun yanı başındaki halının üzerinde oturmuş televizyon seyrederken, üst kattan küçük bir çocuğun “Annecim” diye seslenmesi ne hoş olurdu duygusuna kapıldığım oluyordu. Bu duygu özellikle, anneyle çocuğu aynı koruyucu sabunu kullanırken ya da anne çocuklarını çok sevdiğinden, bütün giysilerini Blink’le ya da başka bir deterjanla yıkarken (aslında hepsi aynı şey) ya da anne, baba ve küçük çocuklarını besleyici, lezzetli Şu ya da Bu Hazır Balıklarını yemeye hazırlanırken gösteren reklamları seyrederken geliyordu.

Ama Howard’la ben, hayatımızda fazla bir heyecan olmasa da, birlikte iyi vakit geçiriyor, akşamları dans ediyor, sinemaya gidiyorduk (sinema aslında para ödemek zorunda olduğunuz büyük ve biraz rahatsız bir TV gibidir). Bazı hafta sonları Howard Araba Pazarı’ndan ödünç bir otomobil alırdı; birlikte kırlarda bir yerlere gidip çay içerdik. Bir iki kez gerçekten büyük bir araba almıştı -Bentley, Cadillac falan gibi, arabalardan pek anlamam- Bradcaster’ dan kilometrelerce uzaktaki bir taşra kasabasına, otellerden birine yemeğe gitmiştik. Hani alçak tavanlı, duvarları baku kaplı, her yanı Oxo et suyu kokan yerler vardır ya, onlardan birine. Ben dünyalar güzeli, Howard BBC sesiyle etkileyici, dışarıda koca otomobilimiz, görenler bizi bir şey sanırdı. Zavallı Mr. Slessor’ın deyimiyle, acayip havalı takılmıştık. Arada bir böyle bir şey yapmak hoş oluyordu. Ara sıra Howard’ın sıkınnlı olduğunu fark ediyordum. Dediğim gibi, huslı biri değildi, ama bir iki kez, özellikle bir filmi, TV programını seyrettikten ya da Daily Window’ da bir şey okuduktan sonra, “Yahu şu dünyanın nesini göreceğiz hayatta?” ya da “Senin elmaslarla, minklerle donanrnan gerekirdi,” dediği olmuştu. O zaman ben de “Öyleyse niye bir şeyler yapmıyorsun?” diye karşılık vermiştim, aslında ciddi değildim söylediğimde, çünkü gerçekten şükredilecek bir durumdaydık; evimiz, 6 Bir Elin Sesi Var televizyonumuz, dolapta bir şişe portomuz, kilerde yeşil limonlarınuz vardı, arada bir gezmeye gi�ip kendi çapımızda hayatın tadını çıkarıyorduk.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir